"Baba Konuşabilir miyim?"

-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete’de, İstanbul’un 70 yıllık tarihini ve tabii bu arada kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin yakın tarihini otobiyografik bir anlatı şeklinde aktardığı Baba Konuşabilir miyim? başlıklı kitabını konuşmak üzere Yani Vlastos konuğumuzdu.

Dinlemek için:

İndirmek için: mp3, 33.7 Mb.

17 Nisan 2013 tarihinde Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Açık Gazete’nin podcast servisine ulaşmak için tıklayın.

Yani VlastosBaba Konuşabilir miyim?

İstos Yayınları,  2013,  296 sayfa

Kitabın tanıtım yazısından:

istospoli.com

Çengelköylü hemşerimiz Yani Vlastos, Atina'da Türkçe kaleme aldığı bu anı-romanında artık var olmayan bir kenti, anıların, suretlerin, kayıpların ve her daim umudun İstanbul'unu anlatıyor.

Bu şehrin insanları, aileleri, yangınları, serserilikleri, aşkları, inadı, tebessümleri, azınlığa düşen yürekleri, sarhoşlukları, şenliği ve sesizlikleri, Vlastos'un ailevi ve kişisel tarihinin sürükleyiciliği içinde yerlerini alıyor.

Galata'dan Kurtuluş'a elinde sefertasıyla yürüyen bir matbaa çırağının yoksulluğuyla adımlıyoruz Cadde-i Kebiri, Arnavut inadı giriyor kanımıza, filizleniyoruz; Boğaz kıyısında haylaz bir çocuk, 6 Eylül gecesi mana arayan gözler, Robert Kolej'de bir futbol ve edebiyat aşığı, Tahtakale'de genç bir oyuncakçı, Ankara ayazında 2 yıllık asker, Köy'de insanları için çaba gösteren bir cemaat temsilcisi ve nihayetinde Atina'da, Faliro'da denize karşı yine de İstanbul atan bir sekte-i kalp oluyoruz.

Karin Karakaşlı’nın “Baba Konuşabilir miyim?” hakkındaki yazısını okumak için tıklayın.

***

 

Ömer Madra: Bir konuğumuz olacak, kendisi Yani Vlastos, ‘Baba Konuşabilir miyim?’ başlıklı İstos Yayınları tarafından bu yılın başında yayınlanmış bir kitabı ancak şimdi ele alabileceğimiz –biraz gecikmeli olarak ele alıyoruz- son derece önemli bir bulduğumuz bir kitabın yazarı, yani Vlastos’la birazcık sohbet edeceğiz kitabı üzerine. İstanbul’un bir çeşit kişisel tarihi, son 60 yıllık diyebilirim, hatta 70 yıllık tarihini içeren Türkiye’nin bütün olaylarını da kapsayan otobiyografik bir anlatı kitabı. Onun üzerinde konuşacağız. Günaydın Yani!

 

Yani Vlastos: Günaydın!

 

Can Tonbil: Günaydın Yani Bey!

 

YV: Günaydın!

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz bizimle beraber olduğun için. Artık ‘sen’ diyorum çünkü aynı sınıftanız zaten.

 

YV: Öyleymiş, ben hatırlayamadım, daha sonra hatırlattılar.

 

ÖM: High School’dan geçen gruptan olduğumuz için biz çakışamadık ama biliyoruz gayet iyi birbirimizi.

 

YV: Ben ilkokuldan hemen sonra Kolej’e girmiştim.

 

ÖM: Her şeyden önce kitap için tebrik ve sevgilerimi iletmek istiyorum, benim de son derece kendi gençliğimi, benim kuşağımın bütün önemli iniş çıkışlarını da kapsayan çok başarılı bir kitap olmuş. Yani roman gibi ama roman olsa belki bu kadar etkili olmayabilecekti çünkü bütün anlatılanların birebir gerçek olduğunu hissettiren bir anlatım var. O yüzden tebriklerimizi sunabilirim.

 

YV: Çok teşekkür ederim, benim için de bu ayrıca bir sürpriz oldu çünkü ben bunu yazarken fazla büyük bir iddiam yoktu, sadece kendi hayatımdan veya çok yakınlarımın hayatından geçen bazı olayları tamamen objektif olarak yansıtmaya çalıştım, başka bir şey yapmadım.

