16 Şubat 1969: Kanlı Pazar

-
Aa
+
a
a
a

16 Şubat 1969’da ABD 6. Filo'sunun İstanbul’a gelmesini protesto etmek için Beyazıt Meydanı’nda toplanan sol genç örgütlerine mensup öğrencilerin ve önceden sopalar dağıtılarak, sol grupla karıştırılmasınlar diye yakalarına mavi rozetler takılarak hazırlanan sağ görüşlü grubun karşılaşması sonucunda çıkan ve 2 öğrencinin öldürüldüğü, yüzlercesinin de yaralandığı olaylar daha sonra “Kanlı Pazar” olarak anıldı.

Kalkedon Yayın’larından dün (15 Şubat 2012'de) çıkan “Kanlı Pazar”ın yazarı Mustafa Eren Açık Gazete’de konuğumuzdu. Mustafa Eren’le hem Kanlı Pazar’ı ve Açık Radyo’yla tanışmasının ilginç hikâyesini konuştuk.

Mustafa Eren'in kitabında son derece objektif bir şekilde ele aldığı, Türkiye yakın tarihinin yüzleşmemiz gereken karanlık olaylarından biri. Eren'in kitabı Kanlı Pazar bugünü anlamak için de değerli bir kaynak. 

Dinlemek için:

İndirmek için: mp3, 29.4 Mb.

16 Şubat 2012 tarihinde Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Açık Gazete’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.  

***

 

Okuyacağınız metin, programın ses kaydından, olduğu gibi, üzerinde değişiklik yapılmadan çözümlenmiştir:

 

Ömer Madra: Kanlı Pazarı’ı konuşacağız; 43 yıl olmuş bugün ve bu konuda Türkiye’de çok fazla da bilinmeyen önemli bir dönemeç noktası teşkil eden bir olayın ayrıntıları ve bugüne olan izlenimlerini de konuşmaya çalışacağız. Bu konudaki kitabı -Kalkedon Yayınları’ndan yeni yayımlandı- yazan Mustafa Eren bizimle beraber ve onun hikâyesini konucağız. Hoş geldin.

 

Mustafa Eren: Hoş bulduk.

 

ÖM: Hem ‘Kanlı Pazar’ın ne olduğuna hem de Açık Radyo ile nasıl ilk temas kurduğuna da kısaca değinelim istersen.

 

ME: Tabii. Bir dönem hapishanede kaldım, hapishanede kaldığım süre içinde F tiplerinde bulundum. Orada dışarıyla bağ kurabileceğiniz aslında çok sınırlı kaynaklardan birisi aslında radyo, öyle dinlemeğe başladım. Hatta o dönem mektup yazmıştım hatırlıyorsunuzdur. Sonrasında da tahliyeden sonra tekrar yazınsal anlamda üretimlerde bulundum ve Kanlı Pazar bunlardan birisi. Yazdıktan sonra sizinle paylaşmak istedim açıkçası, öyle bir geçmişin verdiği bendeki sıcaklık da var.

 

ÖM: Biz de zaten hemen üstüne atladık diyeyim böyle bir şeyin, özellikle dün konuşurken bu konuda sigara yaldızlı kağıtlarından yapılan antenlerle zor-bela radyo dinleme maceraları da büsbütün bizi etkiledi.

 

ME: Hapishanede size verilen radyoyu seçebilme olanağınız yok, size kantinde hangisi sunuluyorsa onu alıyorsunuz ve genelde en adi radyolar, en adi televizyonlar tercih ediliyor. Onların da çekebilmesi için bir takım yeni imalatlara gitmek zorundasınız, işte o sigaranın jelatininden anten yapmak yöntemlerden birisi. Ancak hemen hemen her sayım zamanı o antenler yeniden toplanıyor, sen yeniden sigara kağıtlarından biriktiriyorsun, anteni yapıyorsun ya da sayıma gelindiğinde zulalamak zorunda kalıyorsun. Bu tür durumlar yaşanıyor.

?ÖM: Yani biz seni burada ağırlamaktan mutluyuz öyle söyleyelim, çok farklı maceralardan gelen dinleyici ve destekçilerimiz var ama sen de özel bir yer işgal ediyorsun, bunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

ME: Teşekkürler.

