26 Haziran 2004
Seymour Hersh
2003 yılının Temmuz ayında Başkan Bush’un Irak zaferini ilanından iki ay sonra, savaş biteceği yerde çok daha kritik bir noktaya ulaştı. Başından beri savaşın yılmaz destekçilerinden biri olan İsrail, geçen yaz, işgal yönetimini, başını Amerika’nın çektiği işgal kuvvetlerinin, yükselen bir direniş hareketiyle -bomba ve suikast saldırılarıyla - karşı karşıya kalacağı konusunda uyarmıştı. İsrail gizli servisinin Irak bürosu, direnişçilerin İran gizli servisi ve İran - Irak sınırındaki yabancı mücahitler tarafından desteklendiğini bildiriyordu. İsrailliler, ABD’nin 900 mil uzunluğundaki sınır bölgesini ne pahasına olursa olsun kapatması gerektiği konusunda ısrar ediyorlardı.
Ne var ki, sınırlar açık bırakıldı. Washington Enstitüsü Yakın Doğu Siyaseti Bölümü Müdür Yardımcısı olan ve Beyaz Saray’la sıkı bağları olan Patrick Clawson bu konuyu şu şekilde yorumluyordu: “Bush yönetimi, İsrail istihbaratının İran’la ilgili verilerini kaale almıyor değildi. Kuşkusuz geçen yaz, sınırları kapatmak için bir çaba göstermedik. Ne var ki, bizim düşüncemiz sınırı geçen sıradan İranlıların diğer İranlılarla bir etkileşim içinde olacağı yönündeydi. Her gün, binlerce İranlı diğer tarafa geçiyordu; örneğin bir kısmı hacca gitmek için sınırı geçmekteydi. Bizim karşı karşıya olduğumuz soru şuydu: ‘Bunu yapmaya değer mi? Biz, Iraklıları tecrit etmek istiyor muyuz?’ İranlılar, silahlarını bize doğrultup ateş açmadıkları sürece buna değerdi.”
Clawson, sözlerine şöyle devam ediyordu: “İsrailliler, geçen yaz bize kuvvetle karşı koydular. Endişeleri belliydi: İranlıların, Irak’ta çeşitli sosyal örgütler kuracaklarını ve bu örgütlerin Amerikalılara direnen örgütlere direnişçi sağlayacağını düşünüyorlardı.
Artan şiddet olayları ile ilgili uyarılar doğru çıktı. Ağustos ayının başında, işgale karşı direniş patlak verdi. Bağdat’taki Ürdün Büyükelçiliği’ne ve Birleşmiş Milletler binasına atılan bombalar sonucu 42 kişi öldü. Eski bir İsrail istihbarat birimi çalışanı, İsrail yönetiminin ABD’nin İran’le yüzleşmek istemediği sonucuna vardığını bildiriyordu.”Bu yöntem, Irak’taki durumu kurtarmaya yetmez. Her şey bitti. ABD, Irak’ta askeri olarak yenilgiye uğratılamaz ancak ABD, Irak’ta politik olarak yenilgiye uğrayabilir.” diyordu.
Geçen yıla kadar Milli Güvenlik Konseyi’nde çalışan eski CIA uzmanı Flynt Leverett, şimdi Saban Merkezi’nde Orta Doğu Siyaseti üzerinde çalışmakta. Kendisi geçen yazın sonlarına doğru bana şöyle bir açıklamada bulunmuştu: “ Yönetim, ‘Görevimizi tamamladık’ açıklamasını yaptıktan sonra bile - Bush’un Mayıs ayında yaptığı konuşmaya atfen - geriye dönüp , aslında şartların yeterince olgunlaşmamış olduğunu kabul edebilirdi. Bush yönetimi, müteffiklerine başvurup, daha fazla asker temin edebilirdi. Ancak neocon’lar bataklığa saplanmıştı -‘Biz, bu işi tek başımıza halledeceğiz’ diyorlardı”
Leverett sözlerine şöyle devam ediyordu: “ Başkan, iki seçeneği olduğunu çok geç kavradı. Ya stratejik bir değişiklik yapacaktı ya da eğer tek taraflı kontrol konusunda ısrarcı olacaksa daha da sertleşecek ve direnişçileri ele geçirecekti.” Böylece yönetim, Guantánamo modelini Irak’ta uygulamaya karar verdi -sorgulama yöntemleriyle ilgili bütün kurallar bir kenara bırakıldı. Bu kararla, direnişi bastırmak mümkün olmadığı gibi nihayetinde Ebu Garib hapishanesindeki skandale yol açtı.
Kasım ayının başında Bağdat’taki CIA merkezi tarafından Başkan’a sunulan Aardwolf raporu, Irak’ta güvenliğin çöktüğünü gösteriyordu. Knight-Ridder’in belirttiğine göre rapor, ”Savaş sonrası Iraklı politik kurum ve liderlerin hicbirinin ülkeyi yönetecek; seçimleri ve taslak anayasayı hazırlayacak kabiliyette olmadığını gösteriyordu.”.
