İklim Göçmenleri

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

İsveç kökenli bağımsız düşünce kuruluşu FORES'in "İklim Göçmenleri - Bilim, İnsanlar, Hukuk ve Gelecek" başlıklı raporunu hazırlayanlardan araştırmacı Emine Behiye Karakitapoğlu ile iklim krizinin bölgemizde ve Türkiye'de yol açacağı göç, kuraklık, susuzluk, tahıl kaybı ve gıda üretiminde düşüş gibi felaket hallerine ilişkin araştırma verileri üzerinde konuştuk.

Ömer Madra: Bir uluslararası telefon bağlantımız var; Emine Behiye Karakitapoğlu’yla FORES diye adlandırılan kuruluşun iklim mültecileri konusunda biraz ürkütücü, ama son derece önemli sonuçları olan raporu hazırlayanlardan, ekibin başında olan kişiyle konuşacağız. Merhabalar!

Emine Behiye Karakitapoğlu: Merhabalar Ömer Bey! Uppsala’dan herkese iyi haftalar.

ÖM: Bizimle bu mülakatı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Doğrusu ben ilk gördüğümden beri üzerinde epey medyada fazla yer bulamadı ama ufak ufak haberler yer aldı, ben okuma fırsatını buldum konuyla ilgili epey uğraşanlardan biri olarak. Dehşete kapılmamak mümkün değil. Özellikle mesela 2050 tarihli hesaplara göre bu konunun en çok uğraşanlarından biri olan Myers’ın taa 1993’ten beri 150 milyon iklim mültecisi olacağını söylediği bir durum var. Şimdi tahminini 200 milyona çıkartmış 2005’te. Christian Aid 1 milyar insandan bahsediyor 2050’ye kadar. Yani önümüzde 23 yıl var! Ne olacak, nedir, birazcık anlatır mısınız?

EBK: Dediğiniz gibi iklim mültecileri konusu aslında yıllardır üzerinde konuşulan bir konu, hatta 1970’lerden beri birçok yayın yapıldı, araştırma yapıldı bu konuda. Nihayet 1990’ta Birleşmiş Milletler (BM) de çok büyük bir toplu göç yaşanacağını iklim nedeniyle, 1990’daki raporunda dile getirdi. Onun ardından söylediğiniz gibi birçok kesim, kesin söylemek çok zor tabii ama olabildiğince net rakamlar verilmeye çalışıldı. En çok telaffuz edilen, büyük ihtimalle olması beklenen sayı 200 milyon kişinin 2050 yılı itibariyle iklim mültecisi durumuna düşmesi ihtimali, hatta 1 milyar diyenler bile var. Neden insanlar mülteci olacak birazcık bundan konuşacak olursak, iklim değişikliği insanların yaşamını çok farklı şekilde etkiliyor. Bazen çok yavaş etkileri olabiliyor, mesela kuraklık, su sıkıntısı gibi, bir de ani etkileri var, son yıllarda çok büyük afetler duyuyoruz, bütün kamuoyu da dikkatle izliyor, bunlar seller, kasırgalar. Son 30 yılda büyük miktarda arttı bu doğa olayları, aşırı hava olayları dediğimiz olaylar. Yani tabii kuraklık da aynı şekilde son 30 yılda mesela 1,6 milyar kişi kuraklıktan etkilendi. Bunlar yani kuraklık yavaş etki aslında ama daha şimdiden etkisini göstermeye başladı insanların hayatlarında. Aslında ortalamaya vurulacak olursa, son 8 yıl üzerinden konuşacak olursak 2008-2015 yılları arasında yılda ortalama 24,5 milyon insan bu aşırı hava olayları sebebiyle yerlerinden göç etmek zorunda kaldılar. Durum gerçekten çok sıkıntılı. İklimin insan yaşamına başka bir etkisi ve göçleri tetikleme ihtimali deniz seviyesinin yükselmesiyle olması bekleniyor. Önümüzdeki bu kalan zaman içerisinde 2100’e kadar 1 metrelik bir yükseliş bekleniyor. Aslında değişik öngörüler var fakat kesin olan bir şey var ki deniz seviyesi önceki dönemlere göre çok hızlı yükseliyor. Mesela 1901-2015 arasında yaklaşık 20 santimetrelik bir yükselme var iken bu 20 santimin 8 santimi 1993-2016 arasında yükselmiş. Yani çok ciddi bir deniz yükselmesi var. Şu anda dünyada 600 milyon insan adalarda yaşıyor ya da deniz yükselmesinden etkilenecek olan kıyı bölgelerinde yaşıyor. Yani bütün bunlar ileride, eğer Paris Anlaşması'nın öngördüğü 1,5 derecelik artış olsa bile önüne geçilemeyecek sonuçlar, hatta 2’ye kadar yükselmesi tolore edilebilir diye bir şey de var biliyorsunuz Paris Anlaşması'nda, fakat öbür taraftan öngörüler hala araştırmalar yapılmaya devam ediliyor. İklim değişikliğiyle mücadelede kat edilen ya da kat edilecek yolun belirlenmesi sürecinin yavaş olması sebebiyle aslında önümüzdeki yüzyılda 3 hatta 4 dereceye kadar bir artış olma ihtimalinden bahsediliyor. Durum gerçekten çok ciddi.

