23 yılın ardından 17 Ağustos Depremi

-
Aa
+
a
a
a

17 Ağustos 1999 Depremi’nin üzerinden tam 23 yıl geçti. Depremle birlikte Açık Radyo’da yayın hayatına başlayan Altın Saatler’de uzmanlarımız 23 yılın bilançosunu konuştu.

17.08.1999 / 03:02 tipografi
23. yılında 17 Ağustos 1999 Depremi
 

23. yılında 17 Ağustos 1999 Depremi

podcast servisi: iTunes / RSS

(17 Ağustos 2022 tarihinde Açık Radyo’da Altın Saatler programında yayınlanmıştır.)

Gürhan Ertür: Merhaba, bugün 17 Ağustos'un bir gün öncesindeyiz ve bu programı 17 Ağustos 1999 depremini 23. yılında anmak amacıyla gerçekleştiriyoruz. Elvan Cantekin, Muzaffer Tunçağ ile birlikteyiz, maalesef Nuray hocamız katılamıyor. İlerleyen dakikalarda belki Argun Yum aramıza katılacak. 23 yıl öncesine giderek bilgilerimizi tazelemekte fayda olduğunu düşünüyorum. 17 Ağustos 1999, saat 03.01’de merkez üssü Kocaeli Gölcük olan 7.4 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Türkiye'de meydana gelen ikinci en büyük yer sarsıntısı olarak kayıtlara geçti. Yer kabuğunun 17  kilometre derinlikte sağa doğru hareket ettiği ve 120 kilometrelik hat boyunca kırıldığı tespit edildi. Depremde Kocaeli’yle birlikte Sakarya, Yalova, İstanbul ve Bolu yıkıcı etkilerle karşı karşıya kaldı. Resmî rakamlara göre 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti, 48 bin 901 kişi yaralandı. Ancak resmî olmayan kaynaklar can kaybının 40 bin civarında olduğunu belirtiyor.

İzmit Körfezi'nin güneyinde bulunan Gölcük, Değirmendere ve Karamürsel gibi bazı yerlerde sahile yakın kısımların depremle birlikte su altında kalması can kaybı ve hasar tespitini zorlaştıran en önemli unsur olarak gösteriliyor. Ayrıca Türkiye'nin birçok bölgesinden insanların yaz aylarında bu bölgeye gidip tatil yaptığını da göz önünde bulundurursak 18 binin üstünde can kaybı yaşanmış olabilir diye düşünüyorum. İstanbul’un Avcılar ilçesinde ise 976 kişi yaşamını yitirdi ki, Avcılar depremin merkezine oldukça uzak bir bölgede, yaklaşık yüz kilometre uzaklıkta. Yine de Avcılar’da üç binden fazla yapı ağır hasar gördü, 50 bin yapı tamamen yıkıldı, 30 bin yapı az ve orta hasara uğradı. Deprem özellikle Marmara Bölgesi'ndeki yaşamı kelimenin tam anlamıyla felç etti. Petrol rafinerileri, petrokimya tesisleri, metal tesisleri, otomotiv, kağıt, plastik fabrikaları, hammadde tesisleri ve diğer sanayi tesisleri üretimlerini durdurmak zorunda kaldı. Depremin toplam maliyetinin 20 milyar doları bulduğu tespit edildi. Binlerce insan evsiz kaldı. Peş peşe yaşanan depremler sadece konut ve iş yerlerinin değil sağlık, eğitim, belediye hizmetlerinin verildiği yapıları da etkiledi. Hatta Sakarya'da itfaiye binasının da önemli ölçüde etkilendiğini biliyoruz. Biliyorsunuz, depremin hemen arkasından TÜPRAŞ'ta bir yangın çıkmış, AKSA'da da kimyasal sızıntı olmuştu. TÜPRAŞ'ta çıkan yangın günlerce devam etti ve yurtdışından getirilen yangın söndürme uzmanları tarafından güçlükle söndürüldü. AKSA fabrikasında akrilonitril tanklarında hasar meydana gelince 6.500 ton kimyasal atık sızıntısı yaşandı ve bu kimyasal sızıntının insan hayatını tehdit eden boyutlara ulaşması nedeniyle bölgedeki 8,5 kilometre yarıçaplı alan kolluk kuvvetlerince boşaltıldı. Farklı kurumların yaptığı hesaplamalara göre depremin ekonomik maliyeti iki ile 20 milyar dolar arasında değişiyor. Bu maliyeti Devlet Planlama Teşkilatı beş ile on dokuz milyar dolar, Dünya Bankası on iki ile on yedi milyar dolar, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) de on yedi milyar dolar olarak hesaplıyor. Depremin ardından özellikle yeniden yapılanma çalışmaları nedeniyle dış kaynak ihtiyacı artarken sanayi bölgesinde bir süre üretim faaliyetlerine ara verilmesi de ekonominin küçülmesine neden oldu. Bazı araştırmalar depremin yarattığı etkinin 2001 ekonomik krizinin çıkmasında en etkili neden olduğunu belirtiyor. Deprem ülke sanayisinin merkezî bölgelerinin ekonomilerinde telafi edilmesi güç sonuçlara yol açtı.