 

ÖM: Oldukça da objektif olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İnsan ‘Heros and Villains’ şarkısını hatırlıyor, yani kahramanlar da var alçaklar da var ve bunlar bütün hayatın

 

YV: Hayatta herşey var.

 

ÖM: Evet hayat böyle bir şey zaten, ‘Beach Boys’un

 

YV: Hayat tek taraflı değil ki.

 

ÖM: Özellikle mesela bütün kendi hayatımızı, ben şunu sormakla başlayayım, kitap kesinlikle siyasi bir kitap değil ama ister istemez, özellikle de 68 jenerasyonunun çok iyi bildiği sloganla, duvar yazısıyla “herşey politiktir, dolayısıyla burada anlatılan herşey de politik”. 6-7 Eylül olaylarının tabii bizim mesela yakın çevremizde gerçekleşmesine rağmen İstanbul’da şimdi senin kitabında daha net olarak bizzat başından geçenleri anlattığın gibi çok derin etkileri bulunan bir şey. Biz çok yakında olmamıza rağmen öğrenemiyorduk çünkü belki de onun sebebi de kitabın başlığıyla izah edilebilir. Yani pek konuşulmuyordu bunlar. Nasıl yorumluyorsun bunu?

 

YV: O zamanlar 12 yaşındaki bir çocuğa -12 yaşındaydım o zamanlar- çok tesir eden bir olaydı bu 6-7 Eylül hadiseleri. Benim az kalsın mesela okula gitmememe sebep oluyordu. Zira 6-7 Eylül hadiselerinden sonra ailem beni sadece Türklerin bulunduğu bir okula göndermekten korkar oldu. Bu az kalsın benim Kolej’e girmememe sebep olacaktı. Fakat hadisenin özü, hadiselerin kendisi hem derin hem de değil aynı zamanda. Değil çünkü yapanlar derinlere inmedi, bunun yanı maşalar pek derinlere inerek yapmadı. Biliyorsunuz bugün bile biri bir cam kırar ondan sonra dükkanın tamamı kırılır. Böyle bir hadiseydi, ben bunu böyle vasıflandırıyorum. Türk milletinin her zaman yapabileceği bir olay olarak görmek istemiyorum.

 

ÖM: Buradaki tabii önemli şeylerden biri biz de olayların içinde aynı yaşlarda aşağı yukarı olmamıza rağmen ve aramızda da gerek Rum gerekse de Yahudi arkadaşlar, Ermeni arkadaşlar da olmasına rağmen bu meseleleri fazla konuşmadığımızı ve bir şekilde ancak şimdilerde bu senin yazdığın gibi kitaplar sayesine, işte biz de 2005’de yıldönümünde radyoda da bir belgesel yapmağa çalıştık. O zaman yazılanlardan okuyarak tekrar öğrendik tarihi. Yani burada bir susma ve olayları tam deşmeme, öğrenmeme eğilimi de var gibi geliyor. Buna ne dersin?

 

YV: Maalesef bu susma değildi, büyük bir çoğunluk bu olayları maalesef tasvip etti, bu olayları haklı gördü. Zira bu olayları yaratan sebepler uzun bir müddet sansasyon yarattı, su üstünde kaldı. Madem ki bizim kutsal saydığımız bir şeye el uzatılıyor, bomba atılıyor, biz bunu yapmakta haklıyız. Buna hala inananlar vardır belki, her şeye rağmen bütün bu söylediklerin başkalarının ağzından çıkmış olduğunu bilmelerine rağmen hala bunu haklı gösteren sebepler var. Belki bugün kamuoyu ters yönde gelişmiştir ama hala o eski günleri yad eden ve onların tekrar gelmesini arzu edecek insanlar vardır mutlaka. Çünkü bir toplumun 100%’ünün aynı yönde düşünmesine imkan ve ihtimal yok.

