Amerika İçin Bu Konu Neden Kapandı?

-
Aa
+
a
a
a

Why It's Over For America30 Mayıs 2006The Independentİnsanlığın refahı ve insan hakları konusunda kaygılanmamız gereken şeyler gündeminin üst sıralarında yer alacak sorunların seçimi oldukça özneldir. Ancak kabul edilebilir bir yaşam düzeyi sağlamak ile son derece doğrudan ilintili oldukları için kaçınılması imkânsız bir kaç seçenek vardır. Bunların arasında en azından şu üçünü sayabiliriz: nükleer savaş, çevre felaketi ve dünyanın lider ülkesinin hükümetinin bu felaketlerin meydana gelme olasılığını arttıran davranışları. Burada hükümete vurgu yapmakta yarar var çünkü halk bizi pek de şaşkınlığa düşürmeyecek bir şekilde bu politikaları paylaşmıyor.

Bu bizi, hem Amerikalıları hem de tüm dünyayı endişeye sürüklemesi gereken dördüncü bir konuya getiriyor: bu endişenin bir kenara itilemeyecek kadar önemli nedenlerinden biri olan, kamuoyu ile kamu politikası arasındaki keskin ayrımdır; Gar Alperowitz “Kapitalizmin Ötesindeki Amerika” adlı kitabında bu konuya şöyle değiniyor “Amerikan ‘düzeni’ bütünü itibariyle büyük bir sorun taşımaktadır – gittiği yön eşitlik, özgürlük ve gerçek demokrasi gibi tarihsel değerlerimizin sonu demektir.”

“Düzen”, şu anda son derece popüler bir kavramı izleyerek güvenliğimizi tehdit eden (Irak gibi) ve ciddi iç tehditlerden kurtulmak için bizim müdahalemize muhtaç (Haiti gibi) devletlere yakıştırılan özelliklere pek yakında sahip olacak gibi duruyor. Foreign Affairs dergisine göre bu kavram, “sıkıcı bir şekilde kaba” olarak algılanmasına karşın, bu başarısız devletlerin bir takım temel özelliklerini saptamak mümkündür. Bunlardan biri vatandaşlarını şiddetten, hatta yıkımdan korumak için beceriksiz, hatta isteksiz olmalarıdır. Bir diğeri, bu devletlerin kendilerini iç ve uluslararası hukuk kurallarının üzerinde görüp şiddet uygulamakta özgür davranmalarıdır. Ve eğer bu ülkelerde demokratik yapılar varsa bile bunlar demokratik kurumlarda olması gereken özden kendilerini uzaklaştıran bir “demokrasi zaafı”nın sıkıntısını çekerler.

Birinin yapacağı en zor ve belki de en önemli şey, aynada kendine dürüstçe bakmaktır. Bunu becerebilirsek, bu “sorunlu devletler”in özelliklerini burada, evimizde bulmakta pek de zorlanmayız.

Tarih ile ilgilenmiş olanlarımızı, Birleşik Devletler’deki “demokrasi zaafı”nın yanı sra, Mesihliğe öykünerek, acı çeken dünyaya demokrasi getirmek gibi görevlerin de dile getiriliyor olması şaşırtmayacaktır. Güç düzenlerinin ortaya koyduğu asil niyetlerin pek azı tamamıyla uydurmadır ve bu bu olayda da böyledir. Bazı şartların yerine getirilmesi halinde demokrasi kabul edilebilir bir idaredir. “Demokrasi yayma” politikasının savunucularından Thomas Carothers’ın dünyanın geri kalanı için dediği gibi, “güçlü bir istikrar yakaladık: demokrasi, ancak ve ancak, stratejik ve ekonomik çıkarlara uygunsa kabul edilebilir.” Biraz değişiklikle bu doktrin içeride de geçerlidir.

Politika üretenlerin karşılaştığı bu temel çelişki, Başkan Carter’ın Latin Amerika Güvenlik Danışmanı Robert Pastor gibi, liberal kanatça dürüstlükle kabul edilmektedir. Pastor, yönetimin neden Nikaragua’da katil ve yoz Somoza rejimini desteklediğini, bu imkânsız hale gelince de, “bir ulusun ancak düşmanı için sakladığı bir hınçla” kendi halkını katleden, 40,000 kişinin ölümünden sorumlu Birleşik Devletler tarafından eğitilmiş Ulusal Muhafızlar’a arka çıktığını anlatıyordu. Neden son derece tanıdıktı: “Birleşik Devletler Nikaragua’yı veya bölgedeki bir başka bir devleti denetim altında tutmak istememekle birlikte, gelişmelerin kontrolden çıkmasını da arzu etmemektedir. Yönetim, Nikaragualıların özgürce hareket etmesini istemektedir ancak bu durum Birleşik Devletler çıkarlarını olumsuz yönde etkilememelidir.”