 

ÖM: Bu ‘Kanlı Pazar’ meselesine gelelim, ‘Kanlı Pazar’ çok iyi bilinmiyor benim yakınlarımla çevreyle konuşmamdan edindiğim izlenime göre, hatta 1977’deki 1 Mayıs’la da karıştırılıyor, çok önemli bir olay ve çok daha önce 1 Mayıs’tan. İstersen önce onun bir çerçevesini verelim, neydi bu olay?

 

ME: Kanlı Pazar 1969 16 Şubat’ında gerçekleşiyor, Kanlı Pazar’ın odağında aslında 6. Filo’nun gelişi var, 6. Filo ilk defa 1940’larda geliyor Türkiye’ye Amerikan donanması, daha sonrasında 60’larda geliyor ancak 65’te işte bu Johnson mektubu İsmet İnönü’nün ona cevabı sürecinde bu filoların gelişi artık tepkiyle karşılanmağa başlanıyor, ki 68’de geldiğinde zaten Vedat Demircioğlu’nun ölümüne de yol açan olaylar yaşanıyor. O dönemin nitelendirmesiyle sol, sosyalist gençlik 6. Filo’nun her gelişinde protesto eylemleri gerçekleştiriyor. Bu basın açıklamalarından işte Amerikan askerlerinin görüldüğü yerde keplerinin alınması, üzerlerine boya atılması gibi eylemlere kadar gidiyor. 1968 Temmuz’unda 6. Filo tekrar geldiğinde bir dizi protesto eylemi gerçekleştiriyor, o protesto eylemlerinin birisi de tam İTÜ’nün Gümüşsuyu yerleşkesinin karşısındaki otellerden birinde Amerikan askerleri görüldüğünde oradaki öğrencilerle arasında çıkan bir kavganın sonrasında olaya müdahale eden polis ekiplerinden birisinin amiri öğrenciler tarafından rehin alınıyor. Bunun nedeni de arkadaşlarının gözaltına alınması. Daha sonra arkadaşları serbest bırakılıyor, onlar da amiri serbest bırakıyor ama aynı günün akşamı gecesi aslında yasak olmasına rağmen yani kanunda yeri bulunmamasına rağmen üniversiteye polis baskını gerçekleşiyor ve üniversitenin yatakhanesine. Vedat Demircioğlu camdan atılıyor ya da düştüğü ifade ediliyor, yaşamını yitiriyor. Bunun üzerine Vedat Demircioğlu’nun ölümünün de aslında o tepkiyi arttırdığı bir sürece gelinmiş oluyor. 1969’da 6. Filo tekrar geliyor Şubat ayında, daha gelmeden 22 gençlik örgütü toplanıyor bu sol, sosyalist dediğimiz kesimlerden. 6. Filo’nun Türkiye’de bulunduğu 17 Şubat tarihine kadar gün gün gerçekleşecek bazı eylemler planlıyorlar.

 

ÖM: Bu Boğaz’da demirliyor değil mi?

 

ME: Dolmabahçe’de evet.

 

ÖM: Şimdi artık bu hiç yaşanan bir şey olmadığı için üzerinden de neredeyse 3 kuşağın geçmiş olduğu, yani 3. kuşak, onun için pek de hatırlanmadığı, Johnson mektubu deyince işte Kıbrıs olaylarına karşı Amerikan başkanı Johnson’un “öyle istediğiniz gibi müdahale edemezsiniz” şeklindeki bir mektubu var herhalde Kıbrıs’a.

 