 

ÖM: Bu konuda bir iki şey daha akla geliyor hemen, medyanın rolü tabii biz de hasbel kader Açık Radyo olarak maalesef ana akım medya değilse de içindeyiz ve medyanın çok önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Özellikle mesela 1964’ten başlayan işte İstanbul’dan Yunan uyrukluların kovuluşu meselesi de kitabın 249-250. sayfalarında özellikle Türk basınında istisnasız İsmet İnönü hükümetinin Rumlara varlık vergisinden sonraki en büyük fakat aynı zamanda en başarılı darbesini öven yazılar çıkıyor mesela. Yani bu şimdi 6-7 Eylül’den 64’deki son büyük gidişe, exodus’a getiriyor.

 

YV: Evet hakikaten exodus, o zaman başladı.

 

ÖM: “Basın da o kadar taraflı ki, işi bozulduğu için fabrikasını kapatmış bir tanıdığımızın mesleği hanesine ‘jigolo’ yazmakta tereddüt etmiyordu” diye bir not var. Bu çok çarpıcı, üstelik de gene çok trajik diyebileceğimiz başka konular da var. Yani Türk ortaklarına Yunanistan’a kaçabilenler bir çok kişi de işyerlerini bedelsiz olarak Türk ortaklarına veya güvendikleri çalışanlarına devrediyorlar. Bunların bir kısmı bunlara tamamen el koyuyor, gasp ediyor.

 

YV: Öyle oldu gerçi ama bunun diğer tarafı da var, başka türlü davrananlar da çok. Yani bun tek taraflı olarak görmek mümkün değil.

 

ÖM: Değil tabii.

 

YV: Zaten ben bu ve bunun gibi olayları tek taraflı görmüş olsaydım ben bunları yazamazdım, herşey siyah olsaydı ben bunları yazamazdım. Hayat siyah değil, ne de beyaz tabii, hayat gri. Ben grinin bütün koyusunu, açığını hepsini yaşadım ve bunları yansıttım.

 

ÖM: Mesela şu çok ilginç, bireysel olarak da ortaya çıkan figürlerin rolleri de çok ilgi çekici; ninenin rolü mesela yani “ben korkarak, kaçarak yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim” diyen bir nine figürü var orada 70. sayfada mesela 6-7 Eylül sırasında. O kalıyor mesela “kaderimde bugün ölmek varsa hiç olmazsa köpek gibi kaçarak değil insan gibi kendi odamda öleyim” diyen ve bütün yalvarmalara rağmen odasından çıkmayı reddeden, hatta yağmacıların da, vandal grubunu yumuşattığı gibi bir olay var. Evet müthiş ilginç bir olay, ondan da biraz bahseder misin?

 

YV: Benim ortak.... olması hakikaten bizim için büyük sürpriz olmuştu, biz hepimiz adeta ayaklarımız titreye titreye evden giderken o kadın köşesinde hiç korkmadan böyle bayağı oturdu. Benim yaşım 12 idi. Bizim o geceden kalan tek şey bir arkadaşımın cebinden taşların dökülüşü.

 

ÖM: Bir de onu söyleyecektim.

 

YV: Bir de bodrumda iken düşen her taştan sonra dışarıdan gelen “helal olsun!” sesleri. Onları unutamıyorum ama birkaç gün sonra arkadaşımla tekrar oynadım tekrar hiçbir şey olmamış gibi konuştuk, hepimize geldi, evine gittim.

 

ÖM: Bu toplum psikolojisi açısından herhalde hem tarihsel hem de sosyolojik olarak epey araştırma konusu olmuştu bugüne kadar, bundan sonra da olacaktır herhalde. Beni de kitapta en çok vuran noktalardan biri bireysel olarak işte öğretmen Hulusi beyin tavrı yanlış hatırlamıyorsam ismini.

 

YV: Evet evet şahane bir insan, Allah gani gani rahmet eylesin.

 

ÖM: Ya da yüzbaşının mesela. Biraz onlardan da bahsedebilir miyiz?