Buradan hareketle sözü Muzaffer'e vermek istiyorum. Muzaffer, sen o dönemde etkin görevlerdeydin ve yine İzmir'deydin. 17 Ağustos Depremi konusunda nasıl bir değerlendirme yapmak istersin?

“Eş güdüm eksikliği birçok noktada büyük sıkıntılar yarattı”

Muzaffer Tunçağ: Ben o sırada inşaat mühendisleri odası genel başkan yardımcısıydım. İzmir'de de görevlerim vardı. Haberi aldıktan sonra hep birlikte olay yerine gittik. Orada İzmir'de yaptığımız deprem senaryosu çalışmasının canlı bir örneğini gördük. Sokaklarda insanların trafiği düzenleme inisiyatifini ellerine aldıklarını belki anımsayacaksınız. Gölcük'te gençler lüzumsuz geliş gidişleri önlemek için ellerinde sopalarla arabaların kente girmesini engelliyordu. Diğer çarpıcı nokta hırsızlık konusuydu. Çok sayıda hırsızlık olayı oldu. Bunu da kimse beklemiyordu. Ayrıca haberleşmede aksaklıklar ortaya çıktı. Anımsayacaksınız, depremde Avcılar çok şiddetli etkilendi. Herkes Avcılar’ı merkez zannetti ama ertesi sabah anlaşıldı ki merkez orası değildi. Bu, haberleşmedeki aksamadan dolayı oldu. Esas deprem merkezine -Gölcük, Sakarya vesaire- yoğunlaşılacağına Avcılar'a gidildi çünkü Avcılar’ı saptamak kolaydı. Burada amatör telsizciler çok önemli bir rol oynadı. Orada gerçekten haberleşmenin ana unsuru oldular. Amatörce de olsa çok başarılı bir iş çıkardılar.

Diğer konu yangınlardı. Yangınlara karşı hazırlık azdı. Özellikle rafinerideki yangın -ki sonradan ben de gittim- hakikaten büyük bir tahribat yarattı. İzmir İtfaiyesi o sırada çok gelişmişti ve iki kilometrelik hortumları sayesinde yangına denizden müdahale edildi. Bütün bunlar deprem öncesi yapılacak hazırlıkların ve planlamanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi bize. Bir de mahalle birimlerinin, muhtarlıkların önemini ortaya çıkardı ki bence bu işin can alıcı noktası. Çünkü insanlar neye uğradıklarını şaşırdılar, hazırlıkları yoktu. Ayrıca yine bu süreçte kardeş şehir, kardeş mahalle kavramları gelişti.

Avcılar'da bir yıkım oluyor ve ne kadar hazırlıklı da olsanız oraya dışarıdan bir yardım gelmesi lazım. Aynı şekilde kentler arasında dayanışma olması lazım. Zannediyorum bu da depremin öğrettiği bir şeydi. Mesela sağlık kuruluşları arasında böyle bir bağlantı, bilgi ağı var ama hepsinin ötesinde bunların eş güdümünün çok önemli olduğu görüldü. Eş güdüm eksikliği birçok noktada büyük sıkıntılar yarattı. Herkes bir noktaya gidiyor, ne yapacağını bilmiyor, birçok iş makinesi bölgeye gidiyor ama orada iş yapamadan kuru kalabalık oluşturuyor. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) bunu üstlenerek koordinatör rolünde olması ileriye yönelik çalışmalarda etkili oldu. Yerel yönetimler, AFAD ve valilik arasındaki uyuşmazlık yine devam ediyor ama deprem sonrasında merkezi eş güdümlülük önemli sonuçlar doğuruyor. Tabii deprem sırasında sağlık hizmetleri de iyileşti. Özellikle daha önce bilmediğimiz triyaj denen, yaralıları seçme noktasında bir deneyim kazanıldı. Bu da daha sonraki depremlerde önemli bir rol oynadı.