ME: O Johnson mektubu işte Kıbrıs’a Türkiye müdahale etmek istiyor, bunun üzerine ABD başkanı “bizim size verdiğimiz silahları orada kullanamazsınız” diyor. “Eğer böyle bir şey olursa biz de buna müdahale ederiz” diyor. Bunun üzerine İsmet İnönü’nün yazdığı, söylediği ifade edilen bir söz var “yeni bir dünya kurulur biz de orada yerimizi alırız”. Aslında bu da gençliğin o bağımsızlıkçı ruhunu körükleyen bir şey haline geliyor. Bu sürecin ardından 65’ten sonra bir tepkisellik gerçekleşiyor. 67’de 6. Filo tekrar geliyor, o tepkiler kısmen yaşanıyor ama 68’de oldukça boyutlu yaşanıyor, özellikle Vedat Demircioğlu yaşamını yitirdikten sonra zaten, yurt baskınından 1 gün sonra bu 6. Filo’ya karşı tepkileri anlatan internete girdiğinizde resimleri görüyorsunuz, ABD askerlerinin denize atıldığı askerler var. Bu hemen Vedat Demircioğlu’nun yaşamını yitirdiği olaydan 1 gün sonrasına ait. Gençlik önce İTÜ’de toplanıyor sonra Taksim’e çıkıyor bir basın açıklaması yapıyor, ardından koşarak sahile iniyor ve sahilde bulduğu Amerikan askerlerini denize atıyor. Bu olay akşam üzerine kadar devam ediyor gençliğin Dolmabahçe’de bekleyişi çünkü karşıda ABD donanması var. Akşam polis müdahale ediyor ve çok sayıda gene yaralanan oluyor. Yani aslında 65’ten 69’a kadar gerçekleşen süre içerisinde tırmanan bir tepkisellik var. 69 Kanlı Pazar bunun üzerine gerçekleşiyor. Sol sosyalist gençlikte “6. Filo defol!” (Yankee go home!) tavrı varken sağ da o dönem milliyetçi mukaddesatçı olarak nitelendiriliyor. Aslında sol ve sağ terimleri bunu sanırım daha sonra konuşuruz.

 

ÖM: Evet kitapta da zaten belirtmişsiniz ‘sol’ ve ‘sağ’ ayrımının da ilk ortaya bu kadar net olarak çıktığı, bu kategorilerin çıktığı sürecin bu olduğunu yazıyorsun.

 

ME: Sağdaki tavır ise “onlar bizim misafirimiz, aynı zamanda bizim savunmamıza Rusya’ya karşı destek veren dost güçler o yüzden bu tepkiler yersiz” anlayışı var. Hatta kitapta yer verdiğim Orhan Seyfi Orhon’dan, Falih Rıfkı Atay’dan çok veciz sözler var; “madem siz onlara karşı çıkıyorsunuz biz de size karşı çıkarız, o zaman size sizin anladığınız dilden cevap veririz” diyen tavırları var.

 

ÖM: Necip Fazıl da aşağı yukarı

 

ME: Aslında Necip Fazıl deyince çok fazla bu Amerikancı yönü bilinmez, gündeme de getirilmez.

 

ÖM: Evet okuyunca ben çok şaşırdım.

 

ME: Ama onun işte o söz konusu Bugün gazetesinde daha sonra değiniriz Mehmet Şevki Eygi’nin çıkardığı ve Kanlı Pazar’da önemli bir rol üstlenen Bugün gazetesinde yazdığı ‘Amerika’yı tutmak zoru’ başlıklı bir yazı var. Orada “ben Amerika’yı hiç sevmem” diye başlıyor ama son paragrafta “ama buna rağmen Rusya’ya karşı Amerika’yı tutmak zorundayız çünkü o –yanlış hatırlamıyorsam- DDT’dir komünizme karşı” diyor. Yani o dönem komünizme karşı hem Necip Fazıl’ın hem de gene İslamcıların üstadlarından Sezai Karakoç’un söylediği sözler gerçekten bugün

 

ÖM: Beklenmedik derecede Amerikancı, şaşırtıcı.

 

ME: Evet.

 

ÖM: Ve sonra olaylar patlıyor.

 

ME: İşte o 1 haftalık eylem sürecinin en son odak noktasını Beyazıt’tan Taksim’e gerçekleşecek emperyalizm ve sömürüye karşı işçi yürüyüşü adı altındaki yürüyüş oluşturuyor. Gençlik 16 Şubat’ta Beyazıt’ta toplanıyor, Beyazıt’tan Taksim’e yürümeğe başlıyor ancak Gümüşsuyu’nda çok küçük bir kitle girdikten sonra polis tarafından barikatla gelen mitingçilerin önü kesiliyor. Aynı süreçte binlerce sağcı diyebileceğimiz kitle de Taksim’te toplanmış ve gelenleri bekliyor durumda. Alana girebilen o küçük kitle aslında alanda bekleyen sağcılara sunulmuş oluyor. Bugün ortaya çıkan bilgilerden bunu çok rahat söyleyebiliriz ki sağcı gençlik içinde yer alan insanların anlatımları var. Hani “biz örgütlü bir şekilde buna hazırlandık, Milli Türk Talebe Birliği’nde toplantılar yapıldı, bize kamyonlarla sopalar geldi, dağıtıldı, bizim yakamıza özellikle mavi rozetler, kurdeleler takmamız istendi ki karıştırıp birbirimizi dövmeyelim, aynı zamanda polisler de bizi fark etsin ki bizi gözaltına almasın” açıklamaları var.