 

YV: Bakın bunu söylemek icap eder ki, herşey bizim mahalle gibi değildi, hergün bizimle selamlaşan insanlar hepsi nankör değildi. Hergün bizimle selamlaşan, selamımıza selam verme büyüklüğünü gösteren bazı insanlar vardı ki ve bunu bilerek söylüyorum, hakikaten o insanlar için bize hitap etmek onların büyüklüğüydü. Biz sadece normal olarak hayatımızı kanunlar çerçevesinde yaşayan bir zümreydik. Çünkü biliyorsunuz azınlık vatandaşları umumiyetle kanunlara daha saygılı, daha dikkatlidir, normaldir. Biraz da belki yabacılık hissetmenin ve galiba gözaltında olduğunu bilmenin tesiri bu. Sonra demin dediğiniz gibi basın her zaman günün ortamına uyar maalesef, o zamanın basını hiçbir zaman azınlık vatandaşlarına yardım etmedi, bilakis ortama uyarak üstüne üstüne gitti. Sonra bunu da kabul etmek gerekir, o günleri iyi biliyoruz diyorsunuz, yani tarihin diğer taraflarını çok mu iyi biliyoruz da 6-7 Eylül hadiselerini bilmiyoruz. Onu sormak isterim ben size.

 

ÖM: Özellikle mesela “hiçbir şey siyah-beyaz değil şüphesiz, gri” dedin, elbette ben de buna biz de buna katılıyoruz.

 

YV: Muhtelif tonlar

 

ÖM: Çok, binlerce tonu olan bir şey, fakat mesela özellikle medyanın rolü, manipülatif rolü konusunda çok iyimser davranmaya imkan yok çünkü orada sözü geçen kitapta çeşitli yerlerde, hatta ordu da işte yüzbaşı, hatta bir tuğgeneralden de bahsediyorsunuz son derece objektif davranmağa çalışan bir takım insanlar da ortaya çıkıyor. Ona rağmen medyada bir tane bile yazı ben hatırlamıyorum o sırada bunların yanlış olabileceğini, insan haklarına aykırı ve her türlü vicdanı şeye. Orada basın gerçekten kara bir tablo çiziyor, buna katılır mısın?

 

YV: Ben bunu bugün değerlendirmek kolay, fakat o günlerde de onu değerlendirmek gayet kolaydı, bunun tersini yazmak kimin haddine? Kimse bunun tersini yazamazdı, daha çoğunu yazan daha çok okunuyordu, daha büyük daha iyi not alıyordu. Şimdi ben size 1957-58 yıllarında Peyami Safa’nın iki tane yazısı vardır, onları göndereyim. Dersiniz ki bu insan, bu büyük gazeteci bunları nasıl yazmış? Yazılarından bir tanesi “beğenmezlerse defolup gitsinler!” diye biter. ‘Defolup gitsinler’ dediği biz Rumlar. Bunu 1957-58 yıllarında, 1955 yılının 6-7 Eylül’ünden sonra yazmış, yazabilmiş ve inanmış.

 

ÖM: Fakat entelektüel cesaret örneklerini veren de önemli örnekler var ve medya içinde pek rastlanmıyor ama işte kitapta sözü edilen az sayıda da olsa önemli işte Hulusi öğretmen başta olmak üzere başka insanlar da var. Hatta askerde adı geçen Muzaffer gibi de sonradan da kendi özeleştirisini de kolaylıkla yapabilmiş birileri de var.

 

YV: Zaten ondan benim tam arkadaşım olduğuna inanabildim. Keşke sağ olsa da kendisini görebilsem günün birinde, Denizli’den Muzaffer Koç.

 

ÖM: Çok ilginç şeyler var fakat biraz kendine de haksızlık etmemelisin bence çünkü o basın için, medya için söylediğin kolay bir cesaret “kimse cesaret edemezdi” dediğin durumda, hem de askerlik ortamı içinde bir dayak olayına karşı çıkıp da komutana bunu eleştirme cesaretini gösterebildiğini, sonuç da aldığını anlatıyor. Onu da birazcık anlatır mısın dinleyicilerimize?

 

YV: İhtisas devresindeydim, teğmenimiz, muvazzaf, yedek subay çok sert bir subaydı, koğuşun içine girer, sonuna gidene kadar 5 kişiyi döverdi. Bir gün aynı şekilde eğitimde oldu bu, dayanamadım, bir ara 10 dakikalık bir ……da sormaya cesaret ettim. “Teğmenim haddim olmayarak bir şey sorabilir miyim?” “Söyle!” dedi böyle hakaretamiz bir şekilde, “muvazzaf bir subay ilk önce asker sonra insandır. Yedek bir subay ise ilk önce insan sonra askerdir. Sizde neden tersi oluyor?” dedim. Etraftakiler dondu! Ben dedim şimdi gelecek, şimdi vurmağa başlayacak. O an imdadıma düdük yetişti, tekrar çalışmağa başladık. “Sen yanımda kal!” dedi ve niçin bunun böyle olduğunu uzun uzun izah etmeğe başladı. Birkaç gün sonra beni koğuşçu yaptı, oradan ayrılana kadar mümkün olduğu zaman akşamları beraber içki içiyorduk.

