Bir blue jean'e özgürlük, alır mısınız?

-
Aa
+
a
a
a

Blue jean’in, bu gizemli, Amerikalı işçi pantolonunun tarihi ile, 20. yüzyılın tarihini açıklamak neredeyse olanaklıdır diyor, Cezar okulunun eski çırağı, heykelin büyük ustası Kawiak Tomek.

Onun yaptığı blue jean heykelleri şimdi New York Modern Sanatlar Müzesinde, Hong Kong Müzesinde, Tokyo’da Maguro Sanat Müzesinde, Almanya’da Bremen Müzesinde, Paris’te ulusal kitaplığın müzesinde ve tabii blue jean’in babası Levi Strauss’un Brüksel’deki koleksiyonunda. (Buraya ürünlerin bulunduğu tüm müze ve koleksiyonların adlarını yazmadım, bence önemli olduğunu düşündüklerimi koydum yalnızca.) Tomek ise bu serüvenini şöyle özetliyor: “Bundan yüzyıllar sonra, arkeologlar 20. yy eserlerini bulmak için kazı yaptıklarında, işte bu heykelleri bulacaklar!”

Öyle ya, blue jean’in yaşamımızdaki önemini biliyoruz, yani bu giysiyle

sinemaya, tiyatroya alınmadığımız günleri, jean giyinmenin “ayıp” sanıldığı dönemleri yaşadık, ama bunun heykeli dikilecek kadar nesi var, diye sorduğumuzda Kawiak Tomek’in yaşam öyküsü ile burun buruna geliyoruz.

Polonya asıllı olan sanatçının babası, komünist Polonya’da diş hekimi, Kawiak Tomek de ailenin iki erkek çocuğundan birisi. “Biz, o zamanların Polonya’sında seçkin aileydik, evimizden yumurta, tavuk ve tereyağ eksik olmazdı. Çünkü babama gelen hastalar, paraları olmadığı için bunları getirirlerdi” diyor ve “ailede birisi babamın mesleğini sürdürecekti, o da ağabeyim oldu, ama onu sonra çok genç kaybettik. Ben ise içimdeki sanat sevdasını aydınlatmak için Varşova’ya sanat okumaya gittim. O zamanlar sanatçıların yurt dışına çıkmalarına, kısa süreli izin verilirdi, yani pasaportu alıp çıkınca, 15 gün içinde geri dönülürdü, ama yanınıza alabileceğiniz para ancak on Amerikan Doları falandı... Yani yurt dışı hayaldi herkes için. Gençlerin bir tek rüyası vardı, bir blue jean sahibi olmak. Batılı yaşamın simgesi, özgürlüğün ta kendisi anlamına gelen bu pantolonu alabilmek için üç aylık işçi maaşını karaborsacılara vermek gerekiyordu, üstelik de parayı dolara çevirip vereceksiniz, yani bir de doları bulmanın zorluğu, bulunca almanın riski...

Kısacası özgürlüğü vücudunuzda hissetmenin bedeli çok ağırdı. 27 yaşıma geldiğimde, artık Varşova’da önümü göremeyeceğimi anladım ve sanatçılara uygulanan olanaklardan yararlanıp kendimi Paris’e attım. Paris’e vardığımda, ilk işim bir blue jean almak oldu. Jean’im, sırt çantam.. Başka da bir şeyim yoktu. Yıllar hippi yılları, yani onun bunun verdiği ile doymak, kiliselerde uyumak olanaklıydı... Ustam Cezar ile tanışmamız, yaşamımı biraz daha kolaylaştırdı, çünkü Fransızlara, burada ne yeyip ne içtiğimi belgeleyerek oturma izni almam gerekiyordu ve bu kâğıtların hepsini de Cezar veriyordu bana... Yıllarca Polonya’ya gitmedim, gidemedim... Ama burada, Fransa’da ünlü olmaya başladığım zaman, Polonya’da benden söz eden gazeteler, geçici olarak yurt dışında yaşamakta olan Polonyalı sanatçı diye söz ettiler. Kimseyi göremiyordum ailemden... Kısacası blue jean’in temsil ettiği özgürlüğe ve bu pantolona kavuşmuştum ama ödediğim bedel de hayli yüksekti.”

İşte Kawiak Tomek’in blue jean heykelleri, yani her biri bir özgürlük abidesi olan ürünleri onun yaşam öyküsünü böyle oluşturuyor.

Ama Tomek, kavuştuğu özgürlüğü kapıp kaçanlardan değil. Yani bu simgeyi elinden geldiği kadar dünyanın “özgürlükle sorunu olan” her yerine taşıyor.

Örneğin, Çin’de yaptığı sergisinde, büyük yürüyüşün tüm Çinli askerlerine jean ve spor ayakkabı giydirmiş heykellerinde.