Aynı çelişki ile Irak’ın işgalinin ardından Bush yönetiminin planlamacıları da karşılaştılar. Onlar “Iraklıların bağımsız hareket etmelerini istiyorlardı ancak; bu durum Birleşik Devletler’in çıkarlarını olumsuz etkileyebilirdi.” Dolayısı ile Irak, belli sınırlar içinde bağımsız ve demokratik olabilirdi. Latin Amerika’da geleneksel olarak uygulandığı gibi, söz dinleyen bir müşteri devlet olarak, Irak yeniden inşa edilmeliydi. Genel anlamda kurumsal yapıların tam zıddına giden bu yol tanıdıktır. Kremlin, demir yumruğunun tehdidi altında, kendi uydu devletlerini yerel politikacılar ve ordular aracılığı ile yönetmişti. Almanya da, savaşta olmasına rağmen buna çok benzer bir yapıyı, işgal altındaki Avrupa’nın geniş bir kısmında, faşist Japonya ise Mançurya’da (Japonlara göre Manchukuo) uyguladı. Faşist İtalya, Batı’daki imajını zedelemeden ve belki de Hitler’e de ilham vererek Kuzey Afrika’da uyguladığı görünmez soykırım ile benzer sonuçlar aldı. Geleneksel emperyal ve yeni-sömürgeci düzenler benzer temalar üzerinde bir çok farklı politikalar izlerler.

Olağanüstü elverişli koşullara rağmen, Irak’ta bu geleneksel hedeflere ulaşmanın şaşırtıcı derecede zor olduğu artık kanıtlanmıştır. Bir ölçek bağımsızlık ile katı bir kontrol rejiminin getirdiği çelişki, işgalin üzerinden çok geçmeden, işgalcileri beklemedikleri bir şekilde Irak’ın biraz daha inisiyatif almasına izin vermeye zorlayan, kitlesel bir şiddetsiz direnişe dönüşerek katı bir gerçek olarak sahneye çıkarıverdi. Belki sonuç, tam bir kabus senaryosu olarak, dünyanın petrolünün önemli bir kısmını kontrol eden, Washington’dan bağımsız, az çok demokratik ve egemen, İran’ın ve Suudi Arabistan’ın bazı bölümlerinde yaşayan Şiileri de kapsayan zayıf bir ittifakının içinde yer alan Irak’a kadar gidebilir.

Durum daha da vahim bir hal alabilir. İran, Avrupa’nın Birleşik Devletler’den bağımsızlaşacağına olan inancını yitirip Doğu’ya dönebilir. Bu çerçevede, olukça ayrıntılı bir arka plan analizi konunun ileri gelen uzmanlarından Selig Harrison tarafından yapıldı. Harrison’un gözlemine göre, “Avrupa Birliği ile İran arasında süregelen nükleer enerji görüşmeleri, Birleşik Devletlerin baskısı ile AB’nin yerine getiremediği bir tavize dayanıyordu.”

"Bu taviz İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmasını AB’nin de bir takım güvenlik garantileri vermesini içeriyordu. Ortak bildirinin dili açıktı. “Karşılıklı kabul edilebilir bir anlaşma İran’ın nükleer programının sadece barışıl amaçlara yönelik olduğuna dair yalnızca nesnel garantiler sağlamakla kalmayacak ama aynı zamanda güvenlik konuları ile ilgili taahhütler de içerecektir.”