 

ÖM: Beraber rakı içtiniz?

 

YV: İnşallah sağdır, Turhan Özhun adı, adını da söylemekten çekinmem.

 

ÖM: Böyle hakikaten çok inişli çıkışlı, tamamen insani karakterlerle de çok canlı, etnik, figürlerle yansıttığın bir kitap da hakikaten insan çok etkileniyor. Yani yalnız tarihi bir analiz gibi değil hayatın içinden yaşanıyor. Hele mesela inanılmayacak kadar trajikomik diyebileceğim olaylara da yer veriliyor, mesela bu 253. sayfadaki bir bedduanın çok kısa zamanda tutması olayı var “dilini eşek arısı soksun!”. Ondan da birazcık bahseder misin?

 

YV: İstanbul’daki son zamanlarda 4 arkadaşlık bir grubumuz vardı, biz aramızda denize gider, eğlenir, kağıt oynar, aramızda hanımlar da aynı şekilde onlar da oynardı. Arkadaşlardan biri Türk’tü, Allah rahmet eylesin, kendisi çok şahane bir çocuktu, hanımı biraz ona pek uymuyordu, çok diyemeyeceğim pek uymuyordu. Fakat seneler sonra onu da görünce tamamen değiştiğini gördüm, çok yakınımızdaydı artık. Neyse malum âliniz kaçan balık büyük olur. Neyse günün birinde konuşurken ağzından gavur kelimesi kaçtı. Bize söylemiyordu fakat söyledi, kocası böyle bir baktı ve “dilini eşek arısı soksun!” dedi. 5 dakika sonra su içerken dilini eşek arısı soktu inanır mısınız? İnanılmayacak bir şey.

 

ÖM: Hakikaten inanılmaz.

 

YY: Büyükada’dan Bostancı’ya zor götürdük. Çünkü Büyükada’daydık o zaman, yazlıktaydık, ben de kayınvalidemle kayınpederimde misafirdim, oraya zor götürdük ve hayatını kurtardık. Zira boğazı şişmeye başlamıştı, hayati tehlikeye girdi. Bir bedduanın o kadar kısa zamanda yerine gelmiş olması şaşılacak bir şey.

 

ÖM: Roman olarak yazmış olsaydın bunu mesela inanılmaz olurdu ama gerçekmiş.

 

YV: Hayır, yaşadım. Size bir şey söyleyeyim, benim bütün yazdıklarım 100% doğru, inanan inanır, inanmayan inanmaz!

 

ÖM: Elbette, hiç o konuda bir tereddüt de hissedilmiyor zaten gerek üsluptan gerekse olayların verilişindeki objektivite nedeniyle.

 

YV: Ondan başka bazı arkadaşlarım bana “tekrar yaz, bir daha yaz!” diyorlar. Onlara bunun olamayacağını söylüyorum, zira ben yaratıcı bir insan değilim, yaratamam. Eğer bu olaylar başımdan geçmeseydi ben onları yazamazdım. Artık yazacak başka bir şeyim yok, bunu genişletmek mümkün ama yok yapmayacağım, yapamam zaten.

 

ÖM: Çarpıcı noktalardan bir tanesi de şu, böyle Çengelköy’de geçiyor tabii gençliğinin önemli bir bölümü ve hem şu çarpıcı, çok yakın çevreden komşulardan, işte esnaftan insanların birdenbire topluluk halinde galeyana gelip bu barbarca yağma olaylarına filan katılıyor olması. Hoş her ne kadar diğer taraflardan daha sonra duyduğumuz çok sayıdaki ırza geçme, hatta cinayet olayları Allahtan Çengelköy’de sizin başınızdan geçmemiş fakat bir olay var ki mesela Çengelköy iskelesinin başındaki kayık iskelesine yanaşmak üzere olan arkadaşlarını beklerken herkesçe tanınan bir Çengelköy’lünün damadı Rumca olarak beni sandala davet eden arkadaşlarıma küfür etmeğe başladı. Ben de bir ara dayanamayıp “abi bir şey yapmadılar ki” deyince de senden çok daha iriyarı birisinin üzerine saldırarak seni denize atmağa çalışması, hatta boğmağa çalışması gibi bir dehşet verici olay var ve belki de tek kin kelimesinin ayakta kaldığı tek olay da bu galiba.