Birkaç gün sonra, Bush yönetimi, artan şiddetin ve elde edilen istihbaratın etkisi altında, sonunda tek-başına-yola-devam-etme polikasını değiştirmeye karar verdi. Birleşmiş Milletler’i Irak’taki yönetim sürecine dahil edecek ortamı hazırlama imkanı veren 30 Haziran’ı, egemenliğin geçici yönetime devredileceği tarih olarak belirledi.
Savaşı desteklemiş olan eski bir işgal gücü memuru, geçtiğimiz sonbaharda Irak’ta cesaret kırıcı bir seyahate çıktı. Daha sonra da Tel Aviv’e gitti ve görüştüğü İsraillilerin de aynı derecede ümitsiz olduğunu gördü. Uyarıların ve önerilerin Amerikalılar tarafından dikkate alınmadığına şahit olmuşlardı. Bu arada Amerikalıların direnişe karşı sürdürdükleri savaş tökezlemeye devam ediyordu. “ İsrail politikasının önde gelen üyeleri ve istihbarat servisi ile saatlerce konuştum” diye anlatıyordu memur. Onların endişesi şuydu: ‘ Siz, Irak’ta işleri yoluna koyamayacaksınız. Bizim en kötü ihtimaller üzerine kafa yormamız ve bunlarla nasıl başa çıkacağımız konusunda plan yapmamız gerekmiyor mu?’
Bush yönetiminin Irak’ı işgalini destekleyen İsrail eski Başbakanı Ehud Barak, bu noktada devreye girdi. Amerika’nın Irak’taki savaşta yenilmekte olduğunu belirterek Başkan Yardımcısı Dick Cheney’i özel olarak uyardı. Barak’a yakın bir Amerikalıya göre Barak Cheney’e, “İsrail, işgali kazanmanın hiç bir yolu olmadığını öğrendi. Geriye sadece ne kadar rezil olacağınızı seçmek kalıyor ” demişti. Cheney, Barak’ın bu görüşüne tepki vermedi. (Konuyla ilgili yorum yapmayı reddetti)
Avrupa, Ortadoğu ve ABD’de yaptığım bir dizi mülâkatın sonucunda öğrendiğim kadarıyla, Bush yönetiminin Irak’a istikrar veya demokrasi getiremeyeceği sonucuna, İsrail geçtiğimiz yılın sonunda varmıştı. Bu yüzden İsrail’in başka alternatiflere ihtiyacı vardı. Savaşın İsrail’in stratejik konumuna verdiği zararı azaltmak amacıyla Ariel Şaron hükümetinin, Iraklı Kürtlerle olan ilişkileri geliştirmek ve yarı özerk Kürdistan bölgesini desteklemek niyetinde olduğunu bana aktarmışlardı. Bazı yetkililer, İsrail’i ağır bir maddi taahhüt altına sokan Şaron kararlarından bahsediyordu. Bu kararlar, büyük olasılıkla Irak’taki direnişi ve kaosu pervasızca arttıracaktı.
İsrail istihbarat birimleri ile askeri yetkilileri, şu an Kürdistan’da sessiz sedasız çalışarak Kürt komando birliklerine eğitim veriyorlar. Daha da önemlisi, İran ve Suriye’deki Kürt bölgelerinde gizli saklı operasyonlar yürütüyorlar. İsrail, özellikle bölgedeki pozisyonu savaşla birlikte güçlenmiş olan İran’ın kendisini tehdit ettiğini düşünüyor. İsrailli istihbarat yetkilileri arasında, İsrail’in yurt dışında da faaliyet gösteren istihbarat servisi Mossad’ın yetkilileri bulunuyor. Bu kişiler bazen İsrail pasaportu taşımadan Kürdistan’da iş adamı kılığında dolaşıyorlar.
İsrail’in Washington Büyükelçiliği sözcüsü Mark Regev, şu yorumu yapıyor: “ Bu hikaye baştan aşağı asılsız ve ilgili hükümetler de bunun farkında.”Kürt yetkililer ve Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınıyor.
Ne var ki, geçen hafta üst düzey bir CIA çalışanı bana verdiği bir mülâkatta, İsraillilerin Kürdistan’da faaliyet gösterdiklerini doğruladı. Kendisinin aktardığına göre, İsrailliler fazla seçenekleri olmadığını düşünüyor: “ İsrailliler, orada olmaları gerektiğini düşünüyorlar.” İsraillilerin bu konuyla ilgili olarak Washington’dan onay alıp almadığını sorduğumda, güldü ve “Sen İsraillilere ne yapmaları gerektiğini söyleyebilecek herhangi bir insan tanıyor musun ? Onlar her zaman kendi menfaatlerinin gerektirdiği yönde ilerlerler.” dedi. Ayrıca, İsrail’in Kürdistan’daki varlığının Amerikan istihbarat servislerince bilindiğini de ekledi.