“Güvenlik konuları” ifadesinin ardında  Birleşik Devletler’in ve İsrail’in İran’ı bombalama tehditleri ve bu yoldaki hazırlıkları yer almaktadır. Bu savı desteklemek için, sık sık kanıt olarak, aslında şiddetin sadece şiddet doğurduğuna bir kanıt oluşturan, Saddam’ın nükleer programı karşısında İsrail’in 1981 yılında Irak’ın Osirak Reaktörü’nü bombalaması gösterilmektedir. Washington tarafından da anlaşıldığı gibi, benzer planların İran’a karşı kullanılmas,ı derhal daha fazla şiddet doğuracaktır. Washington Post’a göre Tahran’ı ziyareti sırasında etkili Şii liderlerden Mukteda El-Sadr’ın herhangi bir saldırı olması halinde milislerinin İran’ın savunmasına yardım edeceklerini söylemesi, “İran’ın Batılı güçler ile bir çatışma yaşaması durumunda Irak’ın da savaş alanı haline dönüşerek Şii milislerin gücünü artıracağı – ve hatta Birleşik Devletler tarafından eğitilmiş Şii ağırlıklı Irak ordusunun bile İran’a duyulan sempati nedeni ile Amerikan güçlerine karşı tavır alacağı yolunda önemli bir işarettir.”  Aralık 2005 seçimlerinde ciddi kazanımlar elde eden Sadr yanlısı bloğun kısa bir zamanda Irak’ın tek önemli politik gücü haline gelme olasılığı vardır. Bu blok düzenli bir şekilde, Filistin’de Hamas örneğinde olduğu gibi diğer başarılı İslam hareketlerinin uyguladığı modelden hareket ederek askeri işgale karşı güçlü bir direnişi, tabana dayalı toplumsal bir örgütlenme ve yoksulların desteklenmesi politikaları ile birlikte sürdürmektedir.

Washington'un bölgesel güvenlik konularını tartışmaktaki isteksizliği yeni bir şey değildir. Bu Irak sürecinde defalarca karşılaştığımız bir durumdur. Bunun ardında Washington’un uluslararası platformlardaki tartışmalardan uzak tuttuğu İsrail’in nükleer silah gücü yatmaktadır. Harrison’un haklı olarak işaret ettiği gibi bunun da ardında “küresel yayılmayı önleme rejimi ile ilgili sorun yatmaktadır”: nükleer silahlara sahip taraf ülkeler Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nda yer alan “mevcut silahların azaltılması” taahhüdünü yerine getirmemekte, hatta Birleşik Devletler örneğinde olduğu gibi bunu resmen reddetmektedirler.

Avrupa’nın tersine Çin, Birleşik Devletler’in dümen suyuna girmeyi reddetmekte ve bu da Amerikalı planlamacıların başlıca korku kaynağını oluşturmaktadır. İran petrolünün bir kısmı zaten Çin’e gitmekte, Çin de buna karşılık İran’a olası Birleşik Devletler tehdidine karşı kullanılmak üzere silah sağlamaktadır. Washington için daha da rahatsız edici olan ise, Financial Times’a göre, Çin’in Suudi Arabistan’a askeri yardım yapması ve Suudilerin de Çin’de doğal gaz arama izini almaları şeklinde oluşan “Çin-Suudi ilişkilerinin önemli ölçüde gelişme göstermiş” olmasıdır. 2005 yılında Suudi Arabistan Çin’in petrol ithalatının %17’sine kaynak olmuştur. Çin ve Suudi Arabistan şirketleri (Exxon Mobil’in de ortaklığı ile) petrol arama ve dev bir rafineri inşası için anlaşmaya varmışlardır. Suudi Kralı Abdullah’ın Ocak 2006’da Pekin’i ziyareti sırasında yayınlanan karşılıklı işbirliği ve anlayış belgesinde yer alan “iki ülke arasında petrol, doğal gaz ve madencilik alanlarında artan bir işbirliği ve yatırım” ifadesi ilişkilerin daha da güçleneceğine işarettir.