 

YV: Hayatta affetmediğim tek insandır, gerçi affetmek Allaha mahsus ama benim hayatta insan olarak affetmediğim tek insan budur. Hala o alkol kokan pis nefesini beni elleriyle yakamdan, elbiselerimden tutup denize atmak istediğini hala şu anda görüyor gibiyim. Yüzünü unutmadım, zaman zaman geliyor anamın babamın yüzünü unutuyorum, onun yüzünü unutmadım.

 

ÖM: Bundan hemen bir sayfa sonraki bir tespitin de çok çarpıcı geldi bize “bunlar aslında hepimizin karşılaştığı gündelik rutin olaylardı” diyorsun, yani “o zamanın revaçta olan suçlaması Türklüğe hakaretten yüzlerce azınlık mensubu mahkemelerde sürünmüş, bir kısmı hapse girmiş, bunlardan çok daha fazlasıysa paçayı kurtarmak için rüşvet vermeğe mecbur olmuştu” diyorsun ki bu çok önemli. İşte “vatandaş, Türkçe konuş”lar filan. Yani bunun rutin olması şu anda.

 

YV: Modaydı yani bir tür “vatandaş Türkçe konuş” modaydı o zaman, sonra Türklüğe hakaret, bayrağa hakaret en olağan şeyler. Bir kişinin yahut iki kişinin şahadetiyle hapse giren insanlar oldu, hapse girmekten başka eğer bir kişi hapse girdiyse 9’u ancak büyük rüşvetler vererek kurtuldu. Çünkü biliyorsunuz azınlık vatandaştan rüşvet almak çok kolay. Türk’ten rüşvet almak zordur, belki ihbar eder ama azınlık vatandaşın hiç ihbar ettiğini gördünüz mü siz? Ben görmedim o zamanlar.

 

ÖM: Ben de duymadım evet. Yavaş yavaş bitireceğiz maalesef bu güzel sohbeti, özellikle sormak istediğim soru zaten kitabın sonunda da kendisini açığa çıkaran cevabını da getiren bir şey ama ben gene de bunu da tartışmak istiyorum. Yani bütün bu çok olumsuz ırkçılığa varan bir milliyetçiliğin, ayrımcılığın kol gezdiği, hatta en yakın çevredeki insanların bile zaman zaman galeyana gelip bu saldırılara katıldığı bir ortama rağmen ve her zaman devlet bürokrasisinin de ayrım gözetmesine de rağmen buradan göçtükten sonra buradaki gruptan bazı insanların da Atina’da görmene rağmen aynı ortamın olmadığını ve mesela küçük, çok az görmüş olan ve hatırlayan kızının bile gene de İstanbul’u içinde büyük bir özlem olarak yaşattığını, senin de aynı şekilde yaşadığını söylüyorsun. Bu çelişkiyi nasıl izah ediyorsun? Çelişki mi bu bir kere, onu bilmiyorum da?

 

YV: Hayır çelişki değil. Bakın ben İstanbullu olmakla, İstanbul’da doğmuş olmakla iftihar ediyorum. Bunu dünyada kaç kişi söyleyebilir? İstanbullular söyleyebilir. Kime “ben Poli’denim” yani “İstanbul’danım” dediysem burada Atina’da daima “yaa, ah ben de gittim, ne güzel şehir” demişlerdir. Başa hangi şehir için bunu söyleyebilirsiniz? İstanbul bambaşka bir şehir. Sonra bakın bugün İstanbul’da sokağa çıkıp da 100 kişiye sorun nerelisiniz? Diye belki 1 belki de hiç İstanbullu bulamayacaksınız. Ben bununla iftihar etmeyeyim de ne yapayım?

 

ÖM: Evet.

