AB'nin Türkiye'nin üyeliği konusunda kaygı duyması doğal

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 89

 

Ömer Madra: Biraz önce tam bıraktığımız noktada, Fransa Dışişleri Bakanı Barnie ve iktidardaki Halkçı Birliği Hareket Partisi Alen Jupe’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacakları açıklaması haberi vardı ve bunun zamanlaması da dahil olmak üzere çeşitli yönleri üzerinde konuştuk, ama asıl bir de iktisadi tarafı var mıdır yok mudur? Orada da topu sana atmayı tercih ettik.

 

Hasan Ersel: Ben, biraz mesleki sapma etkisinde, bu iş tamamen iktisadidir diyebilirim; hiç olmazsa büyük ölçüde iktisadidir. Bu arada taktikler olabilir, belli bir tarihte konuşmasının şöyle bir siyasal yararı vs. de sözkonusu olabilir. Ama onları bir yana bırakalım.

 

Türkiye hiç kimsenin boş veremeyeceği kadar büyük ve önemli bir ülkedir, bunun altını çizmek gerekir. Böyle bir ülkenin Avrupa Birliği (AB) üyesi olması bu topluluğun yapısını, hatta düşünce biçimini etkileyebilir ve etkileyecektir de. Peki Avrupa’da bu etkilenmeyi olumsuz algılayan, bunu istemeyenlerin olması kadar da doğal bir şey olamaz, değil mi? Mahallenize bir aile taşınsa, yaşlı karı koca bir köşede oturuyorlar, hiç bir şeye karışmıyorlar. Bu sizi ilgilendirmez. Ama bir düşünün ki büyük bir aile geldi, üç nesil bir arada 5 aileden oluşan bir grup geldi. Bir apartmanı doldurdular. Eğlenceli, rahat yaşıyorlar... Size kötülük yapmıyorlar, yasalara aykırı da bir şey yaptıkları yok... Ama başka türlü yaşıyorlar. Siz başınızı dinlemek, onlar ise eğlenmek istiyor. Onların mahallenin havasını değiştirmesini istemeyebilir, mahallenin o eski sakin halini tercih ediyor olabilirsiniz.

 

Bu benzetmeden hareketle, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istemeyenlerin olması bana gayet normal geliyor. Çünkü mahallenin havasını etkileyebilecek derecede büyük bir insan topluluğundan bahsediyoruz. Bu topluluğun kendi kültürü var, kendine özgü bir yaşama biçimi var... Bu, sorunun o kadar da iktisadi sayılamayacak yönü...

 

Daha iktisadi olan ikinci bir tavır ise, Türkiye gibi bir ülkenin topluluk üyesini olmasını istemesine rağmen, görüşmelerin başlama tarihinin verilmesi ve üye olma koşullarına ilişkin olarak bizden farklı düşünenler olabilir. Diyebilirler ki, “bu insanlar bize yük olmadıkları zaman bize üye olsunlar, bize yük olmayacaklarını anladığımız zaman bunlara tarih verelim. Sahtekarlık yapmayalım, yani tarih verdikten sonra ’50 yıl sonra sizi topluluğa bekleriz’ demeyelim”. Bu da makûl bir düşünce biçimi...

 

Bu bakış açısının arkasında yatan düşünce çok önemli... Çünkü eğer bir koalisyona (topluluğa) zayıf bir ülke alırsanız, ya ona destek vereceksiniz ya da o zayıflık noktası oluşturacak, koalisyonu zayıflatacak...

 

Türkiye’nin büyük ve önemli bir ülke olması burada bence aleyhine de çalışıyor. Şöyle ki, Türkiye’nin AB üyesi olup bu ilişkilerden kendisinin yararlanmasını sağlayıp AB’ye de yarar verebilmesi için yapması gereken dönüşümün bir maliyeti var. Bu maliyet büyük, çünkü ülke büyük. Avrupa’da bu maliyeti karşılayabilecek bir güç yok. Aslında dünyada da böyle bir güç yok. Bir miktar teknik ve mâli destek sağlanabilir ama sonunda bu maliyeti büyük ölçüde Türkiye’nin kendisinin karşılaması lazım. Bu da kolay bir olay değil...

 

“Bu maliyetin bir kısmını AB yüklensin” dediğiniz zaman, Avrupa’daki insanın üzerine büyücek bir yük geliyor. AB, daha önce böyle bir desteği Portekiz’e ve Yunanistan’a verdi, ama onların durumuyla Türkiye arasında iki fark var. Birincisi o zamanlar Avrupa’nın mâli gücü, bugüne oranla çok daha fazlaydı. İkinci olarak bu ülkeler Türkiye’ye oranla nüfus olarak daha küçüktür, problemlerinin çözümü için gerekli mâli destek karşılanabilir büyüklükteydi. Olaya böyle bakınca, bir Avrupalının “Türkiye’yi AB bünyesine alma kararı benim yaşam standardımı olumsuz etkileyebilir” biçiminde kaygı duyması mümkündür.