Hindistanlı analist Aijaz Ahmad’ın gözlemlerine göre, İran “Batı’nın dünya enerji kaynakları üzerindeki hakimiyetini kırmak ve Asya’daki sanayi devrimini başarmak için Rusya ve Çin’in kesinlikle vazgeçilmez olarak gördüğü Asya Enerji Ağı’nın kurulmasında kilit bir rol oynayabilir.” Güney Kore ve Güneydoğu Asya ülkeleri ve hatta Japonya da buna katılabilir. Burada kritik soru Hindistan’ın tavrının ne olacağıdır. Hindistan Birleşik Devletler’in İran ile yaptığı bir boru hattı anlaşmasından çekilmesi yolundaki baskılarını reddetti. Öte yandan Hindistan, Atom Enerjisi Ajansı’ndaki İran karşıtı oylamada Birleşik Devletler’e ve Avrupa Birliği’ne katılmakla kalmıyor, İran’ın taraf olduğu ve şimdiye kadar uyduğu izlenimi verdiği Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı imzalamayan bir ülke olarak, onların ikiyüzlülüğüne de ortak oluyordu. Ahmad’in bildirdiğine göre, Hindistan İran’ın tehditleri karşısında 20 milyar Dolarlık gaz anlaşması konusundaki duruşunu değiştirmiş olabilir. Washington daha sonra Hindistan’a Birleşik Devletler’in taleplerini yerine getirmezse, “nükleer anlaşmanın ortadan kaldırılabileceği” uyarısında bulundu; bu Hindistan Dışişleri’nce tepki ile karşılanırken, ABD Büyükelçiliği uyarının tonunu düşüren bir açıklama yaptı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Avrupa’nın ve Asya’nın daha bağımsızlaşması olasılığı Amerikalı planlamacıları hep rahatsız etti ve üç kutuplu düzenin giderek gelişmesi, güneydeki yeni ilişkiler ile Avrupa Birliği Çin yakınlaşması ile birlikte bu konudaki kaygıları daha da artırdı.

Amerikan haber alma birimleri Birleşik Devletler’in Orta Doğu petrollerini geleneksel nedenlerle kontrol altında tutarken, kendisini daha istikrarlı Atlantik Çanağı kaynaklarına (Batı Afrika, batı yarıküre) bağlı kılacağını öngörmektedir. Orta Doğu petrollerinin kontrol altında tutulması garanti olmaktan uzaktır ve bu beklentiler Birleşik Devletler’i uyguladığı politikalar ile küresel boyutta bir yalnızlığa iten Bush yönetimi politikalarının hızlandırdığı Batı Yarıküre’deki gelişmeler, bu beklentileri tehdit etmektedir. Bush yönetimi Kanada’yı bile kendinden uzaklaştırmayı başardı, ne büyük bir zafer.

Kanada Doğal Kaynaklar Bakanı, Kanada’nın Birleşik Devletler’e sattığı petrolün dörtte birinin bir kaç yıl içinde komşu ülke yerine Çin’e gidebileceğini ifade etti. Washington’un enerji politikalarına son darbe yarı kürenin en büyük petrol üreticilerinden biri olan Venezuela’nın, kendisine açıkça düşmanca davranan Birleşik Devletler’e bağımlılığını azaltma çabalarının bir parçası olarak, Latin Amerika ülkeleri arasında Çin ile ilişkilerini en fazla geliştiren ülke olması ve bu ülkeye yaptığı petrol satışını artırma niyetleridir. Latin Ülkeleri, özellikle Brezilyalı ve Şilili hammadde ihracatçıları, bir bütün olarak, bir takım sorunlara karşın, Çin ile ilişkilerini artırmaktadırlar.

Bunun yanı sıra Küba ile Venezuela’nın ilişkileri her iki ülkenin de sahip olduğu görece avantajlar temelinde gelişmektedir. Venezuela düşük maliyetli petrol sağlarken, Küba Üçüncü Dünya ülkelerinde de uyguladığı eğitim ve sağlık politikaları sunmakta ve ülkenin en yoksul ve ücra köşelerinde çalışmak üzere yüksek nitelikli binlerce uzman, öğretmen ve doktor göndermektedir. Küba ile Venezuela’nın projeleri Karayip ülkelerine yayılmakta, buralarda Kübalı doktorlar Venezuela’nın mali destek verdiği planlar çerçevesinde yoksullara sağlık hizmetleri götürmektedir. Jamaika’nın Küba Büyükelçisi tarafından “bir entegrasyon ve güney işbirliği” örneği olarak nitelenen, “Mucize Operasyonu” adı verilen bu girişim, yoksul çoğunluk üzerinde önemli izler bırakmaktadır. Küba’nın verdiği tıbbi yardımlar diğer yerlerde de iyi karşılanmaktadır. Son yıllardaki en korkunç trajedilerden biri de Pakistan’da Ekim 2005’de meydana gelen depremdir. Yüksek sayıda kayıplara ek olarak sağ kalan bilinmeyen sayıdaki insan, korunak, gıda ve tıbbi yardım olmaksızın çetin kış şartlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Şunları okumak için Güney Asya basınına bir göz atmak yeterli olacaktır; “Küba Pakistan’a yapılan yardımlar arasında en geniş doktor ve tıbbi personel gönderen ülkedir”, bu yardımın tüm giderleri (büyük olasılıkla Venezüela mali desteği ile) ödenmekte ve Başkan Müşerref, Küba tıbbi ekiplerinin çalışma aşkına olan “derin şükranlarını” ifade etmektedir.