Ayrıca deprem sonrasında ekonomik sıkıntılar deyince sadece büyük fabrikaların vs. çalışamaması, işlerinin aksaması değil, esnafın sıkıntıları da önemli rol oynuyor. Bakkallar, küçük mağazalar, işletmeler ya elemanlarını yitiriyorlar ya da içinde bulundurdukları binalar tahrip olduğu için faaliyetlerini sürdüremiyorlar. Bu da ekonomiyi olumsuz etkiliyor.

“Bütün mesele bu işin kalıcı olmasıydı ama maalesef olamadı”

G.E.:  Sana hemen iki konuda danışmak istiyorum Muzaffer. İlki senin de bahsettiğin İzmir’deki deprem senaryosuyla, ikincisi İzmir İtfaiyesi'nin İstanbul'daki çalışmasıyla ilgili.

M.T.: Evet, biz 1996’da İnşaat Mühendisleri Odası yönetimiyle Boğaziçi Üniversitesi ve Kandilli Rasathanesi’nden, aralarında Profesör Mustafa Erdik, Nuray Aydınoğlu, Aykut Barka, Ahmet Mete Işıkara, Atilla Ansal gibi isimlerin de olduğu bir ekiple İzmir için bir deprem planı çalışması başlamıştık. O zaman başkan Burhan Özfatura da bu çalışmayı destekledi. Özellikle resmî kuruluşların katıldığı bir çalışma oldu bu. Polisinden sağlık kuruluşlarına, hastanelerden meslek odalarına, ticaret odası gibi diğer odalara kadar birçok kuruluş bu çalışmaya katıldı. 1996’daki bu çalışma çok ilginçtir, 1999’un Temmuz ayında bitti ve ardından bir deprem senaryosu hazırlanıp yayımladı. Fakat o zaman buna kimse inanmadı. Bu çalışma İzmir için yapılmıştı fakat ne yazık ki bir ay sonra İstanbul'da yaşanan Marmara Depremi bizim deprem senaryosunda sözünü ettiğimiz etki ve sonuçların, orada uygulanacak acil planın ne kadar önemli olduğunu ortaya serdi. Hatta birçok kişi daha sonra, “Siz bunları nereden bildiniz?” diye sordu ve yaptığımız toplantılara tekrar bir ilgi oldu. Deprem senaryosuyla ilgili neredeyse binlerce kişinin katıldığı toplantılar yaptık, okullarda eğitimler verdik. Profesör Ahmet Mete Işıkara’yı da anmak lazım, onun verdiği eğitimler ve katıldığı toplantılar büyük ilgi görüyordu. Bir yandan da teknik çalışmaları sürdürdük. Bu çok iyi bir hazırlıktı. Daha sonra yürümedi çünkü bütün mesele bu işin kalıcı olmasıydı ama maalesef olamadı. Bir kurumsallaşamama sorunu var. Bütün bu çalışmalar unutulabiliyor. Mesela bu çalışmalardan birkaç yıl sonra İzmir'de vali yardımcısı böyle bir çalışma başlattı. O çalışmaya katılan birçok kurum bütün bunlar sanki sıfırdan oluyormuş gibi raporlama yapmaya başladılar. Demek ki ortada kalıcı olmama, yapılanların bir kenara atılması, kurumsallaşmaması olguları var. Bu belediyede de, valilikte de, diğer kurumlarda da böyle… Bu da işin üzücü bir yanı ki işlerin birbirini tamamlayarak ilerlemesini engelliyor. 2020’deki İzmir Depremi’nde de yaşadık, ben dikkatle izledim; İzmir’deki deprem senaryosuna katılan hocalara, Nuray Aydınoğlu, Mustafa Erdik gibi isimlere sormak yerine hiç çalışma yapmamış Ahmet Ercan gibi kişilerle konuştular. Oysa biraz araştırma yapılsaydı bu konudaki önemli çalışmaları ortaya dökebilirlerdi. İzmir İtfaiyesi'ne gelince, o dönem İzmir İtfaiyesi Hollanda İtfaiyesi’yle ortak bir çalışma içindeydi ve Türkiye'nin hem alet hem de eğitim bakımından gerçekten en ileri itfaiyesiydi. Nitekim daha sonra İzmir İtfaiyesi bu altyapıyla eğitim vermeye başladı. Zannederim şimdi de İzmir'in Toros bölgesinde bir merkezleri var ve çalışmalarına devam ediyorlar. Orada gerek okullara, gerekse -benim çok önemsediğim- tehlikeli madde içeren sanayi kuruluşlarına eğitim veriyorlar. Bu da önemli bir atılım. İzmir bunu ilk defa 1999’daki Marmara Depremi’nde yaşadı. O zamanki başkanımız Ahmet Piriştina, ekibiyle birlikte itfaiye ve sağlık ekibini de yanına alarak ilk günden bölgeye gitti. Ve az önce de söylediğim gibi rafineri yangınının söndürülmesinde İzmir İtfaiyesi'nin rolü çok önemli oldu.