 

ÖM: Özellikle bu açıklamaları yapanlardan biri de sonradan bakanlık da yapmış olan Yaşar Okuyan, çok önemli yani.

 

ME: ‘O yıllar’ adlı bir kitabı var, orada da bunu anlatıyor daha sonra da defaten farklı röportajlarda dile getirdi. Bunun üzerine alana giren o az sayıda insana saldırı gerçekleşiyor, sonra zaten alana giremeyenlerin üzerine doğru hücuma da geçiliyor ki kitapta bunun resimlerine yer verdim, bulabildiğim resimlere. O dönemin gazetelerini özellikle bulabildiğim bütün gazeteleri kütüphanede bulunan taradım, belli resimleri, kupürleri aldım ve kitapta yer verdim bunlara ki böyle konuşulduğunda çok fazla bir şey ifade etmiyor “insanlar insanlara saldırdı” falan deniyor ama o görüntüleri gördüğünüzde o şeyi, o hazırlığı filan çok daha net anlayabiliyorsunuz. O kitleleri ellerinde bir örnek sopa bulunan insanlara aslında sadece gençlik eylemi de değil bu, saldıranların içerisinde 50-60 yaşlarında sakallı, cüppeli insanlar var. Bunların fotoğrafları daha sonra yayınlandı bu konuda aslında kitapta yeterince vurgu yapmadığım olaylardan biri de bu saldırı tamamen aslında kamera görüntüleriyle görüntülendi. O dönemin sol sosyalist gençlik içerisindeki bir grubu bir sinema grubu kuruyor, yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Soner bunlardan birisi. Bunlar 4 kamera ile bu olayı görüntülüyorlar, bu görüntülerin televizyonda yayınlanması daha sonra yasaklanıyor. Orada pek çok şeyin çok daha açık bir şekilde yer aldığı ifade ediliyor ancak bu görüntüler ortada yok.

 

ÖM: Ve bıçaklanarak öldürülen yani cinayeti aslında kameraların tespit ettiği bir an bile var galiba değil mi?

 

ME: Var, yani fotoğrafları var bu olayın ki daha sonra aslında olayın hemen ardından yapılan açıklamalar vali ve dönemin içişleri bakanlığından yapılan açıklamalar suçlu olarak sol sosyalist kesimleri gösteriyor, aralarında Deniz Gezmiş’in, Mihri Belli’nin, TİP’in önde gelen insanlarından Mehmet Ali Aybar’ın, Sadun Arel’in yer aldığı insanlar suçlu olarak açıklanıyor. Bu olayı onların Rusya ile beraber tezgahladığı ifade ediliyor ki bu açıklamalar aslında o dönem ve sonrasında yaşanan katliamlarda genelde solu işaret eden açıklamalara bir örnek. Sivas katliamından hemen sonra da Aziz Nesin suçlanmıştı mesela, çok benzer bir olay.

 

ÖM: Evet Çorum o bütün işte sinema

 

ME: Sinemaya bomba atılması ki aslında o tür provokasyonların da ilk yaşandığı örneklerden birisidir Kanlı Pazar.

 

ÖM: Prototip gibi bir şey.

 

Mahir Ilgaz: Görüntülerin kaybolması da aslında bugüne bir paralellik çiziyor.

 

ÖM: 6-7 Eylül 1955’in de tabii gayet bilinen, o zamanlar bilinmiyordu tabii bunlar ama şimdi çok daha net olarak bildiğimiz şeyler. Tabii burada benim mesela çarpıcı bulduğum şeylerden biri de valinin galiba yaptığı açıklaması; İstanbul valisi Vefa Poyraz da “olaylar mümkün olduğu kadar az bir zayiatla kapanabilmiştir” diyor. Yani hakikaten insan gülmekle ağlamak arasında bir durumla karşılaşıyor. “2 ölü, 200 yaralı filan az bir zayiatla kapattık” diyorlar yani.