Bazı analistler hatta Küba ve Venezüela’nın birleşerek Birleşik Devletler’e’ daha az bağımlı bir Latin Amerika entegrasyonuna ilk adımı atmaları gerektiğini savunmaktadırlar. Venezuela’nın Güney Amerika gümrük birliği Mercosur’a katılması, Arjantin Başkanı Nestor Kirchner tarafından “bu ticari bloğun gelişmesi için önemli bir dönemeç”, Brezilya Başkanı Luiz Inacio Lla de Silve tarafından da “entegrasyon yolunda önemli bir aşama” olarak nitelendirilmektedir. Bağımsız uzmanlar, “Venezuela’nın bloğa katılmasının Mercasur’un jeopolitik vizyonunu genişleteceğini ve örgütün bölgenin geri kalanına yayılabileceğini” söylemektedirler.

Venezuela’nın Mercasur’a katılması nedeniyle yapılan toplantıda Venezuela Başkanı Hugo Chavez, “Bu projeyi sadece seçkinlere ve uluslararası şirketlere yarayan bir ekonomik proje olarak ele alamayız” derken, Birleşik Devletler tarafından desteklenen ve büyük tepki gören “Amerikalar Serbest Ticaret Antlaşması”na gönderme yapıyordu. Venezuela ayrıca Arjantin’e akaryakıt sağlayarak bir enerji krizini atlatmasına yardımcı olmakla kalmamış aynı zamanda Birleşik Devletler tarafından kontrol edilen IMF politikalarının uygulanmasının 20 yıldır doğurduğu felaketlerden ve çekilen acılardan bölge ülkelerini kurtarmak için önemli bir adım atarak, Arjantin’in borçlarının üçte birini devralmıştır. Başkan Kirschner, IMF’den ülkeyi tamamen kurtarmak için 1 trilyon Dolar ödeme yaparken, IMF’nin ülkesine “yoksulluk ve acı getiren politikaların bir aracı olarak geldiğini” söylemiştir. IMF kurallarını radikal bir şekilde çiğneyen Arjantin, IMF’nin geride bıraktığı felaketten kurtulma yolunda ilerlemektedir.

Bölgede gerçekleşmekte olan bağımsız entegrasyon, yerli çoğunluk arasından gelen ilk başkan olan Evo Morales’in, Bolivya’da Aralık 2005’te seçimleri kazanması ile güçlendi. Morales hızlı hareket ederek Venezuela ile enerji antlaşmaları imzaladı.

Orta Amerika Reagan’cı şiddet ve terör ile disiplin altına alınmış iken, yarıkürenin geri kalanı Venezuela’dan Arjantin’e kadar kontrolden çıkıyordu ki, o Arjantin daha düne kadar, yani onların baskısı ile uygulamak zorunda kaldığı politikalar sonucu ekonomisi iflas edene kadar, IMF’nin ve Birleşik Devletler Hazinesi’nin gözbebeğiydi. Bölgenin önemli bir kısmında merkez sol yönetimler iktidardadır. Özellikle, her ikisi de enerji üreticisi olan Bolivya ve Ekvator’da daha aktif ve etkili hale gelen yerli halk, buralarda ya petrol ve gaz üretiminin yerli idarelerce kontrol edilmesini ya da bazı durumlarda bunların üretiminin durdurulmasını talep etmektedir. Bir çok yerli, New Yorklular kilitlenmiş bir trafikte dört çekerlerinde otursunlar diye kendi yaşamlarının, toplumlarının ve kültürlerinin neden mahvedilmesi gerektiğini anlayamamaktadırlar. Bazıları daha da ileri giderek Güney Amerika’da tek bir “Yerli Ulus”tan söz etmektedir. Bunlar olurken, gelişmekte olan ekonomik entegrasyon, İspanyol kolonileştirme dönemine dayanan Latin Amerika seçkinlerinin ve ekonomilerinin sadece sömürgesi oldukları ülkelere bağlı olmasına ve birbirleri ile hiç bir ilişki kurmamalarına dayanan düzeni tersine çevirmektedir. Güneyin güney ile daha geniş kapsamlı bir ilişki içine girmesi ile birlikte, bu gelişmeler, daha önce görülmemiş bir şekilde uluslararası küresel adalet hareketinin çerçevesinde bir araya gelen, aslında yatırımcıların ve mali kurumların değil, ama halkların yararına bir küreselleşmeden yana oldukları halde kendilerini bir kara mizah anlayışı ile “küreselleşme karşıtı” diye adlandıran popüler örgütlerin güçlü etkisi altındadır. Birleşik Devletler’in kurduğu tahakküm düzeni, bir çok nedenle, Bush yönetiminin yarattığı hasarın da ötesinde oldukça kırılgandır.