G.E.: O zaman önümüzdeki programlardan birinde İzmir İtfaiyesi'ndeki yenilenme ve eğitimler konusunda bilgili birisini davet edip bir program yapmamız yararlı olacaktır.

Şimdi hemen Elvan'dan rica edelim, Elvan sen 17 Ağustos Depremi’nde neredeydin, ne oldu, deprem sonrasına ilişkin görüşlerin neler?

“Türkiye'de nüfusun artık önemli bir kısmı ne olduğunu bilmiyor”

E.C.: İlk başta özet geçerken birkaç defa “biliyorsunuz” diye tekrar ettin, şimdi 23 sene geçtiğini düşünürsek Türkiye'de nüfusun artık önemli bir kısmı ne olduğunu bilmiyor. Bu çok önemli, bunun farkında olmamız lazım. Ben üniversitelerde ders verirken görüyorum, öğrencilerin büyük çoğunluğu depremden sonra dünyaya gelmişler. Kocaeli’deki ağustos ve kasım depremlerinin çok yoğun şekilde konuşulduğu dönemlerde belki de bebeklik, çocukluk çağlarındaydılar ve olanları hatırlamıyorlar. Yani en başta depremin ciddi olarak anlatılmasının önemine vurgu yapılması ihtiyacını hissediyorsunuz. Çünkü yeni jenerasyon bu bilgilerden yoksun. Ben açıkçası 17 Ağustos Depremi’ni anma törenlerinde, “Şu oldu, bu oldu” şeklindeki konuşmalardan da zaman zaman rahatsız oluyordum. Bunu tekrar etmek yerine önümüze bakalım, ne yapmamız gerektiğini konuşalım yaklaşımındaydım. Son yıllarda bunların yeniden konuşulması, hafızaların tazelenmesi veya bilmeyenlerin de bu konuda bilgilendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda senin yaptığın özet önemli. Önce 17 Ağustos Depremi, arkasından Düzce Depremi, Türkiye ve hatta dünya tarihinde hakikaten büyük depremler. Ülkenin ciddi bir süre boyunca gidişatını değiştiren depremler. Yanlış hatırlamıyorsam 1999’dan sonra Türkiye ekonomisi yüzde 6.1 küçüldü. Uzmanlar bu depremin 2001 krizi ve diğer krizlerde önemli rol oynadığı yönünde değerlendirmelerde bulundular.

Ben deprem olduğunda İstanbul'daydım ve tamamen farklı bir sektörde çalışıyordum. Depremden sonra, 2001-2002 krizi sırasında konuyla ilgilenmeye başladım ve bölgede çeşitli projelerde çalışarak bu işin içine girdim. O noktada gözlemlediklerimin hâlâ geçerli olduğunu söyleyebilirim. Deprem sonrasındaki müdahale çalışmaları biraz el yordamıyla yapılmıştı. Yani o zamana kadar Türkiye'de afet müdahalesiyle ilgili çok yetersiz bir altyapı vardı ve bu altyapı çok fedakarca, belli noktalarda büyük başarılar göstererek çalışsa da, afet biliminin temel nosyonlarından biraz yoksun olarak faaliyet gösterdi. Tabii ilk aşamada karşımıza şu sorular çıktı: “Bu büyük güç hakikaten nedir, deprem olayı nedir?” Bu sorgulamalar sonraki yıllarda da devam etti. İstanbul Depremi’yle tektonik hareketler vb. gündeme geldi. Yer bilimcilerin belki de overdose diyebileceğimiz bir şekilde toplumu fazlaca bilgilendirdiği bir süreç yaşadık.

