Berlin'de Deli Bir Atın Üzerinde Performans Sanatlarını Keşfetmek!

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Çalıştay

“Uyan, pes etme, devam et…”

Berlin’de Flutgraben bölgesinde “Kunstfabrik”de katıldığım performans çalıştayının ilk gününde, aslında gerçek olmayan çılgın bir atı sürerken, çalıştayın eğitimcisi performans sanatçısı Jurgen Fritz, bize bu şekilde hitap ediyordu.

13 Temmuz akşamı 6. Uluslararası Fabrikart Çağdaş Sanatlar Festivali kapsamında Kapadokya’da Uçhisar’da gerçekleştirdiğim performansın ardından,  Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan Berlin’e gitmek üzere İstanbul’a döndüm. Festival ile ilgili olarak festivali düzenleyen ekibin içerisinde yer alan Kaan Sarı ile Açık Radyo’da Açık Dergi’nin “Zamansız” köşesinde bir canlı yayın gerçekleştirdik. Festival devam ediyordu ve Kaan Sarı, Tuğçe Tuna’nın yaptığı performans sırasında, 12-13 yaşlarında küçük bir kızın, sanatçının yanına gelerek bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorduğunu ve telaşlandığını belirtti. Ardından başka bir adam gelmiş ve ambulans çağıracaklarını söylemiş. Kapadokya’da bir performans sırasında yaşanan bu tatlı anekdotun ardından, Berlin’e doğru yola koyulduğumda, Türkiye’de gerçekleştirdiğim ve izleyicisi olduğum bir çok performans sırasında yaşadıklarımı ve deneyimlerimi tekrar gözden geçirdim. Bakalım ‘batı’da beni neler bekliyordu.

İpah (International Performans Association Hildesheim), Jurgen Fritz önderliğinde kurulmuş bir kurum. Hildesheim, Almanya'nın Aşağı Saksonya (Niedersachsen) eyaletinin güneyinde yer alan bir şehir. İpah, 2006 yılından itibaren  Berlin’de performans üzerine bir yaz kampı ve genç sanatçıların katıldığı Platform Festivali’ni düzenliyor. Bu sene çalıştay vermek üzere davet edilmiş olan  sanatçılar, Almanya’dan Jurgen Fritz, Çin’den He Chenyao, Malezya’dan Ray Langenbach.  Çalıştaya katılan genç sanatçılar ise dünyanın birçok farklı bölgesinden geliyordu.

17 Temmuz günü, Flutgraben’da yer alan Kunstfabrik’de toplanıp  hep beraber akşam yemeği yemek üzere diğer bir çalıştay mekanı olan Glogauair’e  geçtik. Çalıştay mekânları Kreuzberg’e çok yakındı.

İlk akşam, bütün çalıştay katılımcıları kendilerini tanıtan 2’şer dakikalık birer performans gerçekleştirdi. Katılımcıları dörder kişilik gruplar halinde bu kısa performansları gerçekleştirmek zorundaydı. İstanbul’dan yanımda getirdiğim, üzerinde “this artwork copyrights belongs to Burçak Konukman” yazılı stampı vücuduma basarak herkese ‘merhaba’ dedim.

 

İlk izlenimlerim, birbirinden farklı yaklaşımlara sahip olan, farklı yöntemler ile kendilerini ortaya koyan sanatçılar ile birlikte çalışmanın son derece heyecan verici olduğuydu. Yaptığım kısa performansın ise daha sonra biraz fazla iddialı olduğunu düşündüm. Bunun gerekçelerini, ilerleyen satırlarda daha ayrıntılı olarak belirteceğim.

Akşam yemeğinin ve kısa performansların ardından öğrendim ki, her akşam yemekleri Glogauar’da hep beraber yiyeceğiz. Flutgraben’da da birlikte kalacağız. Çalışma yerimiz de yine Flutgraben Kunstfabrik. Bu iki mekân arasında şöyle bir fark vardı: Glogauer bir ‘residence’ mekânı olarak dönüştürülmüştü, ancak Kunstfabrik sanatçıların kişisel atölyelerinin olduğu,  çok daha eski ve ilham verici bir yerdi. Duvarlardaki yazılar ve mekânın eski duruşu çok ilham vericiydi. Proje odasında, 20’den fazla katılımcı uyku tulumlarımızda uyuduk.