 

ME: O şeye bakıldığından, hani bu konuda görüş beyan eden insanların bir kısmının direkt gladyo diyor, kontrgerilla diyor, tabii elde buna dair somut bir belge ya da bilgi olabilmesinin imkanı yok ancak yaşananları üst üste koyup bir fikir sahibi olduğunuzda elbette bir yerler işaret ediliyor. Bunun en temel nedenlerden birisi aslında o dönem kurulan komando kampları. Hemen 68’te ilk komando kampları kuruluyor, Türkiye’nin 20’ye yakın yerinde kuruluyor ve aynı anda binlerce genç burada eğitimden geçiriliyor. Komando kamplarını kuran da o dönemin Cumhuriyetçi Köylü Milliyet Partisi daha sonra 69’da kongrede Milliyetçi Hareket Partisi adını alıyor. Bu basına da yansıyor hatta direkt kuranlar tarafından yansıtılıyor çünkü o dönemin sol sosyalist gençliği oldukça artık hareketli bir vücuda gelmiş durumda ve o gelişim devam edecek, bu görülen bir şey. Ancak sağda böyle bir gelişim yok, sağ özellikle kendi gençlik kitlesinde sol gençlik karşısında yitirir durumda. Yeni bir hareket vücuda getirmek için ne yapabiliriz diye düşünüyorlar ve komando kamplarını kuruyorlar. Burada insanlara hem fikri hem de bedeni savaş eğitimi veriliyor ve o dönemin gazetelerine bu yansıyor. Buna rağmen yapılmış bir şey var mı diye bakıyorsunuz yok. Demek ki

 

ÖM: Hiçbir soruşturma filan yapılmamış değil mi?

 

MI: Ve sonrasında da hatta bir raporla bu komando kamplarının kontrgerilla ilişkisi

 

ME: İfade ediliyor.

 

MI: Evet, hatta devlet arşivine girdiği ama

 

ME: O dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e sunulan bir rapor olduğu söyleniyor, bu konuda Kaynak yayınlarından çıkmış bir kitap var ve daha sonraki bakanlardan birinin de “evet böyle bir rapor var” dediği ifade ediliyor. Ancak bu olmasa dahi ben şunu söylüyorum, belge olmak zorunda değil, bu tür olayların belgesine ulaşmak da çok mümkün değil ama yaşanan olay karşısında bu basına da yansımışsa ve manşetlere çıkmışsa ki o manşetler

 

ÖM: Burada bana en önemli görünen yani biz kitabı okurken biraz da aceleyle dün akşam geç bir saatte yalapşap okudum geldim, zamanım olmadı ama çok çarpıcı belgeler de var ve en tipik ve insanı etkileyen olaylardan bir tanesi medyanın, basının çok planlı denebilecek, sistemli bir şekilde bunu getirmesi. Yani bazı manşetleri buradan okuyayım, mesela “kızılları boğmanın vakti geldi, zamanının geldiği, işte an bu andır” diye Bugün gazetesinde var ya da Sabah gazetesinde “ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” diyorlar, “müsamaha devam ederse komünistleri halk kendisi ezecektir”. Gene çok önemli şeylerden bir tanesi “milletin sabrı tükenmek üzeredir” hep böyle ciddi anlamda provoke edici, harekete geçirici, yani bütün bu tornadan geçirilmiş sopalar, işte Yaşar Okuyan’ın ve başkalarının da anlattığı hazırlıklı, sistematik provakasyonun özellikle de arka planında medya ayağının çok ciddi bir şekilde yürütüldüğü de aşikar yani.

 

ME: Evet. Aslında o söylediğiniz manşetleri belli bir tarihle sıraya koyduğunuzda olay biraz daha netleşiyor. Yani 6. Filo 10’unda Türkiye’ye geliyor, 17’sinde ayrılacak ve 10’undan 17’sine kadar o manşetlere baktığınızda sol sosyalist gençlik bir dizi eylemlilik planlıyor, işte basın açıklaması yapılacak, Türkiye’nin farklı illerinde, farklı ilçelerde geceler düzenlenecek, konuşmalar yapılacak, TİP’ten bu olaya konuşmacılar gelecek ya da işte Mihri Belli’ler gelecek ama buna karşı giderek tırmandırılan bir şey var, basın yoluyla tırmandırılan bir süreç var. Aynı zamanda o dönemin en büyük provokasyonlarından birisi, belki eğer Kanlı Pazar’dan söz edeceksek en dile getirilmesi gereken provokasyon bu “kuleye kızıl bayrak çektiler” olayı ki onun üzerine o manşetler giderek temellendiriliyor.