 

YV: Ben İstanbulluyum, ben kendimi bildim bileli babam da İstanbulluydu, dedem de İstanbulluydu, daha gerisini bilmiyorum. Bu bir iftihar vesilesi değil de nedir?

 

ÖM: Evet İstanbulluluk dışında Arnavutluk, Rumluk, Türklük, Müslümanlık, hıristiyanlık pek fark etmiyor. Ayrıca o klise, papaz hikayesi

 

YV: Dinim de o, ırkım da o İstanbul, İstanbul, İstanbul. Başka bir şey diyemiyorum.

 

ÖM: Bir de şunu hatırladım, bu ayrılık kararı verildikten sonra ayrılık gecesi hatta Tepebaşı’ndan kalkan otobüs tam görüşülürken

 

YV: O bir arkadaşım giderken olan bir vaka.

 

ÖM: Fakat onu da savunan Macit’i de burada anmak lazım.

 

YV: İşte Macit o 4’lü grubumuzun dördüncüsü. O da şahane bir insandı.

 

ÖM: Yerde kırılan şişenin boğazını alıp silah gibi elinden tutarak atılan şişelerin geldiğini tahmin ettiği yöne doğru yürüyüp meydan okuyor.

 

YV: Onlar bir kişi değildi, o meydan okuduğu şahıslar bir kişi değildi, bir kişiden çok daha fazlaydı fakat hepsi dağıldılar.

 

ÖM: “Sizin yüzünüzden bugün ben en iyi arkadaşımı kaybediyorum, gelin de hıncımı sizden alayım cesaretiniz varsa!” diyor.

 

YV: Evet.

 

ÖM: Evet çok önemli bir, yani çok ilginç tanıklıklar var.

 

YV: Ben kapatmadan evvel bir tek şey daha söylemek isterim. ‘İstanbul’a dönün!’ diye bir moda var, bir çağrı var. ‘Herşey şimdi çok daha güzel, herşey güzel, gelin buraya!’ diye bir çağrı var. Fakat bakın bunun bir yönü var ki çok acı, İstanbullu Rumlar 120 bin kişi iken, ki bir zamanlar 1955 yıllarında o kadardı aşağı yukarı, adeta Türk devletinin elinde Batı Trakya Türklerine karşı bir rehine, bugün 2500 kişi hala öyle, niçin böyle diyeceksiniz. Yılların bir problemi var mesela Ruhban okulu. Bakın maalesef o Ruhban okulunun çalışması Batı Trakya Türklerinin bazı haklarına bağlanıyor, Atina’da kurulacak caminin inşasına bağlanıyor. Bu 2500 Rum’un hala bir rehin olarak görülmesi değil de nedir? 10 bin kişi olduğunu kabul edelim, yarın olacak bir sürprizden kim emin olabilir? Zor, çok zor.

 

ÖM: Evet kitaba adını veren cümle de zaten kızının söylediği ilk Yunanistan’a geldiği anda “Baba konuşabilir miyim?” diyor.

 

YV: Fakat her şeye rağmen ben her zaman için tekrar İstanbullu olmak isterim. Tabii vaktim yok artık, vaktimiz az ama her şeye rağmen İstanbul’u tekrar yaşamak, içinde olmak isterim.

 

ÖM: Buraya yolunuz her düştüğünde hem Açık Radyo’ya hem de evlerimize davet ettiğimizi söylemeğe bile gerek yok.

YV: Teşekkür ederim.

 

ÖM: Kitabını adadığın sınıfın bir mensubu olarak bunu özellikle Robert Kolej 64 sınıfına ithaf edilmiş bu kitap, o sınıfın mezunlarından biri de ben olarak bunu kişisel olarak tekrarlamak isterim doğrusu.

 

YV: Çok teşekkür ederim.

 

ÖM: Kitap için de çok teşekkürler. Kapatırken de kitapta adı geçen Kazancidis’ten bir parça çalalım, Efuge diye okuyoruz, nasıl okunduğunu bilmiyorum ama “bitti gitti” anlamında.

 

YV: Efiye.

 

ÖM: Onu çalarak da gidiyoruz. Yani Vlastos çok teşekkür ederiz.

 

YV: Ben teşekkür ederim Ömer bey.

 

ÖM: Görüşmek üzere.

 

YV: Sağolun