Ertesi gün, Jurgen Fritz çalıştay içerisinde yapacağımız çalışmalardan bahsetti. Çalıştayın adını “Performans Sanatlarını Keşfetmek” olarak belirlemişti. Bu başlık eşliğinde, Jurgen’in sportif olmayan egzersizleri ile hareketlenmeye başladık.

Çılgın atı takip et!

Olmayan bir at ve ardından koşuşturan sanatçılar! Egzersiz çalışmalarının en zoru, çılgın atın üzerinde mekânı ve performansı anlamaya çalışmaktı. Sadece mekân değil, aynı zamanda kendimizin ve etrafımızın farkındalığını geliştirmeye çalışıyorduk. Başlarda en çok sorguladığım şey, atı nasıl eğiteceğimdi, ardından atın beni eğiteceğini kavradım. Günün büyük bir bölümü bu egzersiz ile geçti.

Ardından diğer fiziksel egzersizler... Birbirimize dokunuyoruz, yüz yüze veriyoruz... Mekân içerisinde hareketi kontrol etmeyi ve etmemeyi deniyoruz... Daha önce, katıldığım çalıştaylardan farklı olarak, çalıştay katılımcılarının farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden geliyor oluşu, Berlin’de bu farklılıkları performans ile birleştiriyor oluşumuz süreci en başından en sonuna kadar heyecanlı ve bir o kadar da meraklı bir şekilde sürdürmeme neden oldu. Jurgen Fritz benim dışımda, İngiltere’den Aleks Wojtulewicz, Belçika’dan Anaïs Heraud, İrlanda’dan Caroline McCusker, İsviçre’den Dominik Lipp, Almanya’dan  Julian Meding, Lucia Rainer, Lulu Obermayer, Nora Jacobs, Portekiz’den Sara Coutinho ve Amerika’dan Sheri Lyles’ıçalıştay katılımcısı olarak seçmişti. İlk günün ardından, ikinci gün yoğun egzersizlere devam ettikten sonra, bütün katılımcılar performans sanatına dair deneyimlerini paylaştı. Bu deneyimler tartışılırken, birbirimize önceki çalışmalarımızda neyin başarılı olup neyin olmadığını anlattık. Bu tartışmalar sırasında fark ettim ki performans üzerine uzun süredir kafa yoran bir grup ile çalışma fırsatı yakalamışım. Herkesin geçmişi birbirinden farklı olsa da, görsel sanatlar çıkışlı olanlar ve tiyatro ya da dans eğtimli olan katılımcılardan oluşuyorduk. Başlarda, kişisel olarak öğrenmek istediğim, yaptığımız performansın tiyatrodan veya danstan ayrılan yönlerini ve ortak yönlerini bulmaktı. Bir yandan da, kişisel hikayelerin performansa nasıl aktarılabileceğini, materyal olarak bedenin sanat nesnesine nasıl dönüştürüleceğini sorguluyordum. Kafamdaki sanat market ilişkileri de ağırlığını koruyordu. Birbirimize kaygılarımızı ve öğrenmek istediklerimizi anlattıktan sonra grup çalışmalarına başladık.

Bu noktada belirtmek istediğim önemli bir şey var. Grup performans çalışması ilk kez Berlin’de deneyimlediğim bir şey oldu. Daha önce böyle bir durum ile karşılaşmamıştım. Solo performanslardan farklı olarak, grup içerisinde çalışmalarımızı gerçekleştiriyorduk. Dışardan izleyiciye kapalı olan çalışmalarda birbirimizi izleyerek, performans izlemeyi deneyimliyorduk. Ancak solo şovdan en büyük farkı, yaptığımız performans sadece kendi istediğimiz yöneltide devam etmiyor, kendi aramızda kurduğumuz ilişki üzerine şekilleniyordu. Bunun yanında, Jurgen Fritz, grup performansına inanmadığını, grup halinde de solo performanslar gerçekleştiğini savunuyordu. Ve istediğimizi almak, istemediğimizi bırakmak konusunda özgürdük. Dinlemek, izlemek, takip etmek, denemek veya bırakmak hep kendi seçimlerimiz ile mümkündü.