Bunun bir sonucu olarak Bush yönetiminin demokrasiyi geciktirme yolundaki geleneksel politika uygulamaları gittikçe yeni engellerle karşılaşmaktadır. Demokratik bir şekilde seçimle iktidara gelmiş hükümetlere karşı, Bush kurmaylarının 2002 yılında Venezuela’da üzücü bir şekilde öğrendikleri gibi askeri cuntalar kurmak ve uluslararası terörizm uygulamak artık eskisi kadar kolay değildir. “Güçlü süreklilik” politikası uygulamak için artık başka yöntemler bulma zorunluluğu vardır. Irak’ta olduğu gibi şiddete dayanmayan kitlesel eylemler, Washington ve Londra’yı, ertelenmesi için ellerinden geleni yaptıkları seçimlerin yapılmasına izin vermeye itmiştir. Yönetimin tuttuğu adaya destek vermek ve bağımsız medyanın çalışmasını engellemek yolu ile seçim sonuçlarını etkileme girişimleri de sonuç vermemiştir. Washington’un karşında başka sorunlar da vardır. İşgalci güçlerin karşı çıkmasına rağmen, Irak işçi hareketi güç kazanmaktadır. Durum İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sı ve Japonya’sına benzemekte ve Birleşik Devletler’in ile Birleşik Krallık’ın ana amacı, kendi ükelerindekine paralel olarak buralardaki işçi hareketlerini zayıflatmaktır ki, bunun da benzer nedenleri vardır: örgütlü işçi hareketi, halkın katılımı ile demokrasinin işlemesini sağlamaktadır. O zamanlar uygulanan bir çok yöntem – gıda temininin kısıtlanması, faşist polis güçlerinin kurulması – artık mümkün değildir. Özgür İşçi Gelişim Enstitüsü’nün işçi bürokratlarına da sendikal hareketlerin kontrol altına alınması konusunda artık güvenmek mümkün değildir. Bugün, Amerikan sendikaları, Kolombiya olayında olduğu gibi, dünyanın herhangi bir yerinde olduğundan çok daha fazla sendikal eylemcinin öldürüldüğü Irak işçi hareketini de desteklemektedir. Yerel sendikalar en azından Amerikan Çelik Sendikası’ndan yardım alırken, Washington, olan bitenden esas sorumlu olan yerel hükümete inanılmaz ölçüde mali yardım vermeyi sürdürmektedir.

Filistin’de yapılan seçimlerin sonucu da Irak’ta olduğu gibi sorunlar doğurmuştur. Yaser Arafat’ın ölümüne kadar, yanlış adamın seçilmesinden endişe eden Bush yönetimi Filistin’de seçimlere izin vermiyordu. Arafat’ın ölümünün ardından Filistin yönetimi adaylarından birinin kazanacağına güvendiğinden Bush yönetimi seçimlerden yana bir tavır aldı. Bu sonucun elde edilebilmesi için Washington Irak’ta ve başka yerlerde daha önce uyguladığı politikaları sürdürdü. Washington “radikal İslamcı bir grup olan Hamas karşısında seçim akşamı sorunlar yaşamakta olan Filistin Yönetimi’nin popülaritesini artırmak için” Uluslararası Gelişme Ajansı’nı aracı olarak kullandı (Washington Post) ve “seçmenlerin gözünde El Fetih lehine bir atmosfer yaratabilmek için düzinelerce hızlı projeye” 2 milyar Dolardan fazla yatırım yaptı (New York Times). Birleşik Devletler’de veya herhangi bir Bbatı ülkesinde bu tür bir yabancı desteğin varlığının ima edilmesi bile adayın mahvolmasına neden olurken, başka yerlerde, kökleri derinlere uzanan emperyal zihniyet bu tür olayları meşrulaştırır. Ancak, bu kez de seçim sonuçlarını etkileme çabaları geri tepti.