ÖM: Şunu da ilave etmek istiyorum, bu iklim değişikliği konusunda en çok bilgi sahibi olmamıza yol açan insanlardan biri ve önemli iklim bilimci James Hansen 3 derecelik bir artışın şu anda yaşamakta olduğumuz bütün şeyleri yani sıcak hava dalgaları, suların yükselmesi, vb. hepsinin 3’e katlanması anlamına geleceğini söyleyerek dehşet verici bir açıklamayı daha yeni yaptı. Yani altından kolay kalkılabilir, hatta kalkılabilir olduğu konusunda emin değilim! Bir de Avustralya’da Richard Flanagan’ın bir yazısına rastladım, ‘The Man Booker Prize’ ödülünü kazanmış olan ünlü romancı Avustralya’nın mülteciler konusunda Manus adasının dehşet verici bir cehennem yarattığını ve demokrasinin sıfıra indiğini söylüyor, “hepimizi aşar bu utanç!” diyor. Yani böyle şeyler de var, Suriye’deki felaketin de uzayan bir kuraklıktan çıktığı apaçık ortada, bir yandan demokrasinin beşiklerinden biri olan Avustralya’da insanlara işkence ediyorlar, hatta bu konuyu açıklayan gazeteciyi bile hapse atıyorlar filan. Nasıl bir gidiş bu? Ne diyorsunuz?

EBK: Tabii ülkelerin politikalarını tek tek ele alırsak hakikaten çok şaşırtıcı durumların olduğunu görüyoruz Amerika örneğinde olduğu gibi, Avustralya gibi. Aslında Avustralya Paris Anlaşması sürecinde söylediğiniz anlamda çok ciddi olumsuz çalışmalar yürüten bir ülke, orada şu anda hiçbir şekilde uluslararası koruma altında olmayan iklim mültecilerinin Paris Anşalması'na dahil edilmesi söz konusuydu. Bu konuda çok ciddi kulis çalışmaları yapılmıştı, BM organizasyonu ve diğer iklimle ilgili kuruluşlar tarafından fakat Avustralya’nın çabaları sonucu konu maalesef sonuca ulaşamadı. Avustralya’nın böyle bir tutumu var, yani karbon ayak izi konusunda da zaten biliyorsunuz başı çeken ülkelerden birisi.

ÖM: Evet özellikle kömür tabii.