İsrail’in Kürdistan’da ayağını basacak sağlam bir yer arama çabası, ki İsrail istihbarat servisinin eski çalışanları bu çabayı ‘B Planı ‘ olarak tanımlıyor, İsrail’le Türkiye arasında da gerginlik yarattı. Bu durum, Türk politikacıların tepkisini çekerek bölgede küçümsenmeyecek sayıda Kürt azınlığın yaşadığı üç ülke olan İran, Suriye ve Türkiye arasında yeni bir ittifak doğmasına sebep oldu. Emekli C.I.A terörle mücadele uzmanı Vincent Cannistraro ve 1980’lerin sonunda İstanbul’daki C.I.A. merkezinde müdür yardımcısı olarak çalışmış olan Philip Giraldi tarafından çıkarılan ve özel bir dağıtım ağı olan istihbarat gazetesi Intel Brief Haziran ayının başında şu haberi veriyordu:
Türk kaynakların gizlice bildirdiğine göre, Türkler, İsrail’in Kürdistan’daki varlığından ve Kürtlerin bağımsız bir devlet kurma çabasını teşvik etmesinden büyük endişe duymakta.... Kuzey Irak’ta süren geniş çaplı İsrail istihbarat operasyonları, Suriye karşıtı faaliyetlerle İran karşıtı faaliyetleri birleştirerek kendi hükümetlerine karşı çıkan İranlı Kürtlerle Suriyeli Kürtlere de destek sağlıyor.
1. Körfez Savaşından beri, Kürtlerin yaşadığı bölgenin uluslararası uçuşa kapatılması ve B.M. tarafından ülkenin petrol gelirinden kendilerine pay verilmesi ile Iraklı Kürtler, Irak’ın kuzeyindeki üç eyalette geniş çaplı bağımsızlık kazanmayı başardılar. Ne var ki pek çok Kürt, tarihi “ Kürdistan” Irak sınırlarını aşıp İran, Suriye ve Türkiye’nin bazı bölgelerini de kapsadığı için oldukça hassas.Bu üç ülke, 30 Haziran’dan sonra koşullarda bir ilerleme sağlanmazsa, Kürdistan’ın geçici hükümetten ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesinden korkuyor.
İsrail’in Kürdistan’daki faaliyeti ise yeni değil. İsrail, Ortadoğu’da Arap olmayan milletlerle mütteffik olma stratejisinin bir parçası olarak , 1996 ve 1997 yıllarında, Irak’a karşı bir Kürt isyanını bizzat destekledi. 1975’te Washington, Iran Şah’ının Kürtlerin amaçlarını desteklemekten vazgeçmesi kararına uyarak Kürtlere ihanet etti.
İhanet ve şiddet, son yirmi yılın kuralı haline geldi. Irak’taki Kürtler, kendilerine karşı hava saldırıları düzenleyen ve kimyasal silahlar kullanan Saddam Hüseyin tarafından şiddetle bastırıldılar. 1984 yılında Kürdistan İşçi Partisi veya PKK., Türkiye’de onbeş yıl süren bölücü bir şiddet kampanyası başlattı. Sonunda çoğu Kürt otuz binden fazla insan öldürüldü. Türk hükümeti, bölücülere şiddet uyguladı ve en sonunda P.K.K.nın lideri Abdullah Öcalan’ı yakaladı. Geçtiğimiz ay, P.K.K. yeni adıyla Kongra-Gel, beş yıl süren ateşkesi tek taraflı olarak bitireceğini ve Türk vatandaşlarını yeniden hedef alacağını bildirdi.
Ay başında ABD, Irak’ta egemenliğin yeniden tesis edilmesi hususunda BM’e başvurmaya karar verince Iraklı Kürt liderler öfkelendiler. Geçici anayasa ile kendilerine tanınan hakları kaybedecekleri korkusu ile Kürt liderler derhal Başkan Bush’a bir mektup yazarak geçici anyasadaki haklarının korunacağına dair kendilerine teminat verilmez ise Şii kontrolü altındaki yeni bir hükümete dahil olmayacaklarını bildirdiler. Mektupta, “Kürt halkı, ikinci sınıf vatandaş olmayı kabul etmeyecektir” denildi.
Kürtlerin, çevresindeki petrol bölgesi ile birlikte Kerkük’ü ele geçirmesinden de korkuluyor. Kerkük, şu anda Arap kökenli Iraklıların güdümünde. Saddam Hüseyin’in bölgeyi “araplaştırma” kampanyası sonucunda 1997 yılının başında Arap kökenli Iraklılar bu bölgeye yığılmıştı. Ne var ki, Kürtler, Kerkük’ü ve çevresindeki petrol bölgesini anavatanlarının bir parçası olarak görüyorlar. Irak üzerinde çalışan Amerikalı bir askeri uzman konuyla ilgili olarak “ Şayet Kerkük, Kürtler tarafından tehdit edilirse, Sünni direnişçiler Türkmenlerle birlikte bölgeye girer ve burada bir vahşet yaşanır” demişti. “ Kürtler, Kerkük’ü ele geçirse dahi, petrolü ülkeden çıkaramazlar çünkü boru hatları Sünni Arap bölgesinden geçiyor.”