Depremi takip eden dönemle ilgili söyleyeceğim ikinci şey şu; müdahalede yaşanan zorluklar hazırlık aşamasının önemini ön plana çıkardı ve ağırlıklı olarak biz bu hazırlık aşamasına yöneldik. Kamu kurumlarından sivil toplum kuruluşlarına, hatta özel sektöre hemen hemen her kuruluş bu konuda ne yazık ki kendi başına tedbirler almaya ve yatırımlar yapmaya başladı. Burada böyle kaotik bir durum vardı ve bu durum uzun seneler devam etti. Mesela Türkiye Afet Müdahale Planı'nın on küsür yıl sonra hazırlanmış olması bile bence ilginç bir olaydır. Yani bu kadar büyük bir afet, yıkım yaşıyorsunuz ve bunlar toplumda uyarıcı olarak kabul de görüyor ama üzerinden ancak on küsür yıl geçince böyle bir plan ortaya çıkıyor. Biraz önce Muzaffer Bey’in de söylediği gibi, bir şeylerin kurumsallaşması, koordine edilmesi konusunda hep bir gecikme, önemli oranda da başarısızlık söz konusu oldu. Bu afete hazırlık çok fazla ön plana çıktı ve gerek ekipman, gerek eğitim, gerek kurumsal yapının geliştirilmesi çabalarıyla Türkiye afete hazırlık konusunda ciddi bir kapasite sahibi olduğunu söyler hâle geldi. Ama sonraki afetler gösterdi ki esasında her afet kendine özgü birtakım hazırlıklar istiyor, her afetin müdahale bakımından ihtiyaçları farklı. Orman yangınları çıktı, havadan müdahale dedik; havadan müdahale bir şekilde sağlanmaya başlanınca geceleri havadan müdahale olayı gündeme geldi. Bu hazırlık üzerine yoğunlaştıkça ihtiyaçların da çeşitlendiğini ve arttığını görüyoruz. Bu konuda ciddi olarak yol alındığını söylemek mümkün. Üçüncü aşamada, depremi takip eden dönemde afet yönetimi gündeme geldi. Afetler -özellikle deprem- öyle bir noktaya geliyor ki bu sadece "olsun da biz müdahale edelimle olmayacak,” dedik.. Riskin azaltılması lazım. Türkiye'de ilk defa bütünleşik afet yönetimi dediğimiz kavram ortaya çıktı, tartışılmaya başlandı. Tabii afete müdahalenin tartışılması ya da afete müdahale kapasitesinin geliştirilmesi kadar kolay değil. Bu sektör çok aktörlü ve karmaşık, ne yazık ki birtakım çıkarlara dokunuyor. Birtakım politik karar mekanizmalarının ciddi olarak hayata geçirilmesine ihtiyaç duyuluyor ki, açıkçası orada sınıfta kaldık. 1999 Depremi’nin üzerinden yirmi üç yıl geçmiş. Artık depremi hatırlayan nüfusun oranı çok yükselmiş vaziyette ama biz hâlâ bu bütünleşik afet yönetimi nasıl olmalı, bu riskler nasıl azaltılmalı; deprem dışında afetlerle nasıl mücadele edilmeli, bunları tartışmaya devam ediyoruz. Ne yazık ki bu tartışmaların ayakları yere basmıyor, çözümler kolay üretilemiyor, bilinen çözümler hayata geçirilemiyor. Bu da açıkçası işin rahatsız edici tarafı.

G.E.: Önümüzdeki haftalarda da 17 Ağustos'la ilgili konularımıza devam edeceğiz ve bir sonraki hafta konuğumuz Sibel Asna olacak. Özellikle kendisiyle afet iletişimi konusunu konuşmak istiyoruz.

Halk DASK’ı benimsedi mi?

20-21 Mart 2000’de son derece önemli bir konsey kuruldu: Ulusal Deprem Konseyi. Fakat 2007’de yine bir başbakanlık genelgesiyle lağvedildi. Yirmi bilim insanından oluşan bu konseyin kuruluş amacı depreme karşı alınacak önlemleri bilimsel olarak tespit etmek, bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek ve depremle alakalı bilgi kirliliğini önleyerek vatandaşların korku ve endişeye düşmelerini engellemekti. Konseyin lağvedilmesinin genelgede açıklanan sebepleri ise sadece belli bir tarihe veya döneme mahsus olarak yayınlanması nedeniyle artık uygulama alanının kalmaması, güncelliğini yitirmesi. Görüldüğü üzere son derece komik bir gerekçe. Bunun dışında önemli bazı çalışmalar yapıldı. Özellikle yapı denetimi hakkında kanun hükmünde kararnameler çıkarıldı. Fakat sonrasında orasından, burasından delindi ve yapı denetimi Türkiye'de hâlâ çok ciddi bir problem olmaya devam ediyor. Önümüzdeki dönemde bu meselenin yeniden ele alınmasının yararlı olduğunu düşünüyoruz.