EBK: Evet. Aslında en başta söylediğimiz gibi iklim mültecileri konusu yaklaşan çok büyük sorun diye kamuoyu bilmese de uluslararası camia bunu biliyordu fakat bir türlü somut adım atma girişiminde bulunulmadı. Hala da çok net bir gelişme yok, Bonn’da da pek bir şey yapılmadı, tartışılmakla kalındı. Aslında durumu özetleyen Uluslararası Göç Örgütü’nün 2008’deki iklim ve mülteci göç sorunu raporunu yazan Oli Brown’ın bir sözü var, “Uluslararası camiada çok işbirliği içerisinde iklim mültecileri sorununu görmezden gelen çok başarılı bir durum söz konusu” diyor. Yani uluslararası bir sözleşmenin ya da bir korumanın geliştirilmesi için hiçbir ülke istekli değil, bunu BM Mülteciler Yüksek Komiserliği bile değişik şekillerde dile getirdi zaten. Ancak tabii böyle devam edemez.

ÖM: Ben de tam onu soracaktım; Markus Larsson ve Adam Reuben’le beraber hazırladığınız Climate Refugees (İklim Mültecileri) başlıklı raporun ikinci bölümünde 2085 gibi biraz uzak bir süreçte 5 milyar kişinin su kıtlığı tehlikesi altında kalacağı yorumunuz da inanılmaz. Yani yaşanabilir bir dünya olmanın çok ötesinde bir şeyden bahsediyoruz. Kasırga dalgalarının sadece 225 milyon kişiyi etkileyeceğini ve tabii Türkiye’nin de derinlemesine etkileneceği ülkelerden biri olduğunu da net olarak koyuyor. Sadece Afrika’da su kıtlığı yaşayan ülke sayısının 24’e çıkacağı gibi haberler vardı raporunuzda. Özellikle iki şey sormak istiyorum, bir tanesi bu iklim göçlerinin tarih en önemli olayı olduğu da belirtiliyor sizin raporunuzda zaten, iklim değişikliğinin en önemli etkisi göçler. Bunun en önemli etkisi de herhalde şiddet, yani IŞİD gibi şiddet ve terör örgütlerinin doğup çoğalmasına da, ayrıca bölge çatışmalarına, hatta savaşlara da yol açabileceği konusunda bazı tahminlerimiz ve öngörüler var. Bunlara ne diyorsunuz?

EBK: Su kıtlığı yani uluslararası camiada ve birçok bilim insanı tarafından çatışma ateşleyicisi olarak zaten tespit edilmiş durumda. En son 2016’da Dünya Bankası da bu konuya dikkat çekti. Önümüzdeki dönemde su sorunun çıkabileceğini, bu yüzden sürdürülebilir su politikalarının yürütülmesi gerektiğini, yoksa ciddi su sıkıntısı sonucunda toplu göçlerin olabileceğini, bunun sebebinin de su sıkıntısına bağlı olarak üretimin düşmesi, ekonomik istikrarsızlık sonucu ortaya çıkacak olan toplumsal huzursuzluk diye açıkladı. Biliyorsunuz Suriye’de meydana gelen sıkıntıların, iç savaşın gerekçelerinden birisi de doğrudan olduğu söylenmemekle birlikte Suriye’nin 2007-2010 arasında yaşamış olduğu çok büyük kuraklık gösteriliyor. Yani sadece suyun olmaması, ülkelerde zincirleme çok kötü sonuçlar doğurabiliyor, yani ekonomik istikrarsızlık sonrasında başlayan boşluk siyasi adımların ve gerekli önlemlerin alınmaması halinde çok ciddi sıkıntılara, çatışmalara dönebiliyor.

ÖM: Yeni rakam da mesela 343 bin’i aşkın sayıda daha yepyeni bilgi, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin verdiği bilgi var, 2011 Mart’ında başlayan bu küçük bir isyandan, ayaklanmadan başlayan şeyin aradan geçen 6 küsur yıl içinde 343 bin’den fazla insanın hayatını kaybettiği, bunun 102 bin’inin sivil, 19 bin’in de çocuk olduğu gibi korkunç rakamlar var. Bunlar da gene kuraklığa bağlanıyor değil mi?