Üst düzey bir Alman milli güvenlik yetkilisi de bir röportajda bana şunları aktarmıştı: “ Yeterince petrolü olan bağımsız bir Kürdistan, Suriye, İran ve Türkiye için çok büyük sonuçlar doğurur.” Irak’taki sonuç ne olursa olsun, bu durum, Ortadoğu’da kalıcı bir istikrarsızlığa sebep olur. Yine üst düzeyde yetkili başka bir Alman’a göre, Bush yönetiminin -özellikle Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in- bağımsız bir Kürdistan’a göz yumabileceğine dair bir inanış var : “Bağımsız bir Kürdistan’a izin vermek çok büyük bir yanlışlık olur. Bu, yeni bir İsrail demek yani birbirine düşman milletlerin arasında bir parya devlet.”
Bağımsızlık ilanı, Türklerin de tepkisine - muhtemelen de bir savaşa - ve İsrail’in önemli bir mütteffiğini kaybetmesine yol açacaktır. Geçtiğimiz on yıl boyunca, İsrail ve Türkiye diplomatik ve ekonomik konularda güçlü ortaklıklar kurdular. Binlerce İsrailli her yıl turist olarak Türkiye’ye gidiyor. Türkiye’nin Irak savaşına karşı çıkması ilişkileri germişti. Türkiye’nin yüzü halen Batı’ya dönük ve İslami bir partinin 2002 yılındaki seçimlerden zaferle çıkmış olmasına rağmen halen göreceli olarak laik bir ülke. Türkiye şu an AB’ye kabul edilmek için uğraşıyor. Türkiye ile Suriye’nin arası yıllardır açık, öyle ki bu durum zaman zaman ciddi ihtilaflara kadar varabiliyor. Türkiye ile İran ise uzun süredir birbirine rakip iki ülke. Türkiye’nin Batı yanlısı duruşu ve İran’ın katı teokrasisi tansiyonu yükselten konulardan biri. Ancak iki ülkenin Kürtlere karşı olan duyarlılığı, bütün bu farklılıkların ötesine geçmiş durumda.
Geçen ay yapılan bir röportajda Avrupalı bir Dışişleri Bakanı, “Türkiye ile İsrail arasındaki ittifakın ‘havaya uçurulması’ bölge için büyük bir aksilik olacaktır.Kaosu önlemek için komşuların ortak bir varlık için çalışmasını sağlamalısınız.” diyordu.
Ancak İsrail, Kürdistan hariç , bütün komşularını düşman ülke olarak görüyor. İsrail, İran’ın nükleer silahlar geliştirmenin eşiğinde olduğuna ve Gazze Şeridi’nden çekilirken İran’ın Suriye’nin yardımıyla Filistin terörünü desteklemeyi planladığına ikna olmuş durumda.
Eski bir Amerikalı istihbarat uzmanının söylediğine göre Mukteda El Sadr gibi Iraklı Şii liderler, İsrailli liderler tarafından İran’ın “ atları” olarak görülüyorlar.Yani İran tarafından destekleniyorlar – bunlar, Amerika’nın yönlendirdiği koalisyona meydan okumadaki başarılarını, İran’ın sağladığı lojistik, komünikasyon ve eğitim desteğine borçlular. Bu istihbarat uzmanı, “ Biz, geçen yaz örgütsel eğitim söylentilerini duymaya başladık. Ancak Beyaz Saray bunu duymak istemiyordu: “ Şu an başka bir problemle uğraşamayız. İranlılarla mücadele edemeyiz” diyordu.”
Geçtiğimiz yaz ele geçirdiğim bir evrağa göre, Bush yönetimi Deniz Kuvvetlerini Stuart Operasyonu adı verilen detaylı bir plan üzerinde çalıştırıyordu. Plana göre, Sadr yakalanacak; gerekirse bir suikast düzenlenecekti. Ancak eski bir istihbarat uzmanından öğrendiğim kadarıyla Sadr’ın “ihtar edildiği” anlaşılınca operasyon iptal edildi. Yedi ay sonra, Sadr bütün kışı hareketine destek sağlamak için geçirdikten sonra, Amerikan yanlısı koalisyon Sadr’ın gazetesini kapattı. Böylece Sadr’ı zayıflatacak bir kriz yaratıldı ve 30 Haziran’dan sonraki siyasi ve askeri entrikalarda hoş karşılanmayan bir rol oynaması sağlama alındı.
“İsrail’in 30 Haziran’dan sonraki amacı, Şii milislere, özellikle Irak’ın güneyinde İsrail’in arzu ettiği düzene düşmanlık besleyenlere karşı bir denge sağlamak için, Kürt komandolarını organize etmek olacaktır “ diyor eski istihbarat uzmanı. “ Elbette fanatik bir Sünni Baas milisi, Saddam Hüseyin kadar İsrail’e düşman biri kontrolü ele geçirirse, İsrail, Kürtleri onun da üzerine salacaktır.” Peşmerge olarak bilinen Kürt kolluk kuvvetleri yaklaşık olarak 75.000 kişiden oluşyor. Bu, Sünni ve Şii olarak bilinen milislerin çok çok üzerinde bir rakam.