Performans sırasında keşfettiğim bu yöntem yaşamımı sürdürürken yaptığım şeyden hiç farklı değil. Bu anlamda, yaşam ve performans arasında çok sıkı bir bağ olduğunu düşünüyorum. Bunun sanatsal kısmını ise daha sonra tartışabiliriz.

Performans sırasında istediğimiz materyali kullanabiliyorduk. Bütün katılımcılar, yanlarında çeşitli materyaller getirmişti. Elbiseler, topuklu ayakkabılar, şapkalar, bant, ip, her şey materyal olarak kullanılabiliyordu. Materyalin önemi ise, bizde uyandırdığı etkiydi. Mesela bir erkek, bir kadın kıyafeti denediğinde, kıyafetin en başta kendisi üzerinde nasıl bir etki yaratıyordu?

Ya da boks eldiveni giydiğimde, elimi kullanma yöntemim nasıl değişiyordu?

Bunun gibi bir sürü soru her performans sırasında yerini başka sorulara ve cevaplara bırakıyordu. Grup çalışmalarının ardından tekrar solo çalışmasına başladık. Sadece 15 dakika içerisinde solo performansa karar verip uygulamamız gerekiyordu. Bu başka bir meydan okuma ve akabinde uygulama becerisi gerektiriyordu.

2 dakikalık kısa performans sırasında kullandığım stamp’ı bu sefer üzerime giydiğim beyaz t-shirt’e basmaya başladım. T-shirt’ün ardından, kollarım ve bacaklarım, yüzüm, sırtım hatta suratımın bütün telif haklarının bana ait olduğunu gösteren bir performans gerçekleştirdim. Performans sırasında t-shirt’ü parçaladım. Ve bütün küçük parçaları grup ile paylaştım. Bu bir hediyeydi. Ardından, iç mekân - dış mekân solo performansları izledik. İzlemek, uygulamak kadar öğretici bir yöntemdi. Neyin işe yaradığını, neyin işe yaramadığını, performansın nasıl organize edildiğini, izleyicinin işe nasıl dahil olduğunu görebiliyorduk. Yaptığımız konuşmalar sırasında, Jurgen Fritz, Almanya’da bir performans yapıldığında genelde insanların performans yapıldığını fark ettikten sonra, “aa demek burda performans var, hadi gidip bira içelim” dediğini söyledi. Bu bir yandan üzerimde  rahatlatıcı bir durum yarattı. İzleyici üzerinden performansı başarılı veya başarısız bulamayacağımı düşünmeye başladım. Bu açıdan bir çok performans vardı, izleyicinin çok beğendiği ancak vasat olan , yine bir çok performans vardı izleyicinin hiç beğenmediği ancak başarılı olan. Bu açıdan beğenme / beğenmeme üzerinde durmuyorduk. Ancak farklı yaklaşımları anlamaya çalışıyorduk.

Berlin’de bu çalıştay sırasında en çok duymayı sevdiğim şey insanların genel olarak bir fikir paylaştığında birbirine “yap, o zaman”  demesi, dene eylemi pek kullanılmıyor. “Yap ve gör!”. Burası ile kıyasladığımda, denemek yapmaktan daha yaygın.  Ayrıca burada birbirimize daha az inanıyoruz. Bir sürü düşünce var ancak bir çoğu temelsiz veya uygulamaya asla sokulmuyor. Bunun yanında, uzun uzadıya sanat tartışmaları yapmıyorduk. Konuştuğumuz şey performansın kendisi idi. Sanat kelimesini bu kadar az duyup üzerine birbirini izleyen ve dinleyen saygılı insanlar ile çalışmak gerçekten çok güzeldi.