  

Şimdi bu kaygıları olan insanların da yaşadığı Avrupa’nın önümüzdeki Kasım ayında bendenize bakıp, “Evet, beyefendi 1.80 boyunda narin yapılı, sarışın, genç bir insandır” demesini bekleyemeyiz herhalde? Durup dururken beni olmadığım biçimde göstermeye çalışmayacaklar. Hele benim hakkımda pek de olumlu düşünmeyenlerin olduğu bir ortamda... Gördüklerini söyleyecekler... Ne kadar kibar söylerlerse söylesinler, ne söyleyecekleri belli... Bana bakıp “bu adam 58 yaşında, orta boylu, fazla kilolu, saçları dökük” diyecekler. Bu söylendiğinde bazı kusurlar ortaya çıkacak... Buna hazır olmamız gerek...

 

Burada bir parantez açıp Kıbrıs sorunu ile Türkiye-AB ilişkilerine değinmek istiyorum.

 

Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini etkiler... Bu doğru... Ama bakışımsız bir biçimde etkiler... Türkiye’nin tutumu nedeniyle bu sorunun çözümünde olumsuz bir noktaya varılması Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri gerginleştirir. Buna karşılık olumlu noktaya gitmesi Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri olduğundan daha iyi bir noktaya taşımaz. Bir Avrupalı Kıbrıs’ta savaş çıkmadığına memnun olur. Ama onun için Türkiye sorunu bu değil ki... Onun derdi böyle bir üyeliğin kendi yaşamı üzerindeki etkisi.

 

ÖM: Yani bu uzayan soruna çözüm buldular diye düşünüp kendi hayatında bir değişiklik olduğunu düşünmüyor diyorsun?

 

HE: Tabii, o Kıbrıs’ta olan bir şey... Kıbrıs’taki sorun çözülüyor, ama “Türkiye AB’ye girecek” denildiğinde mâli destek, insanların serbest dolaşımı  [gerçi bu Macaristan için bile bir süre sözkonusu değil], ortak fonların kullanımı gibi pek çok sorun var. Bunlar insanların yaşamlarını etkiliyor.

 

Türkiye’nin uyum sağlayamaması durumunda bu AB’nin makro dengeleri bile bozulabilir. Tekrarlayayım, küçük bir ülkeden söz etmiyoruz...

 

ÖM: Bir de almanağa baktığı zaman, mesela hemen Fransa’nın nüfusunun 60 milyon, Türkiye’nin nüfusunun da 70 milyondan fazla olduğunu görüp endişeye kapılabilir.

 

HE: Tabii bunlar yalnız çözülmesi olanaksız sorunlar değildir, ama kaygı duyulacak sorunlardır. AB’nin komitelerinde, vs. karar almak biçimini değiştirmek olanaklıdır. Çok sayıda komite karar modeli geliştirilmiş durumda. AB mevcut karar alma kurallarını bu modellerden birisi ile değiştirebilir. Ama daha önce vurguladığım bir noktaya tekrar dikkatinizi çekeyim: Demek ki Türkiye Avrupa’nın karar alma sisteminde az da olsa bir değişiklik yapmayı gerektirecek kadar önemli bir ülke. Eğer Türkiye 2 milyonluk bir ülke olsaydı hiçbir şey değiştirmezlerdi. Bu insanların tedirgin olmaları, bir politikacının da bunu kullanması normal.

 

ÖM: Milliyetçi, hamasi söylemlerle...

 

Mustafa Arslantunalı: Fransız hançeri değil mi şimdi bu?

 

ÖM: ‘Fransız hançeri’ diye başlık atınca mesela AB’ye Türkiye’nin üye olmasına karşı çıkan önemli sayıda önemli konumda olan Türkler vardı, bunlara da o zaman ‘Türk hançeri’ dememiz gerekirdi herhalde?

 

HE: Meseleyi mutlaka silahla açıklayacaksak, ha hançer, ha modern bir silah, ama...

 

MA: ‘Hançer’ yerine ‘hançere’ ile açıklayan da var, Akşam mesela ‘horoz erken öttü’ demiş.

 

HE: Bu da hoş...

 

Bu noktada oturup düşünmemiz gerekiyor... Türkiye’nin önümüzdeki gündemi, işler iyi gittiği, Allah korusun terslikler olmadığı takdirde yoğun olacaktır. Üstelik bu gündem teknik bakımdan da zorluklarla doludur. Pek çok alanda kritik kararlar alınıp, bunların uygulanması gerekecek. Bu ‘yapısal dönüşüm’ lafını söylemek kolaydır ama yapmak zordur.