İsrailli eski istihbarat uzmanı, İsrail’in Kürt komando birliklerini geçen yıldan beri kendi gizli komando birlikleri Mistaravim kadar etkili olacak şekilde eğittiğini de doğruladı. İsrailin Kürtleri desteklemekteki birinci amacı , Amerikan komando birliklerinin yapamadığını onlara yaptırtmaktı – nüfuz etme, istihbarat toplama ve daha sonra da Irak’taki Şii ve Sünni direnişçilerin liderlerini öldürme.( Şu ana kadar bu hedeflerden birine ulaşılıp ulaşılamadığını öğrenemedim.) “Direnişi bu şekilde kırabileceklerini hissediyorlardı “ diyor istihbarat uzmanı. “ Ancak Kürt - İsrail ilişkisinin gelişmesi, Türkleri çok endişelendiriyor. Irak için eğitilmiş bu Kürt komandoları, Türkiye’ye sızıp saldırılar düzenleyebilirler.”
“Kürdistan -İsrail işbirliği kaçınılmaz olarak gelişti. Bazı İsrailli yetkililer, Kürt komandoları ile birlikte sınırı aşarak İran’a girdiler ve İran’daki kuşkulu nükleer tesislere hassas cihazlar yerleştirdiler. İsrail Kürtleri her zaman Makyavelci bir tarzda, Saddam’a karşı denge unsuru olarak desteklemiştir. Bu reel politiktir.” diyor İsrailli istihabarat uzmanı ve devam ediyor “Kürtler, İsrail’in İran, Irak ve Suriye’deki gözü, kulağı oldu. Bu, Bush yönetimi için kabul edilemez değil.”
Üst düzey Alman yetkililer de telaşla, kendi istihbarat servislerinin de İsrail’in gücünü Kürdistan’da kullandığına dair delliler ele geçirdiğini ve İsrail’in İran ve Suriye’deki Kürt gruplarını istihbarat ve operasyonel amaçlarla kullandığını söylediler. Suriyeli ve Lübnanlı yetkililer, Suriye’de Mart ayında patlak veren şiddetli protestolarda İsrail istihbaratının parmağı olduğuna inanıyor. Çatışmalarda Suriyeli Kürt muhalifler, Suriyeli askerlerle karşı karşıya gelmiş ve en az otuz kişi ölmüştü. (17 milyon nüfuslu Suriye’de 2 milyon Kürt yaşamakta) Çatışmaların çoğu, Suriye-Türkiye sınırındaki şehirlerle Irak’ın Kürt kontrolündeki bölgesinde yaşandı. Lübnan Enformasyon Bakanı Michel Samaha konuyla ilgili olarak, ‘Kürtler, Suriye Devlet Başkanı Beşir Esad’a karşı isyan etmek üzereyken bizim hükümetimizin elinde İsrail’in “Kürtleri, Irak, Suriye, Türkiye ve İran’da savaşa hazırladığına” dair deliller vardı. Onları, komando operasyonlarına hazırlıyorlar.’ diyor.
En üst düzeydeki Alman milli güvenlik yetkililerinden biri bana, Bush yönetimin İran’ı sürekli olarak yanlış değerlendirdiğine inandığını söyledi :“ İranlılar, Amerikalılar’ı Irak’a bağlamak istiyordu ve onları orada meşgul etmek istiyorlardı ama kaos istemiyorlardı.” Yine başka bir Alman üst düzey yetkili konuyu şu şekilde değerlendirdi: “ Kritik soru şu: ‘ İsrail’le sıkı bağları olan bağımsız bir Kürt devleti kurulursa İran’ın tepkisi ne olacak?’ İran, sınırlarında bir İsrail uçak gemisi - askeri bir kale- istemez.
Avrupalı başka bir yetkili de şöyle diyordu: “ Kendilerine bir şey vaat edilirse, İranlılar Irak’ın güneyinde olumlu şeyler yaparlar. Ancak Washington buna müsade etmez. Bush yönetimi, İranlılardan yardım istemez. Suriyelilerden de isteyemez. Peki ABD’yi kim kurtaracak? “ Yetkili, Amerikan’ın Irak’ı işgal ettiği ilk günlerde bazı üst düzey Avrupalı yetkililerin, İran’daki meslektaşlarına “ Bu bölgede kazanan kişi siz olacaksınız” dediğini de sözlerine ekledi.