 

ÖM: Evet “kızıl bayrak çekildi” diyorlar ki Vedat Demircioğlu’nun resmi

 

ME: Vedat Demircioğlu’nun resminin olduğu bir kırmızı bez aslında asılıyor ki bu anlaşılır bir şey. Daha sonra direkt bu kızıl bayrak asılması olayını anlatan o dönemin solcu gençlik liderlerinden Harun Karadeniz “evet biz hazırlattık, gayet de iyi niyetliydik çünkü 68’e geldiğinde bizim arkadaşımızı öldürmüşlerdi. Bizim bütün açıklamalarımızda zaten Vedat Demircioğlu vardı. Biz özellikle gidip bir yere kızıl bayrak çekmiş değiliz, Vedat Demircioğlu’nun resmini asmak istedik. Ayrıca biz ne yapsak bu provokasyonu zaten gerçekleştireceklerdi o yüzden ben bizde suç bulmuyorum” diye açıklıyor durumu.

?ÖM: Yani çok hakikaten basının çok net sistemli rolü görülüyor. Bu en tipik şeylerden bir tanesi, bir diğeri de bu olayın arkasında yani gerek Milli Türk Talebe Birliği’nin ki bugün de yöneticileri AKP’nin içinde de çok sayıda yöneticileri bulunan bir kuruluş, bir örgüt, yani Abdullah Gül de dahil olmak üzere, Recep Tayyip Erdoğan da aralarında bulunmak üzere çok sayıda bir şey çıkartmış bir örgüt bu. Öbür taraftan da bir de çok önemli bir başka nokta da şey olarak görülüyor, mesela benim çok dikkatimi çeken olaylardan bir tanesi hiç 1968’deki dünya devrim dalgasının hiç gündemde olmaması, çok etkilenmemiş, yani globalist küresel bir olay Türkiye’de kendi gündemini birbirinden kopuk iki cemaat halinde yaşamakta olduğunu sağ ve solun, senin de söylediğin gibi sağ ve sol kavramları da orada ortaya çıkmışken hiç dünya devriminden, ortalık birbirine girmiş yani Vietnam savaşının protestoları bir yana ki üstelik 6. Filo da ondan kaynaklanan bir antiemperyalist tavır da sergiliyor, buna rağmen hiç 68 bağlamı yok. Bir de solun da senin kitapta da gayet net olarak gösterdiğin gibi gayet ulusalcı, Kemalist bir çizgiye bağlı kaldığı kökleri orada.

 

ME: Aslında o siyasal ayrımlara kısaca değinmek gerekirse 1960’lar benim kitapta dile getirdiğim Türkiye’nin bugünkü siyasal haritasının aslında ortaya çıktığı süreç. O döneme kadar mesela milliyetçilerle İslamcılar aynı çatı altında, ‘milliyetçi mukaddesatçı gençlik’ deniyor, hani bir milliyetçi gençlik bir İslamcı gençlik yok direkt böyle adlandırma olarak. Hatta bunların ayrı örgütleri yok o dönem. Ancak işte 1965’te bu Milli Türk Talebe Birliği’ni önce 1960’tan sonra, bu 27 Mayıs darbesinden sonra bir dönem solcular hakim oluyor orada, 1965’te Rasim Cinisli’nin Milli Türk Talebe Birliği’nin başkanlığına seçilmesiyle milliyetçi mukaddesatçı kesim öne geçiyor. Ancak daha sonra bu kuruma ilişkin yapılan bütün açıklamalarda “bozkurttan Kuran’a” denir. 1968’den itibaren İslamcı gençlik kendisini milliyetçi gençliğin dışında ifade etmeğe başlıyor ve ayrı örgütlenmeler oluşturuyor. Zaten Milli Türk Talebe Birliği’ni Burhanettin Kaya’nın başkanlığa seçilmesiyle orası artık İslamcı gençliğin yapııs haline geliyor. Sağcı gençlik ise, milliyetçi gençlik ise kendine ‘Ülkü Ocakları’nı kurmağa başlıyor ya da işte ‘Hür Düşünce Kulüpleri’ var onun dışında ayrı duran. Sağda işte bu milliyetçi ve İslamcı ayrımı gerçekleşiyor o dönem ve kendisini aynı zamanda şey olarak da gösteriyor, Adalet partisinin dışında Milli Nizam Partisi olarak da gösteriyor parlamentoda. Solda ise bu milli demokratik devrim ve sosyalist devrim ayrımı var, o dönem TİP’in önderlik ettiği bir kesim Mehmet Ali Aybar’lar, Behice Boran’lar sürecin aslıda sosyalist devrim süreci olduğunu ve işçi örgütlüğünde, işçi kesim öncülüğünde bir şey yapılması gerektiğini ifade ediyorlar. Ancak milli demokratik devrim tezinin aslında milli birliğin ortaya attığı ve geliştirdiği bir tez ki bütün gençlik kesimini diyebiliriz neredeyse bunun içerisinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya da vardır, etkisi altına alan teze göre ise Türkiye’deki süreç bir demokratik devrim sürecidir hala bu nedenle bütün sadece işçi sınıfı öncülüğünde bir şey yapabilmenin imkanı yoktur, bütün bağımsızlıkçı kesimler biraraya gelmelidir. İşte o bağımsızlıkçı kesimlerin en gözde olanları kimdir asker ve sivil aydın zümre. O yüzden işte biraz daha milli demokratik devrim tezini takip edenler bu nedenle Kemalizmi sol olarak gördüklerinden ki o dönem kitapta Mahir Çayan’ın açıklamalarına da yer verdim.