Birleşik Devletler ve İsrail hükümetleri artık kendi geleneksel reddeden duruşlarına, tam değilse de, eğer Hamas liderlerinin ifade ettiği şey gerçekten uluslararası sınır konusunda sonsuz bir mütareke ise, gerçekten bir yaklaşım gösteren radikal İslam bir parti ile muhatap olma durumuna uyum göstermek zorundadırlar. Tam aksine Birleşik Devletler ve İsrail, Batı Şeria’nın (ve unutulan Golan Tepeleri’nin) önemli bölümünün İsrail tarafından işgal edilmesini savunmaktadırlar. Hamas tarafından İsrail’in “varolma hakkı”nın reddedilmesi, aslında Washington ve Kudüs tarafından Filistin’in, uluslararası arenada pek de konuşulmayan “varolma hakkı”nın reddedilmesinin basit bir yansımasıdır; Meksika, Birleşik Devletler’in işgal yolu ile ele geçirdiği neredeyse topraklarının yarısı üzerinde varolma hakkını tanırken, kendi varolma hakkı unutulmuştur. Hamas’ın “İsrail’in yok edilmesi” şeklindeki resmi politikası, aslında Birleşik Devletler ve İsrail’in geçtiğimiz bir kaç yıl içinde gevşeyen (Ürdün dışında) bir başka Filistin devleti olamayacağını öngören politikaları ile uyuşmaktadır. Hamas bunu telaffuz etmemiş olmasına karşın, Hamas’ın, Yahudiler bugünkü İsrail topraklarında dağınık yerleşimler olarak yaşamlarını sürdürürken Filistin’in geniş ve blok halinde yerleşimler kurarak, altyapı çalışmaları ile değerli arazilere yerleşmesi yani İsrail’i yaşanabilir ancak birbirlerinden ayrılmış kantonlara bölünmesi ve Kudüs’te yaşayan Yahudilerin de varlıklarını sürdürmesi şeklindeki bir planı kabul etmeleri pek de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu yerleşimlere “devlet” denmesini de kabul edebileceklerdir. Bu tür bir önerinin yapılması bizi haklı olarak Nazizmin yeniden doğuşu şeklinde düşüncelere itecektir. Bu tür bir öneri karşısında Hamas’ın pozisyonu, son beş yılda zayıflatılmış bir “devletsi” yapıyı kabul eden Birleşik Devletler ve İsrail’den farklı olmayacaktır. Hamas’ı radikal, aşırı ve şiddet yanlısı olarak tanımlamak ve onu barış ve adil politik bir anlaşma için tehdit olarak görmek yanlış olmayacaktır. Ancak bir gerçek daha vardır ki Hamas bu tanımı tek başına hak etmiyor.

Başka yerlerde demokrasinin ortadan kaldırılması yolundaki geleneksel politikalar işe yaramıştır. Haiti’de, Bush yönetiminin en çok tuttuğu “demokrasiler kuran Uluslararası Cumhuriyetçi Entitüsü”,  Başkan Aristide’e karşı inatla muhalefeti desteklerken, hayati gereksinim duyulan yardımların ülkeye ulaşması şüpheli bir şekilde gecikiyordu. Aristide’in yapılacak seçimleri kazanacağı anlaşılınca, istenmeyen birinin başarılı olacağı bir seçimin meşruluğuna gölge düşürmek için izlenen standart politika gereği, Washington ve muhalefet seçimlerden çekildiler: bu konuda Nikaragua 1985 seçimleri ile Venezuela Aralık 2005 seçimleri hatırlanacaktır. Bunu izleyen bir askeri darbe başkanı alaşağı eder ve terör ve şiddet ülkenin yönetimine yerleşir. 

Güçlü süreklilik politikasının uygulanmasında Birleşik Devletler’in bugüne kadar ısrar etmesi onun diğer güçlü devletlerden farklı olmadığını da ortaya koymaktadır. Temelde yapılan, kendi halkının hakim kanatlarının ekonomik ve stratejik çıkarlarını gözetirken, bir yandan da  yüksek değerlere ne kadar bağlı olduğu yönünde söylemler ortaya atmaktır. Bu aslında tarihsel olarak evrensel bir uygulamadır ve tam da bu nedenle sağduyulu insanlar, liderlerin asil niyetler ile ilgili söylemlerine ve yandaşlarının bunlara tuttuğu alkışlara pek aldırmazlar.