Berlin’de hava genelde kapalı ve yağmurluydu. Bu yüzden ertesi gün, bazı katılımcılar dış mekan içerisinde performans yapmayı tercih etti. Dış mekanda yapılan performanslar izleyiciye kapalı olamazdı. Çünkü sokağa çıktığımızda pekala sokaktan geçen birileri karşımıza çıkabilir ve performansı izleyebilirdi. Sokağa çıktığımızda, yapılan performansları izlemek çoğu zaman neyin performans olduğunu veya neyin gündelik hayatın içerisinde yer aldığını sorgulamama neden oldu. Bu anlamda, grubun içerisinde yer aldığım için performans yapıldığını biliyordum. Ancak dışardan bir izleyicinin yerine kendimi koyduğumda, bunu anlamanın güçlüğünü fark ettim. Bu durum, performansı bir o kadar ciddiye almama ve hayatın gündelik hareketi içerisinde bir o kadar performans olduğunu anlamama sebep oldu. Sanırım, bu noktadan sonra, performans izlemekten veya yapmaktan daha fazla zevk almaya başladım. Çalıştayın yoğun temposu içerisinde bir kez akşam çalışması yapmaya karar verdik. Grup ikiye ayrıldı ve 2’şer saat 6’şar kişilik gruplar halinde performans yaptık. Bu akşam çalışması içerisinde, kendimi dinlemeyi, nereden geldiğimi, kim olduğumu ve birikimleri performans diliyle bu uluslararası - benim için ‘uluslarüstü’ olan- grupla nasıl paylaşabileceğimi görmek istedim. Yaptığım şey, İstiklal Marşı’nı okumaktı. Ancak İstiklal Marşı’nı okumayı seçmem, sadece Berlin’de yaşayan Türk nüfusunun çokluğu ve katılımcılar arasında tek Türk olmam değildi. Bir yandan farklı ülkelerden gelen bütün katılımcıların ortak dil olarak İngilizce’yi kullanması ve herkesin kullandığı İngilizce’nin birbirinden farklı olması, hiç anlamadıkları Türkçe’yi onlara duyurma amacımı doğurdu.

Çalıştayın devamında, solo performanslara ve grup çalışmalarına devam ettik. Bu sefer, Sosyalist Enternasyonel Marşı’nı performatif bir dille uygulamaya koyuldum. ‘Uluslarüstü’ bu topluluk ile paylaşmak istediğim şey, performansın dillerden öte, uluslardan öte, aynı dünyanın sakinleri olarak birbirimizi anlayabileceğimiz bir üst dil olduğunu göstermekti. Çalışmalar sırasında, her performans sonrasında, bütün katılımcılar fikirlerini söylüyorlardı. Performansın başarılı veya başarısız geçmesi önemli değildi. Hepimiz düşündüğümüzü söylemekte özgürdük.

Bu durum, Türkiye’de aldığım eğitime göre çok farklı. İstersen sanat yap veya başka bir şey.  Herkesin düşüncesini söyleme hakkı belki en temel hakkımız olmalı. Ancak bu şekilde birey olarak insan kendini geliştirebilir ve diğerlerini anlayabilir. Dinleyerek ve tartışarak.

Çalıştayın yoğun temposuna rağmen, akşam yemeklerinde biraz olsun dinlenebiliyorduk. “Zamansız” köşesinde yayınlanmak üzere, genç sanatçılar ile röportajlar yapıyor ve performansa dair düşüncelerini öğrenmeye çalışıyordum. Bu röportajların üzerine, bir ses kaydı hazırladım. Ancak saat farkını hesaba katmadığım için o hafta program yayınlanamadı. Ertesi hafta yayınlanabildi.

Çalıştay sırasında ve kendi aramızdaki tartışmalarda en çok bir sonraki adımın ne olacağını konuşuyorduk. Bir sonraki adım, keşfedilmesi en zor olandı. Hayatın kendisi gibi, bir sonraki adım, yaşadığımız durum ve bu durum karşısında takındığım tavır ile birlikte tekrar değişiyordu.

17-24 Temmuz’da gerçekleşen atölye çalışmalarının ardından bütün gruplar performanslarını diğer gruplara sunduktan sonra, festivalde yer alacak katılımcılar küratörler tarafından seçildi. Bu seçim meselesinin, genel olarak diğer gruplar üzerinde bir baskı oluşturduğunu söyleyebilirim. Bizim grubun bu haftaki işi ise performansı keşfetmek ve paylaşmak üzerine kuruluydu. Bu noktada bu baskıyı üzerimizde hiç hissetmedik. Jurgen, 24 temmuz günü gerçekleşen son grup performans öncesi sadece işimizi yapmamızı söyledi. Çıktık ve işimizi yaptık.

2’şer saatlik performansların ardından, çalıştay akşam yemeği ile son buldu. Küratörler  4 sanatçıyı solo performans için seçerken, bizim grubun neredeyse tamamı grup performansı yapmak üzere seçildi.

Bu bir arada çalışmak için güzel bir sebepti. Grup halinde oluşturduğumuz uyum, festivale katılmamıza neden oldu.