 

ÖM: Özellikle Mahir Çayan’ın açıklaması tabii son derece çarpıcı, yani kendine tamamen özgü bir durum olarak dünyada eşi görülmemiş bir model olduğunu sol için ifade ediyor Kurtuluş savaşını ve Mustafa Kemal’i.

 

ME: Ki şeyi hatırlamak bile bunun için yeterli, Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşü gerçekleştiriliyor Deniz Gezmiş’in öncülüğünde olan o devrimci öğrenciler birliği grubu tarafından. Yani o dönemin bütün solcu gençlik önderleri aslında o Kemalizmin içerisinden çıkarak gelen insanlar. Ancak bunu söylerken solun tamamını ve tüm sürecini -kitapta özellikle bunu da ifade ettim- Kemalist olarak nitelendirmek bence haksızlık olur.

 

MI: Kolaycılık olur.

 

ME: Evet. Çünkü 1965’ten 70’e kadar geçen o süreç içerisinde aslında sol giderek kimlik değiştiriyor o gençlik. İlk ortaya çıktığında zaten tamamen Kemalist ilkeleri savunmak adına ortaya çıktıklarını ifade ediyorlar, daha sonra TİP’in kurulması ve gençliği etkilemeğe başlamasıyla beraber kendilerini sosyalist olarak ifade etmeğe başlıyorlar ancak 1968’ten sonra özellikle bu hem işte Avrupa’da yaşanan olaylardan etkilenmeler o gençlik var, hem de aslında Ertuğrul Kürkçü şeyi söylüyor mesela “biz Avrupa’dan ziyade Vietnam’dan etkilendik, Filistin’den etkilendik” diyor ki 69’tan sonra gençlik Filistin’e solcu gençlik gerilla eğitimi almağa gidiyor.

 

ÖM: O da ironik bir durum yani bugün şimdi Hamas dolayısıyla özellikle onu da belirtmişsin kitapta, daha sağ diyebileceğimiz

 

MI: ‘Filistin davası’nı sahiplenmesine rağmen hani baktığınız zaman

 

ME: Toplu davaya asıl sahip çıkanlar ve gidip fiziki olarak destek verenler arasında solcu insanlar. O 69’a gelindiğinde artık aslında Kemalizm’in etkileri de bir şekilde tabii ki devam ediyor ancak sınırlanıyor ve kendilerini devrime adadıklarını ifade ediyorlar. Orada bir dönüşüm var yani 65’deki gençlik değil 69’daki gençlik, sol anlamında da ama elbette bunun etkileri var. Aslında gençliğe yönelik bu Kemalist eleştirisi son zamanlarda da Mümtaz Ertürk örneğinde de gördüğümüz gibi onlar zaten darbeci olarak çok rahat yaftalanabiliyor ve bu kolaycılığın arkasında İslamcıların biraz da aslında şu son süreçleri yatıyor bence. Hani solun darbeciliğini, özellikle de bugün artık oldukça sınırlı, işte şu an Türk Solu dergisinin çıkaran çevreye de bakıp bütün solu oradan karalamaya çalışmak bence kolaycılık ve yanlış.