Şahsen birçok programda tekrarladım ama Türkiye'de iki önemli kuruluş oluşturuldu. Birincisi Doğal Afet Sigortalar Kurumu (DASK); 587 sayılı Zorunlu Deprem Sigortası hakkında kanun hükmünde kararnameyle 27 Eylül 2000’den itibaren zorunlu deprem sigortası sistemi uygulamaya kondu ki bu hâlâ faaliyette olan bir kuruluş. Son derece küçük bir örgütlenme ve sigorta şirketleri kanalıyla yürütülen bir çalışma. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama İstanbul'da hâlâ bir buçuk milyon konutun DASK sigortasını yaptırmamış olduğu bilgisi dün medyada paylaşıldı. Bunu da bir kenara not etmekte yarar var.

E.C.: Halkın DASK'ı benimsemesi mümkün oldu mu? Bence hayır. Yani bugün DASK yapılıyor, poliçeyi üretme anlamında penetrasyon dedikleri konuda belli noktalara gelindi ama bunun nedeni yasal zorunluluklar. Elektrik, doğalgaz bağlatmak istiyorsan, tapu işlemi yapacaksan DASK isteniyor. Halkın, bunun deprem riskinin azaltılmasında önemli araçlardan bir tanesi olduğunun bilincinde olduğunu zannetmiyorum. DASK yaptıranların yüzde elliden fazlasının bunun sadece mevzuat açısından bir zorunluluk olarak düşündüğünü düşünüyorum ki bu da vahim bir durum. Bu bilincin hâlâ oluşmadığını gösteriyor. Bazı insanlar maalesef yasal zorunluluklarla elektriğini, suyunu bağlattıktan, satış işlemlerini yaptıktan sonra sigortayı yenilemiyor.

M.T.: İddiaya göre DASK’a başvuru İstanbul’da yüzde 61 civarında, ikincilik yüzde 59’la İzmir'de. Tabii Anadolu’da bu oran çok daha düşük. DASK yasasının da elden geçirilmesi gerekiyor. Özellikle apartman tipi büyük konutlarda bütün apartmanın sigortalanması gerekir. Tek tek yapılınca da, son İzmir depreminde gördüğümüz üzere DASK hasar gören binalara epey para dağıttı ama o paraları daire sahipleri aldılar ve ne yaptılar? Başka yerlere harcadılar... Bu anlamda DASK o binanın yeniden yapılması, güçlendirilmesi konusunda bir destek olmadı.

“Birçok rapor hâlen tozlu raflarda bekliyor”

G.E.: İkinci bahsetmek istediğim kurum İstanbul Proje Koordinasyon Birimi. Bu, İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi’ni (İSMEP) devreye aldı. İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi altında İstanbul’un deprem riskini önleme çalışmalarını yönetmek amacıyla 2006’dan itibaren faaliyet göstermeye başladı ve birkaç bileşenle çalışmalar yürüttü. Bunların en başında da güçlendirme çalışmaları geliyor. Okul, hastane, kamu binalarının ya yıkılıp yeniden yapılması ya da koşullar uygunsa güçlendirilmesine dönük yeniden yapılması, kültürel mirasın korunabilmesi için tarihî binaların güçlendirilmesi ve sosyal rehberlik, acil durum haberleşme sistemlerinin iyileştirilmesi gibi çalışmaları çok dar bir ekiple ama esas olarak ihalelere çıkarak yürüttü İSMEP. Aslında bu iki kurumun ve DASK’ın Türkiye çapında geçerli olmasının İstanbul için son derece yararlı etkilerini gördük. Sizler de belirttiniz, DASK'ın ülke çapında yaygınlaşmasında hâlâ ciddi sorunlar var. Zamanımız olsaydı yapılmış bilimsel çalışmalara, yayımlanan raporlara değinmek isterdik. Şunu da belirtmek isterim; Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin ortak çalışmasıyla 2003’te yayımlanmış ve son derece kapsamlı “İstanbul için Deprem Master Planı” başta olmak üzere birçok rapor hâlen tozlu raflarda bekliyor. Muzaffer bu olumlu çalışmalara ilişkin belki senin vermek istediğin örnekler olabilir.