 

AB’nin sonuçta yaşamımızı etkileyecek olan pek çok kuralı var. Sadece bu kuralları tercüme edip yazacak değiliz, bu kuralları benimseyeceğiz. Bu da kolay olmaz. Ben kendimden biliyorum... Alıştığım bir düzenden bir başkasına geçebilmem, becerebildiğimde bile, hep epeyce zamanımı almıştır.

 

ÖM: Doğrusu aynen öyle, bir de o meşhur tartışmayı da burada bir kez daha hatırlamakta yarar var belki; 9 bin sayfalık bu uygulama metinleri var, “okuyamıyoruz” diyorlar ama yaşama tarzını değiştirmemiz konusunda sadece AB’den gelen ve mesela 100 bin sayfanın üzerinde metin var. Uygulama zorluklarına bir örnek olarak verdim.

 

HE: Ben bundan 10 küsur yıl önce, sanıyorum Dışişleri Bakanlığının girişimi ile başlayan, sadece AB’ye mâli uyum için gerekli dokümanların çevirisi ve Türk mevzuatına kazandırılması ile sınırlı bir projede çalışmıştım. Ben pes ettim, dokümanlar bitmedi.

 

ÖM: Kaç sayfaydı?

 

HE: Çok... Çünkü, uygulama yönetmelikleri filan da var. Yoksa ana fikrileri kısaca ifade etmek olanaklı. İş uygulamaya gelince ise bir yığın detay var. “Bunlara boş verelim” denemez, çünkü sonra uygulamada pürüz çıkar. Sonuçta çevirileri bir yerden bir yere minibüsle taşıyorduk....

 

ÖM: Dolayısıyla uygulama ve hayat tarzı değiştirmenin öyle kolay bir şey olmadığını kesinlikle söylememiz gerekiyor herhalde?

 

HE: Daha evvel de söyledim, yine tekrarlıyorum, bu nedenle 2004 yılından itibaren Türkiye’de herkes kendi bilgisi, düşünce gücü çapında ülkenin orta-uzun dönem gelişme yolu üzerinde ciddi düşünmeli, hurafelerle, vs. uğraşmaktan vazgeçmeli. Bizi bir yığın teknik konu bekliyor. Bunlar içinden çıkılmaz sorunlar değildir, ama çözülmediği zaman devamlı rahatsızlık yaratacak olan konulardır. Türkiye nasıl bir büyüme yolu seçmeli? Yatırım politikası nasıl olmalı? Türkiye bu işsizlik oranı ile devam edemez. Hem bizim için devam edemez hem de AB için bir korku oluşturur. Bunun çaresi nasıl bulunacak? Türkiye’nin işgücü kalitesini yükseltmesi gerekli, bunun için eğitime önem vermek gerekecek. Türkiye’nin katma değeri daha yüksek ürünlerde rekabetçi konuma geçebilmek için nitelikli işgücüne eskiye oranla çok daha fazla gereksinimi var. Bütün bunlar için kamu fonlarını nasıl kullanmamız gerekiyor? İşte bu işin iktisat politikası yönü... Ama bir soru daha var: Bu sene de bütçe açığımız milli gelirin %11’i... Bütçe kilitlenmiş durumda, yani oynama alanı pek yok. Bu durumda kamu harcamalarının bileşimini amaçlanan yönde değiştirebilmek kolay değil. Ama iyi planlayarak bir şeyler yapılabilir... Bazı projeler ise yapılamayacaktır... O halde önceliklerin saptanması gerekli... Bunların hepsi teknik konular... Yani “bizim iktidar böyle yapar” diye kimsenin söyleyebileceği fazla bir şey yok. Belli bir yol var, çok dar bir yol, o yolda gayet tabii ki hükümetin düşüncelerine göre ufak tefek değişiklikler olabilir; ne yön değiştirmek olanaklı ne de zaman kaybedilebilir...

 

ÖM: İşte o çok önemli, vakit meselesi fevkalade önemli, yıllardan beri hepimizin konuşmalarımızda söylediğimiz gibi çok önemli bir faktör. Bir de tabii yine çeşitli programlarda tekrar tekrar söylediğimiz gibi, AB’ye girme gibi bir mesele hiçbir şekilde Türkiye’nin kendi meselelerini çözmesinin dışında bir mesele olarak görülmemeli.

 

HE: Tabii.

 

ÖM: Senin biraz önce kısaca saydığın 3-4 maddeyi yapıp ondan sonra girmeyebilir de AB’ye, ama bunların yapılması gerekiyor. Kıbrıs meselesinin de bağımsız olarak çözülmesi mi gerekiyor? Onu konuşmak gerekir diye düşünüyoruz ve hep bunları söylüyorduk.

 

(8 Nisan 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)