Sızlanma şeklinde dile getirilen eleştirilerde genellikle duyulan çözüm yerine neyin doğru olmadığıdır. Bu tavrın aslında bir anlamı vardır “Çözümler sunulmaktadır ancak ben onları beğenmiyorum.” Ölüm kalım meselesi haline getirilen krizlerin yönetilmesi konusunda bugüne kadar dile getirilenlerin yanı sıra şu öneriler de daha önce söylenmiştir: 1) Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Dünya Mahkemesi’nin yetkisini kabul etmek; 2) Kyoto Protokolü’nü imzalamak ve gereklerini yerine getirmek; 3) Birleşmiş Milletlerin uluslararası krizlerde liderliği üstlenmesine izin vermek; 4) Teröre karşı mücadelede askeri tedbirler yerine diplomatik ve ekonomik tedbirlere dayanmak; 5) Bileşmiş Milletler Sözleşmesi’nin geleneksel yorumuna sadık kalmak; 6) Güç odakları reddetse bile Güvenlik Konseyi veto hakkından vazgeçerek Bağımsızlık Bildirgesi’nin öngördüğü gibi “insanlığın görüşüne saygı duymak”; 7) Askeri harcamaları ciddi bir şekilde kısarak sosyal harcamaları ciddi bir şekilde artırmak.Demokrasiye inananlar için bu talepler son derece muhafazakârdır: bunlar Birleşik Devletler halkının çoğunluğunun da talepleri gibi durmaktadır, hem de bir çok durumda ezici çoğunluğunun. Bunlar şu andaki devlet politikasının radikal bir şekilde karşısındadır. Emin olmak için şunu da söylemek gerekir ki, bu durumlarda demokrasi açığının bir diğer sonucu olarak kamuoyunun bu konularda net olarak ne düşündüğünü bilmek zordur: burada temel neden ise bu konuların kamuoyu önünde pek az tartışılması ve gerçeklerin pek de bilinmemesidir. Bu denli dağınık bir toplumda kamuoyu dikkatli ve iyi gözden geçirilmiş bir fikir oluşturma imkânından uzaktır.

Yenilikçi olmayan bir başka öneri ise gerçeklere, mantığa ve temel ahlaki değerlere önem verilmesi gerektiğidir. Bu öneriyi uygulama yolunu seçenler, her ne kadar kendi kendini besleyen mistik görüşleri terk etmek zor ise de bilinen bir çok doktrini bir kenara itmek zorunda kalacaklardır. Bu tür basit gerçekler bizi daha ayakları yere basan ve ayrıntılı cevaplara yöneltecektir. Daha da önemlisi, kendimizi doktrinlerin zincirlerinden ve dayatılan sanrılardan kurtarabilirsek bu bizim sahip olduğumuz uygulama fırsatlarını görmemizi de sağlayacaktır.

Doktrinlere dayalı düzenlerin insanlara kötümserlik, umutsuzluk ve çaresizlik aşılama çabaları doğal karşılansa da gerçek bambaşkadır. Son yıllarda adalet ve özgürlük adına girişilen çabalar sonucu geleceğe daha ileri bir düzeye taşınmış bir miras bırakabilecek kazanımlar elde edilmiştir. Eğitim ve örgütlenme fırsatları kullanılmaktadır. Geçmişte olduğu gibi, haklar cömert merkezi otorite tarafından kendi kendine verilmemekte veya bir kaç gösteriye katılmakla veya “demokratik politika“ diye adlandırılan sahne gösterileri ile elde edilememektedir. Gene geçmişte olduğu gibi, bu görev, halkın, kısmen dışında tutulduğu politikaların oluşturulmasında ve ilke olarak tamamen dışında bulunduğu ekonomik kararlarda söz hakkının olmasını sağlayacak işleyen bir demokratik kültürün yaratılması – kısmen yeniden yaratılması – ve yerleştirilmesi sürecinin içinde her gün bulunmayı gerektirir.  Kendi yurdunuzda demokrasiyi öne çıkarmanın ve yeni boyutlara taşımanın bir çok yolu vardır. Fırsatlar çoktur ve onları yakalayamamanın çok yönlü etkileri olacaktır: ülkeniz için, dünya için ve gelecek nesiller için.

 Çeviren: Neşet Kutluğ