M.T.: Yapılması gereken çalışmalar olarak tatbikatları ele almak istiyorum. Biliyorsunuz, Japonya'da ve depreme maruz kalan birçok ülkede bu çalışmalar yapılıyor. Özellikle Japonya'da çok sık yapılıyor ve bütün halk katılıyor. İzmir'de dört kez yapıldı. İkisini valilik ve büyükşehir belediyesinin itfaiyesi birlikte tasarladı. Askerî birliklerle arama kurtarma ekipleri de katıldı. Hâlâ var mı bilmiyorum ama PETKİM'in böyle bir birliği vardı. Okulları da dahil ederek bir tanesi Konak Meydanı’nda, bir tanesi Karşıyaka'da açık bir alanda olmak üzere iki kere başarılı bir uygulama yapıldı. Daha sonra AFAD bu işi üstlendi ve AFAD’ın İzmir sahasında valinin de katıldığı bir deprem tatbikatı yapıldı. Bu tatbikatlar yapılırken vali, büyükşehir belediye başkanı gibi esas sorumlular tatbikatlara katılmıyorlar. Oysa onların da bu tatbikatları izleyip oradan ders alması lazım. Yetkililerin, meslek odaları temsilcilerinin, hatta başkanlarının katılması lazım. Bunları halka yaymak lazım. Bu çalışmalar özellikle muhtarlık düzeyinde yapıldığı zaman önemli oluyor. Bu bilinci yaymada muhtarlıkların mahalle düzeyinde yaptığı çalışmaların önemi büyük. Zannediyorum İstanbul'da hiç tatbikat yapılmadı.

E.C.: İstanbul'da dar kapsamda gönüllülerin, AFAD'ın  ve askerî birliklerin katıldığı birkaç tatbikat yapıldı. Ama bunun daha sık ve daha geniş kitlelere ulaşacak şekilde yapılması lazım. Bazılarının gerçekten iyi tatbikatlar olmasına karşın bazılarının tamamıyla göstermelik olduğunu düşünüyorum. Esasında geriye doğru baktığımızda, 1999’dan bu yana başta deprem olmak üzere afetlerin geneliyle ilgili bizim risklerimiz azaldı mı, arttı mı, belki de biraz bunu tartışmak lazım. Şunu söylemek mümkün; bu dönem içerisinde başta deprem olmak üzere çeşitli tehlikelere karşı kırılganlıklarımız azalmadı, arttı. Yani kırılganlığı yaratan başlıca unsurlar fakirlik, gelir dağılımındaki dengesizlik, çarpık, plansız, tırnak içinde ranta dayalı planlama çalışmaları, kentlerde artan nüfus yoğunluğu… Risk algısı bir türlü gelişemiyor. Kalitesiz bina stoğu başından beri konuşuluyor fakat çıkan bütün yasal düzenlemelere karşın hâlâ devam ediyor. Çevreye zarar vermeye devam ediyoruz, çevreye zarar verdiğimiz müddetçe kırılganlığımız artıyor ve afet riskleri de artıyor. Yönetim sorunu var; yönetişimde aşılamayan, geliştirilemeyen, bir şekilde kalıtımsal hale gelmiş problemler var. Tepeden inmeci bir yaklaşımımız var. AFAD kuruldu ama koordinatör olacakken sahada faaliyet gösteren bir uygulayıcı kuruluşa dönüştü. Afetlerde katılımcılık çok önemli. Afette katılımcılık denince gönüllülerin arama kurtarma çalışmalarını anlıyoruz, fakat iş öyle değil. Bütün süreç içerisinde toplumun yerel düzeyde katılımının sağlanması lazım. Bunlar bir türlü becerilemiyor. Riski azaltmayı tüm karar süreçlerinde ön plana çıkarmak gerekiyor. Bizde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarında bile “ÇED raporuna gerek yok” kararları çok sık çıkmaya başladı. Afet risklerini arttıracak olan kırılganlıklar ve afete maruz kalacak insan ve fizikî tesisler de arttı. O yüzden geçtiğimiz 23 sene içerisinde başta deprem olmak üzere afet riskleri azaldı mı? Hayır, bence azalmadı, artmaya devam ediyor. Her ne kadar iyileşmeler olduysa da bu anlamda pek iç açıcı bir tablo yok. 23 yıldan bahsediyoruz, az değil. Olumsuz bakmak istemiyoruz ama çok önemli bir sürenin kaybedildiği düşüncesindeyim.