İran’ın bütün itirazlara rağmen nükleer bombalar üzerinde gizlice çalıştığına inanan İsrail, tek başına değil. Bu ayın başında nükleer silahların yaygınlığını izlemekle yükümlü Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu beşinci üç aylık raporunu yayınladı. Raporda, İran’ın nükleer silah üretiminde kullanılabilecek materyalleri farklı bir şekilde yansıttığı belirtiliyordu. Endişelerin çoğu Natanz’daki bir tesise yapılan yatırımlarla ilgiliydi. Natanz, İran - Irak sınırına 250 mil uzaklıkta. Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu, daha önce yapılan araştırmalarda , tesiste uranyumlu silahların bulunduğuna işaret eden santrifüjler bulmuştu. Halen inşaat halinde olan bu büyük kompleksin yüzölçümü 243.000 metrekare ve bir kaç ay içinde de çatının kumla kapatılmasına izin veren bir tasarımla tesisin üzeri kapatılacak. “İnşaat bittiğinde tesis, uydudan görüntülenemeyecek. İranlılar, yer altına da bir kaç kat daha ekleyebilirler.” diyor bir Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu yetkilisi. “ Sorun şu: İsrailliler, İran’ı vuracak mı?”
Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu Başkanı Muhammed El Baradey, “askeri bir programla ilgili olarak ellerinde somut delliler olmadığını, dolayısıyla herhangi bir yargıda bulunmak için erken olduğunu” defalarca söyledi. B.M. nükleer silah müfettişi David Albright da, Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu’nun bu iddiasını destekledi. Albright bana “nükleer silahların varlığına dair ABD’nin elinde somut bir kanıt yok . Bu, yalnızca dışarıdan yapılan bir müdahele. Ateşlenmiş bir silah yok“ demişti.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu yetkililerinin bana aktardığına göre kurulun liderleri, İran Dışişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından gizlice ihtar edilmiş.Dışişleri Bakanlığı yetkilileri “ Bizler, ülkeyi yöneten radikal dinci ve askeri liderlerden bilgi almada zorlanıyoruz. Bizler, diplomatız ve kendi insanlarımızdan hikayenin tümünü öğrenip öğrenemediğimizi bilmiyoruz.” demişler. Bush yönetiminin Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu’na İran’da gizli nükleer tesisler olduğunu defalarca söylediğini de eklemişler. Bush yönetimi, bu bilgilerin İran’a ulaşacağı kaygısıyla bu konu hakkında daha fazla açıklama yapmayacaktır.
Yakın Doğu Siyaseti Enstitüsü’nden Patrick Clawson, Bush yönetiminin bilgi aktarmadaki isteksizliği ile ilgili olarak başka bir açıklama getiriyor. “ Eğer ben bir tesis tespit etseydim, muhtemelen tesis derhal yok edilirdi ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu incelemeye yapmaya geldiğinde de burada hiç bir şey bulamazdı çünkü uluslararası teftişlerin organize edilmesi genellikle haftalar sürer.” diyor. Amerikan istihbaratı, Irak’taki kitle imha silahları ile ilgili düzenlediği hatalı raporlardon dolayı zaten sabıkalı. “En iyisi “ diyor Clawson, “Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu’nu bu araştırmada tek başına bırakarak orada bir tesis olduğunu somut delillerle birlikte ortaya koymasını beklemek.
Clawson, bana İsrail’in ezici milli güvenlik meselesinin İran olması gerektiğini söyledi. : “İsrail, bağımsız bir Kürdistan’a izin vererek İran’daki nükleer çalışmaları izleyebilecektir. Böylece orada olmaları gerekmeyecektir.”
Amerikan istihbarat servisinin eski yetkililerinden biri “İsrail’in Kürdistan’la olan bağları, Türkiye ile olan işbirliğini geliştirmekten çok daha kıymetli“ diyor. “Biz Türkiye’yi seviyoruz, ancak İran’a da baskı yapmamız gerekiyor. Irak’ta ABD’ye en yakın grup Kürtler. Tek sorun, Amerikalıların bunu Türklere nasıl kabul ettirecekleri” diyor, İsrail istihbarat servisinden eski bir yetkili.
Bunu Türklere kabul ettirmenin imkânı yok. Ankara’da görüştüğüm bir Türk yetkili durumu bana şu şekilde izah etti: “ Savaştan önce İsrail Kürdistan’da faaldi, şu an yine faal. Bu, bizim için çok tehlikeli. Onlar için de tehlikeli. Biz, Irak’ın bölündüğünü görmek istemiyoruz ve bu durumu görmezlikten gelmeyeceğiz.” Sözlerine Türkçe’de çok kullanılan bir atasözü ile devam etti. “ Biz, pire için yorgan yakarız. Kürtlere “ Biz, sizden korkmuyoruz ama siz bizden korkmalısınız” dedik.” (Daha sonra görüştüğüm başka bir Türk diplomat daha doğrudan konuştu : “Türkiye’nin prestijinin Irak’ı bir arada tutmaktan geçtiğini, biz İsrailli ve Kürt dostlarımıza söylüyoruz. Alternatif çözümleri desteklemeyeceğiz.” )
“Sonuç olarak Irak bölünürse, bu Ortadoğu’ya daha fazla kan, gözyaşı ve acı getirecektir ve bunun sorumlusu da siz olacaksınız.” diyor üst düzey bir Türk yetkili. “ Meksika’dan Rusya’ya herkes, ABD’nin Irak’ta gizli emelleri olduğuna inanacaktır: Irak’ı bölmek için Irak’a geldiniz. Irak bölünürse, Amerika bunu dünyaya izah edemez.” Yetkili, durumu Yugoslavya’nın bölünmesi ile kıyasladı ancak sözlerine şöyle devam etti: “ Balkanlar’da petrol yoktu. Yugoslavya’da alınan ders şudur: Bir ülkeye bağımsızlık hakkı tanırsanız diğerleri de bunu talep edecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Kerkük Irak’ın Saraybosna’sı olur. Orada bir şey olursa, krizi önlemek imkânsız hale gelir.”