Festival

Festival 28-29-30 Temmuz tarihlerinde Kunstabrikte düzenleniyordu. Grup performansını proje odasında gerçekleştirmemiz gerekiyordu, bu oda aynı zamanda bir hafta boyunca beraber uyuduğumuz odaydı. Çalıştay sırasında kullandığımız yer ise diğer performans sanatçılarına ayrılmıştı.

Festivale katılmak bir açıdan farklı bir durum oluşturdu. Öncelikli olarak öğrenmek amaçlı katıldığım bu program içerisinde seçilmiş olmak, bir açıdan profesyonel düşünmek konusunda başka bir deneyim yaşamama neden oldu.  Kısa bir süre içerisinde grup performansı hazırlamanın zorluğu ile karşılaştım. Solo bir tasarı yapmak güçtü. Bir yandan Jurgen’in grup performansına inanmadığı ve grup performansları sırasında  solo performansların olduğunu söylediği sözlerini düşünüyordum. Ayrıca, bütün yaptıklarımız konuştuklarımız burası ile ilgiliydi. Geçmişten getirdiklerimi, biriktirdiklerimi, kim olduğumu, ne yapmak istediğimi ayrıca temiz bir kafayla düşünmek istiyordum. Bu süreç içerisinde, başka bir yerde kalmaya başladım. İstanbul’dan tanıdığım sanatçı arkadaşım Christian’ın arkadaşı olan Konstantin’in evine taşındım. Berlin’e başka bir gözle, başka bir rotasyon içerisinde bakmak istedim. Günlük hayatı biraz daha keşfetmeye yönelik, belki bir noktada grup çalışmasından ayrı olarak bağımsız hareket edip düşünmek, bir sonraki adımın ne olduğunu bulmak istiyordum. Solo performanslar, 28 Temmuz günü bizden bir gün önce gerçekleşti. Festivalde Almanya’da yaşayan performans sanatçısı ve performansla 22 yaşımda tanışmama neden olan Nezaket Ekici ile karşılaştık. Festivali beraber izlemek ve değerlendirmek, sürece farklı bir noktadan yaklaşmama neden oldu. Çalıştay içerisinde dahil olan genç sanatçılar olarak, davetli sanatçılara göre farklı bir durumda çalışma imkanımız vardı. Mekana dair orada oluşturduğumuz bellek ve 1 haftalık süre boyunca yaptığımız onca performansın yanı sıra yanımızda getirdiklerimiz ve aramızda kurduğumuz ilişki performansımıza doğrudan etkiledi. Çıkan sonucu iyi veya kötü olarak değerlendirmek mümkün değil. Ancak, kamuya sunulan bu performanslar, izleyicinin devreye girmesiyle oluşabilecek yeni durumları deneyimlememe neden oldu. Ardından, davetli olan diğer sanatçıların performanslarını izledik. Program, performanslar sonrası yapılan performansların davetli sanatçı ve akademisyenlerce tartışılması ile devam etti. Bu noktada, farklı bakış açılarını ortak bir zeminde nasıl harmanlayabileceğimizi ve performans sanatının geleceğini tartıştık. Performans dolu bu iki özel hafta bu şekilde son buldu.

Zamansız Açık Radyo / Berlin

Festival sonrası, Berlin’de 4 gün daha kaldım. Bu süreci, gündelik hayatı keşfetmeye ve bir ‘Berlinli’ olarak geçirmeye ayırdım. Geride kalan 2 hafta belki Berlinli olmak için kısa bir zaman dilimi olabilir ancak yaşadıklarımın üzerimde hissettirdiği ağırlık, Berlin’e gelmiş bir turistten farklı olarak parçası olduğum şehre verdiklerim ve aldıklarım ile birlikte, gündelik hayat içerisinde, günlük ritüelleri anlamaya çalışmam ile devam etti. 2 Ağustos günü, Açık Radyo / Zamansız güncel sanat sohbetleri ile ilgili olarak sunum yapmak üzere Berliner Pool tarafından davet edildim. Bu noktada, sanatçı olarak yaptıklarım veya araştırmalarımın yanında, radyo üzerinden paylaştıklarımı ve bugüne kadar yaptıklarımı Berlin’de sunma imkânı yakaladım:

“Zamansız”  köşesini Eraslan Sağlam ile birlikte, 2011’in ilk haftasından itibaren hazırlayıp sunmaya başladık. Her hafta, Açık Dergi içerisinde  15 dakika olarak yayınlanan köşe içerisinde, bir çok konuğa yer verirken aynı zamanda güncel sanat ortamı içerisinde olup biten sergileri, etkinlikleri ve haberleri izleyiciler ile paylaşıyoruz

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görsel Sanatlar Yönetmenliği’nin projelerinden İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor projesi kapsamında Antoni Muntadas’ın hazırladığı “Mitler ve klişeler: Çeviri Üzerine Açık Radyo Filmi”, programın hazırlanma sebeplerinden biri. Antoni Muntadas’ın projesinde, Açık Radyo üzerinden, akademisyen, sanatçı ve düşünürler tarafından tartışılan  İstanbul’un mitleri ve klişeleri, güncel sanat ortamını medya üzerinden değerlendirmeyi düşünmeme neden oldu. Antoni Muntadas’ın projesi içerisinde işaret ettiği ‘radyonun izlenmesi / televizyon’un dinlenmesi’ fikrini güncel sanat ortamının sorunlarını birinci elden bilen biri olarak radyo ortamına taşıyarak, dinleyici üzerinde bir farkındalık yaratmayı amaçlarken, bunun yanında sanatçılar ve kültür endüstrisinin diğer insanlarının bir araya geldiği, açık çağrıların yapıldığı ve bütün bu sürecin video kaydının yapıldığı bir program yapmayı öngördük. 

Berlin’deki sunum sırasında, programı sunarken veya hazırlarken ne tür bir metodoloji izlediğimi ve bunun yanında sanatçı olarak haberleri seçerken objektif / sübjektif yaklaşımı noktasında tavrımı öğrenmeye yönelik sorular sordular.

Programımızın genel formatı, olanı ele almak ve öncelik olarak olan etkinliklere daha fazla izleyici çekmek. Bunun yanında, ana akımın dışında kalan projelere  diğerlerine göre daha fazla yer vermek. Ana akım, bir çok sponsorluk desteği ile medyada yeteri kadar yer bulurken, İstanbul’un farklı köşelerinde, “Yıkım 2011” gibi sponsorsuz projeler, kolektif dayanışma ile İstanbul’un güncel sanat ortamına çok daha farklı, bağımsız ve özgün değerler sunmakta. Bunun yanında, yine bu sene gerçekleşen “Paper Girl İstanbul” gibi inisiyatif projeler, “pasaj-ist”  ya da “Sanatorium” sanatçı inisiyatifi gibi inisiyatif projeleri,  Zamansız köşesinin içeriğinin nasıl geliştiğini özetler. Eraslan Sağlam ile birlikte, sanat eleştirisi yapmadan, projeleri tarafsız bir şekilde sunmayı misyon edindik. Türkiye sanat ortamında yaşanan iç çekişmeler veya rant kavgasından uzak durmayı ilkelerimizden biri olarak görüyoruz. Bunun yanında, doğru sorular sorarak, dinleyiciyi veya izleyiciyi bilgilendirmek amaçlı bir program yapıyoruz. Önümüzde ki zamanlarda, Zamansız köşesi bir medyum olarak, sanat üretiminin daha fazla parçası olacaktır. Yaptığımız röportajların yanında, sanatçıların iş üretimlerini de yayınlanmayı planlıyoruz. Bunun için uluslararası projeler ile işbirliği girişimlerimiz var. Zamansız köşesi aynı zamanda bir video yerleştirme projesinin bir parçası. 2012 yılı içerisinde görsel olarak röportajlar farklı bir format ile sergilecek. Sonuçta, görsel sanatlar ile ilgili bir radyo programının, işitsel kayıtlarının yanında, görsel olarak da izleyici ile buluşmasını istiyoruz. Bu şekilde program bir tür arşiv oluşturma özelliğini koruyor.

Berlin’de Zamansız köşesine ve Açık Radyo’ya karşı özel bir ilgi vardı. Bu yaptığımız iş açısından bizi sevindiren bir durum. Açık Dergi ekibine, Açık Radyo ailesine ve Eraslan Sağlam’a bu vesile ile de teşekkür etmek isterim.