“Merkezî ve yerel yönetimler düzeyinde koordineli bir deprem stratejisi hâlen hayata geçirilemedi”

G.E.: Olumlu gördüğümüz birkaç konuyu özetlemek istiyorum: Sorunlar olmasına rağmen 2009’da AFAD'ın kuruluşu önemli. 2000’de DASK'ın kurulmuş olması son derece olumlu. 2007 ve 2018’de deprem yönetmelikleri, deprem tehlike haritaları yenilendi. İstanbul Proje Koordinasyon Birimi’nin kurulması ve 2006’da İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi, İSMEP'in devreye sokulması önemli. 2005’te İstanbul ve çevresindeki köprü ve viyadüklerde güçlendirme çalışması yapıldı. Ama hâlâ yapılmayan ve büyük sorun teşkil eden konularımız var. Etkin bir yapı denetim sistemi oluşturulamadı. Hatta buna oluşturulmadı demek daha doğru çünkü nispeten daha iyi olan Yapı Denetim Kanunu bile iğdiş edildi. Bu konuda çözüm olarak depreme dayanıklı proje yapımı, proje ve şantiye denetimi ciddi bir sınav sistemiyle ehliyeti belgelendirilmiş yetkin mühendisler ve onların kuracağı firmalar tarafından yapılmalı ama böyle bir gelişme birçok raporda yer almasına rağmen sağlanamadı. Kentsel dönüşüme baktığımız zaman tam bir fiyasko oldu. 6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Yasası amacından tamamen saptırılarak rant amaçlı bir uygulamaya dönüştü ve hiçbir şekilde amacına ulaşamadı. İktidar imar barışı denilen sistemi getirerek bu konuda ne denli samimiyetsiz olduğunu ayrıca göstermiş oldu. Birçok rapordan bahsetmiştik, çok kısaca özetlemek istiyorum. Yüzlerce rapor var ama en önemlileri “İstanbul için Deprem Master Planı”, Ulusal Deprem Konseyi raporları, Deprem Şûrası kararları, “Ulusal Deprem Strateji ve Eylem Planı”, “10. Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu”... Bu arada değinmeden geçmemek lazım, Sayıştay’ın özellikle deprem bölgeleri ve deprem çalışmalarıyla ilgili son derece önemli iki raporu oldu.

Yapılmayanlara baktığımızda, bu konuda yönetmelikler olmasına rağmen merkezî ve yerel yönetimler düzeyinde koordineli bir deprem stratejisi hâlen hayata geçirilemedi.

G.E.: Bu arada, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi 17 Ağustos’la ilgili bir dizi etkinlik planladı. “Depremin Afete Dönüşmesini Önleyebiliriz” başlıklı bir deprem paneli, sergi ve film gösterimi. 17 Ağustos’ta saat 19.00’da Etiler Sanatçılar Parkı'nda gerçekleşecek. 18 Ağustos saat 18.00’de Esenyurt Belediyesi Kültür Merkezi'nde de “Depremi Beklerken” başlıklı bir söyleşi ve film gösterimi yapılacak. 15 - 19 Ağustos’ta, saat 10.00 - 22.00 arasında İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Karaköy Hizmet Binası’nın fuaye katında deprem sergisi ve broşür dağıtımı gerçekleşecek. 17 - 19 Ağustos’ta, saat 10.00 - 21.00 arasında Kadıköy İskele Meydanı'nda deprem sergisi ve broşür dağıtımı etkinliği var. 17 - 19 Ağustos’ta Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda ve Silivri sahilindeki Yaşar Kemal Sergi Salonu'nda deprem sergisi ve broşür dağıtımı gerçekleşecek. Avcılar Marmara Caddesi'nde 17 - 18 Ağustos’ta, 10.00 - 19.00 arasında deprem broşür dağıtımı gerçekleşecek.

Bugün Altın Saatler’in 1166. programını gerçekleştiriyoruz. Programa 13 Ekim 1999’da başladık ve 23 senedir sürdürüyoruz. Programın sürdürülmesinde Aykut Barka hocamızın çok önemli bir etkisi var çünkü Açık Radyo’da deprem iletişim merkezini 18 Ağustos günü onunla başlattık. 60 gün boyunca deprem ve deprem bölgeleriyle ilgili bilgileri kamuoyuyla paylaştık. Arada sırada o döneme ilişkin yayınlarımızı yeniden duyuruyoruz. Yine o dönemde bize çok destek veren Tınaz Titiz’i de anmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkürlerimizi iletiyoruz, uzun ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.

Bugünkü programı burada kapatalım, gelecek hafta 17 Ağustos'la ilgili yayınlarımıza devam edeceğiz.

M.T.: Teşekkür ederiz. Dileklerimiz umarım yerine gelir.

G.E.: Gelecek hafta görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.