Ankara’daki başka bir üst düzey yetkili, İsrail’in Kürdistan’daki askeri operasyonları ile ilgili “endişelerin” İsrail Dışişleri Bakanlığı ile paylaşıldığını söyledi. “ Onlar Kürtlere eğitim verdiklerini ve bölgeden toprak satın aldıklarını inkâr ediyorlar. Bunların devlet tarafından yapılmadığını söyleyip özel şahıslarca yapıldığını iddia ediyorlar. Elbette bizim istihbarat teşkilatımız bunun doğru olmadığını biliyor. Onların güttükleri bu siyaset, ne Amerika’nın ne Irak’ın ne İsrail’in ne de Musevi’lerin çıkarlarına hizmet ediyor.”
İsrail’in Gazze Şeridi’nde Hamas’a karşı düzenlediği saldırılarla ilgili olarak Türkiye’nin gösterdiği tepki de, bu iki müttefik ülke arasındaki ilişkiyi geriyor. 26 Mayıs’ta Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Ankara’da yapılan bir basın toplantısında Türkiye’nin İsrail’deki Büyükelçisini geri çekeceğini ve Ortadoğu’da barışı yeniden tesis etmek amacıyla kendisiyle görüşmelerde bulunulacağını açıkladı. Ayrıca Türk parlamentosunun Filistin Yönetimi ile olan ilişkileri güçlendirmek niyetinde olduğunu sözlerine ekledi. Geçtiğimiz ay, Ortadoğu’daki diğer diplomatlarla yaptığı görüşmelerde Bakan Gül, İsrail’le ilgili vahim endişelerini de ortaya koymuştu. Bu tür konuşmalardan birinde diplomatlardan biri bana, Gül’ün İsrail’in faaliyetlerini ve Kürdistan’ın bağımsız bir devlet olma ihtimalini şu şekilde değerlendirdiğini söyledi: “ İsrail, bizi hayatta kalma ya da müttefikliği sürdürme konusunda ucu açık bir seçime zorluyor.”
Üçüncü bir Türk yetkili de konuyla ilgili olarak şunları aktardı: “İsrailliler,bizimle bizim endişelerimizi yatıştırmak için konuşuyorlar. Bize “ Kürdistan’da sizin çıkarlarınıza ters düşecek bir şey yapmayacağız, endişelenmeyin. Bütün bunlar kamuoyuna yansırsa sizin hükümetiniz de bizim hükümetimiz de zora düşer. Irak’ta taşlar yerine oturursa biz “Kürdistan’a“ müsamaha gösterebiliriz. Ancak hiç kimse gelecekte ne olacağını bilmiyor, Amerikalılar bile.” diyor.
Yönetimin Başkan Bush’un açıkladığı 30 Haziran tarihinden önce egemenliğin devredilebileceği yeni bir geçici hükümeti baharın sonlarına doğru kurmak için var gücüyle çalıştığını açıklayan eski bir Beyaz Saray yetkilisi sözlerine şöyle devam ediyordu: “Yönetim, BM özel temsilcisi Lakhdar Brahimi’ye döndü ve “ 30 Haziran’a kadar en azından tek başına ayakta durabilecek bir hükümet kur.”dedi. Böylece Washington’un onayı ile Irak geçici hükümetindeki 31 üyenin seçilmesi görevi, Brahimi’ye verildi. Ne var ki, basına yansıdığı kadarıyla geçici Başbakan İyad Allavi, Brahimi için tam bir düşkırıklığı oldu.