 

ÖM: Evet. Süreyi de geçmek üzereyiz ama özellikle şunu söylemeden geçmek istemedim, bence çok önemli, aydınlatıcı bir kitap ve gayet objektif bir şekilde bence yaklaşılmış, o açıdan

 

MI: Biraz klişe olacak ama bugüne de ışık tutuyor diyebilir miyiz aslında?

 

ÖM: Evet öyle bir şey, fakat son sözde söylediğin bu şey meselesi, bir türlü Türkiye’de ister sağ, ister sol, ister sosyal demokrat, kim olursa olsun hangi siyasi gruplaşma olursa olsun geçmişte yaptığı hataları üstlenmekten kaçınan ve dolayısıyla da bir türlü işte bu Kürt hareketleri için de kesinlikle geçerli bence, bir türlü hesaplaşılması gereken bir olay yani “Kanlı Pazar hesaplaşılması gereken bir olay olarak tarihteki yerini almıştır” diye bitiriyorsun. “Bu hesaplaşmayı 1960’lar Türkiye’sindeki siyasal akımların faktörler her biri için yapabilmek de mümkün ve gereklidir” yani “milliyetçiler ırkçılık ve kontrgerilla iddialarıyla, İslamcılar milliyetçilerle olan bağları, Amerikancılıkları ve antikomünist tutumlarıyla, solcular da Kemalizme akrabalıkları, cuntacılarla ilişkileri ve milliyetçi refleksleriyle hesaplaşabilmelidirler” demişsin ki bence çok iyi bir özet bu. Yani bunu sağlayamadığımız çeşitli problemlerden her zaman karşımıza çıkıyor bu, yani Ermeni meselesinde de işte çıkıyor, Kürt meselesinde de, Dersim meselesinde de her an karşımıza çıkan bir şey. Geçmişte yapılanlarla bir hesaplaşmaktan kaçınma, senin değimini kullanacak olursak bir kere daha “kolaycılığa kaçmak durumu” var. Ama bunun galiba böyle bir kaçışı yok, ne diyorsun?

 

ME: Eğer bugün olaylar karşısında yeni tutumlar alınmak isteniyorsa, geçmişin kimlikleriyle, geçmişin refleksleriyle davranılmak istenmiyorsa bu hesaplaşma yapılmak zorunda zaten. Ben şunu da görüyorum kendi çevremde aslında bu hesaplaşmaya çok açık insanlar da var, ancak bir türlü nasıl maya tutmuyor, işte o maya tutmamasının nedenleri de bu kimliklerin üzerimizde yarattığı ağırlıklar bence. Onların üzerine gidebilmek lazım, olacaktır diyorum.

 

ÖM: Evet yani mesela önemli bazı tanıklıklar da var, Mehmet Şevket Eygi “hiç tereddütsüz aynı şeyleri yapardım” diye tamamen sahiplenirken böylesine tamamen karanlık bir geçmişe ve olayları öte yandan İhsan Eliaçık mesela bir reddi miras yapmak zorunda olduğunu ve bu yanlışları bir sonraki kuşakta devam etmek zorunda olmadığını söyleyerek gayet önemli bir şey söylüyor bana sorarsan. Yani sol içinden de aynı kendi yapılmış vahim ölümcül hataları da onlarla yüzleşip yeni bir şeyle yürümek, özellikle de karşımızda çok zorlu bir gündem varken herhalde şart gibi görünüyor. Sen umutlusun yani?

 

ME: Ben umutlu olmak istiyorum, öyle diyeyim. Bu onun ürünlerinden birisi aslında, umutla üretemediğimiz sürece ne yapabiliriz onu da bilmiyorum.

 

ÖM: Evet umut her zaman vardır. Geçenlerde de bu konuda böyle bir başlıkla bir yazı yazmağa çalıştım. Evet yani çok önemli bir iş bu, bir kez daha hatırlatalım, Kalkedon yayınlarından yayımlanan yepyeni bir kitap var, Kalkedon Yayıncılık Siyaset ve Ekonomi Kitaplığı’dan, başlığı: ‘Kanlı Pazar, 1960’lar Türkiye’sinde Milliyetçiler, İslamcılar ve Sol’ alt başlını taşıyor. Mustafa Eren eline sağlık, çok teşekkür ederiz bizimle paylaştığın için. Bu konuda daha da devam ederiz işbirliği ettiririz diye ümit ediyoruz biz de.

 

ME: Ben de o ümit içerisindeyim, çok teşekkür ediyorum ben de.