Afrika’nın çeşitli ülkelerinde yapmış olduğu sergilerde de, onlara özgürlüğü kolaj resimlerinde kullandığı jean’lerle anlatmaya çalışıyor. Bir keresinde nehir kenarında kocasının blue jean’ini yıkamaya çalışan Afrikalı kadına soruyor: “Jean senin için ne anlam taşıyor?” Aldığı cevap ise kocaman bir tablolunun konusu “I hate washing those fucking jeans” Yani Afrikalı kadın, erkeğinin çıplak dolaşmasını yeğliyor anlaşılan,çünkü özgürlüğün bedeli, onun yorgunluğu olmuş sonunda...

Kawiak Tomek’i St-Antoine-de-Grasse’daki dev atölyesinde ziyaret ettim.

Onun resimlerini çekerken, o da Skala Dergisi’ne bakıp: “Bu dergide mi yayımlayacaksın benim ürünlerimi? Çok hoş, prestijli bir iş yapıyorlar seninkiler” diyordu. Eh, hoşuma gitmedi değil doğrusu...

Atölye başlı başına bir yaşam biçimiydi sanatçı için. Burada daha çok resimlerini boyuyor ya da küçük çaplı heykellerini üretiyordu. Asıl jean cepleri ile ilgili dev çalışmalarını, sergilenecek mekânlarda kurduğu geçici atölyelerde yapıyor ve ürünleri de oldukları yerde bırakıyor.

Bu konuda yapmakta olduğu dev bir çalışma ve sergi de, bu yılın Ekim ayı içinde Kalküta – Hindistan’da gerçekleşecekti. Fransız Alman ortaklığı olan ARTE televizyonunun da belgesel olarak filme almakta olduğu çalışma geçen yıl başlamış. “Cepteki ümit” adını taşıyan çalışmayı Aloke Sen’in stüdyosunda sürdüren sanatçı, bu yıl New York Şapkalar sergisinin ardından bir grup Fransız sanatçıyı da yanına alıp gidecekti Kalküta’ya.

New York’ta FIRE PATROL No. 5 ART galerisinde açılışı 14 Eylül’de planlanmış olan HATS OFF ! AMERICA sergisi için Tomek şöyle diyordu:

 “Açılışın 11 Eylül olaylarının yıldönümüne rastlatılması özel bir önem taşıyor. Aslında sergi 7 Eylül’de başlıyor ve 15 Ekime kadar sürecek ama açılışı 14’ünde yapıyoruz. Sanat, ait olduğu yere yani sokağa taşınıyor, şapkalar alüminyumdan, bronzdan, seramikten yapılmışlar, rengârenk ve farklı biçimlerdeler... 1999 Aralık’ta Küba’ya gittiğimde Trinidad’a geçtim. Geçmişi çok ünlü olan bir yer burası ve sokakta şapka satan kadınla tanıştım. Küba’da kadınlar geniş kenarlı sombrerolar takıyorlar, ulusal bir sembol gibi bu, aynı zamanda erkeklerin gururunu da temsil ediyor. Beni hayli etkiledi, güzel ile çirkinin artık olmadığı günümüzde, acayip şapkalar yaptım... Hats off!...”

Sabah saat 11 sularında başlayan çalışmamız, saat 2’yi (14) geçe bitti, artık ikimiz de birer kadeh Provençal Roze şarabı hak etmiştik. Atölyenin yanındaki taş evine geçtik. Ev, Tomek’in ve ona armağan edilen resim ve heykellerle doluydu. Ahşap masanın başına oturduğumuzda, sanatçının Bedevi yardımcısı gelip “Selamünaleyküm” dedi ve masaya her türlü yeşilliğin bulunduğu kocaman bir çanak bıraktı. Ardına sanatçının küçük oğlu gelip “Afiyet olsun” dedi ve odasına çekildi. Ben de teybimi açıp, yemek boyunca süren konuşmamızı kaydetmeye başladım.

Bir başkaldırı sanatçısı ile birlikte olduğumun farkındaydım, nitekim onu en çok etkileyen olaylardan birisi de yıllar sonra Polonya’da açmış olduğu bir sergiye devlet başkanının eşinin gelmesi olmuş.

Tomek bana “Seni Polonya’ya ben götüreceğim, annem artık çok yaşlandı, tadı yok zavallının, ama yürüdüğüm yolu görmeni isterim” derken, bugün varmış olduğu noktada nasıl bir kavganın yattığını, özgürlüğün bedelinin ne olduğunu anlatıyordu. “Bir blue jean’e, bir özgürlük alır mısınız?” O almıştı ve şimdi onun tadını çıkartıyor...