Beyaz Saray, şimdi Allavi’nin geçmişi ile uğraşmak zorunda. Allawi’nin nörolog olarak itimat edilir bir insan olduğu ve geçtiğimiz 20 yıl boyunca Saddam karşıtı hareketlere katıldığı ve İngilizlerin desteklediği Irak Ulusal Sözleşmesinin kurucularından olduğu basına yansıdı. Ancak 1960’larda ve 70’lerde, Saddam kontrolü ele geçirmeye çalışırken Allavi’nin Baas Partisi’nde oynadığı rol pek iyi bilinmiyor. Amerikalı bir istihbarat uzmanı bana “ Allavi’nin Saddam’ın güç kazanmasında etkin bir rol oynadığını” söyledi. Ortadoğu’da görev yapmış eski bir C.I.A çalışanı Reuel Marc Gerecht de “ Allawi ile ilgili iki gerçek var: Birincisi, Allawi kendisini bir fikir adamı olarak görüyor; ikincisi, onun en büyük üstünlüğü bir eşkıya olması”
Sene başında, Allavi’nin Tıp Fakültesindeki sınıf arkadaşlarından biri, Dr.Haifa El-Azawi, Londra’daki bir Arap gazetesine bir makale yazarak Allawi’nin karakterini ve tıp alanındaki başarılarını sorguladı. El-Azawi, Allawi’yi şöyle tanımlıyordu : “ Silahını cebinde taşıyan ve tıp öğrencilerini korkutmak için sıklıkla silahını gösteren iri yarı bir adam.” Yazara göre, Allavi’nin tıp derecesi kendisine Baas partisi tarafından bahşedilmişti. “Allawi, 1971’de Londra’ya taşındı. Sözde, tıp eğitimine orada devam edecekti. Londra’da, Baas Partisinin Avrupa operasyonlarından ve yine Baas Partisi’nin istihbarat servisi Muhabbarat’ın yerel faaliyetlerinden sorumlu olacaktı. Bu, 1975 yılına kadar sürdü.”
“Bana Allawi’nin Londra’daki günlerinde kanlı olaylara karışıp karışmadığını sorarsanız, evet, karışmıştır” diyor eski C.I.A çalışanı Vincent Cannistraro. “ Allawi, maaşlı çalışan bir Muhabbarat ajanıydı ve pis işlere bulaşmıştı.” Allawi’nin özgeçmişine olan kayıtsızlığından dolayı ABD’nin hışmına uğrayan Ortadoğu’lu kabine üyesi bir diplomat, bu ayın başında bana, Allawi’nin Baas Partisine karşı direnenleri Avrupa’da arayıp daha sonra da öldüren Muhaberat’ın ‘dövüş takımı’nda olduğunu söyledi. ( Allawi, bu konuyla ilgili herhangi bir yorum yapmadı.) Bir noktadan sonra, sebepleri henüz belli olmamakla birlikte, Allawi gözden düştü ve Baasçılar kendisine suikast saldırıları düzenlediler. 1978’deki üçüncü suikast saldırısında, füze Allawi’nin evine düştü ve Allawi bir yıl boyunca hastanede yattı.
Saban Merkezi’nden Flynt Leverett, egemenliğin devri ile ilgili şunları söylüyor: “Eğer egemenlik devr edildikten sonra, işler yolunda gitmezse, geriye çekilen de olmayacak.” Başka bir üst düzey Amerikalı istihbarat yetkilisi de benzer şeyler söylemişti: “Neocon’lar hâlâ Irak’ta şapkadan tavşan çıkaracaklarını düşünüyorlar. Peki planları ne? “ Bizim hiç bir şeye ihtiyacımız yok. Demokrasi yeterince güçlüdür ve biz demokrasinin başarılı olması için çalışacağız” diyorlar.
Şu anda Bağdat’ta görüşmeler yapan Ortadoğulu diplomatlar ve eski CIA çalışanları bana, pek çok varlıklı Iraklı iş adamının, 30 Haziran’dan sonra daha fazla bombalı saldırı olacağı endişesiyle, aileleri ile birlikte geçtiğimiz haftalarda Bağdat’ı terk ettiğini söyledi. Lübnan Enformasyon Bakanı Michel Samaha, “ Hırıstiyanların, Sünnilerin ve Şiilerin nasıl kaçtığını göreceğiz. Direnişçiler, kendilerine özel koruma temin edemeyen yoksul bürokratları hedef alıyorlar. Bir ay önce, Irak’ın en önemli arazi sahiplerinden biri olan bir arkadaşım, iş için Bağdat’a geldi. Tek bir gün için koruma bedeli yaklaşık olarak 12.000 dolardı.” diyor.
10 yıl önce Irak’ta görev yapmış emekli üst düzey CIA çalışanı Whitley Bruner, Irak’taki yeni geçici hükümetin şu anda, ikinci derece memurların -özellikle hükümetin çalışmasını sağlayan kadın ve erkek memurların - güvenliğini sağlayabilmek için acilen çözüm aramakta olduğunu söylüyor. Haziran ayının başında iki memur, Eğitim Bakanlığı’nda çalışan Kemal Cerrah, ve Dışişleri Bakanlığında müdür yardımcısı olarak çalışan Bessam Salih Kubba, evlerinin yakınında silahlı kişilerin saldırısına uğramıştı. İkisinin de özel koruması yoktu. Ay başında Bağdat’a dönen Bruner, şu an Iraklıların temin edebileceği özel güvenlik hizmetleri üzerinde çalışan Irak şirketlerinin organizasyonuna yardımcı oluyor. Bruner’in söylediğine göre “Bu yaz, çok sıcak geçecek. Pek çok insan Lübnan’a, Ürdün’e veya Körfez’e göç etme kararı aldı ve bu kararı hayata geçirmek için fırsat kolluyor.”
Çeviren : Işıl Şimşek