EBK: Evet, Suriye’de kendini gösteren kuraklığın aslında önümüzdeki 30 yıl içerisinde, hatta son kitabın kapsamadığı ama son gelişmelerden konuşacak olursam Ortadoğu’daki, Batı Asya’daki su kıtlığı, Türkiye’yi de içine alan, hatta Yunanistan’ı da bir miktar içine alıyor, Kuzey Afrika tümüyle Cezayir, Tunus, Mısır, oradaki bütün ülkeler, Ortadoğu İran, Irak, Suriye, yine kuzeydoğudaki ülkeleri içine alan bölgede 2040 yılında çok ciddi su sıkıntısı başlayacak, 2050’yi bile görmeyecek Türkiye. Bu coğrafyaya baktığımız zaman zaten çok sorunlu olduğunu biliyoruz, su kıtlığının ve gıda kıtlığının, gıda konusunda da ayrıca konuşmak isterim, bu bölgedeki su kıtlığının ortaya çıkaracağı gıda sorunu, söylediğimiz bu sosyal huzursuzluklar, arkasından gelecek çatışmalar için çok uygun bir şey. Buralarda başlayan olacak olan yer değiştirmeler ya da göçlere sebep olacak diyebilirim. Bunların yönünün çoğunlukla Avrupa’ya olması bekleniyor, dolayısıyla biz çok tatsız bir yerdeyiz, Türkiye’nin çok ivedi bir şekilde önümüzdeki 30 yıllık bu anlamdaki politikalarını netleştirmesi, çok ciddi adımlar atmaya başlaması gerekiyor.

ÖM: 2040 dediğinizde de zaten 22 yıldan bahsediyoruz, 22 yılda inanılmaz bir şeyden, felaketler zincirinin kopabileceğinden bahsediyoruz. Mesela Türkiye’deki ve başka ülkelerdeki, Avustralya’daki bakanlar da “ne kıtlığı, her yerde su var, tedbirleri alıyoruz” filan diye konuşuyorlar ve kömüre yatırım yapıyorlar. Yani biraz çelişkili de bir durumla karşı karşıyayız.

EBK: Kesinlikle, asıl sorun o, yani uluslararası kamuoyunun somut adımlar atmaya yanaşmayan ülkeler sebebiyle fazla mesafe kaydedememesi. Gıda krizini kısaca anlatayım:

İklim değişikliği 1970’lerden beri zaten %6’lık genel olarak temel gıda üretiminde azalmaya sebep olmuş. Şimdi bunun 2050’ye kadar çok daha büyük oranlara ulaşması bekleniyor. Türkiye’de %20-25 civarında tahıl üretiminde bir kayıp olacağı beklentisi var.

ÖM: Bu müthiş bir oran!

EBK: Evet, %20-25’e kadar ulaşabilecek korkunç, bu çok yüksek oranlardan birisi zaten. Türkiye’deki ürün sıkıntısı tahılla sınırlanmış şu andaki araştırmalar ama diğer ürünlerin nasıl etkileneceğini bilmiyoruz. Tabii su ve kuraklık hayatın her alanına, her ürünün üretimine narenciyeden sebze üretimine kadar hepsini etkileyecektir, tahıl sadece bir gösterge.

ÖM: Bir kere daha tekrar edebilir miyiz bunu, zihnimiz kavramakta biraz güçlük çekebilir. Ne zamana kadar, yani önümüzdeki hangi yıla kadar Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede %20-25’lik bir tahıl kaybı olması bekleniyor?

EBK: 2050.

ÖM: İnanılacak gibi değil yani!

EBK: Anlatacak, söyleyecek çok şey var, o yüzden mümkün olduğunca anlatayım istiyorum. Su sıkıntısı deyince zaten Türkiye’nin zaten ciddi şekilde su sorunları var. Irmaklarımızdan bahsettiğimiz zaman, Fırat ve Dicle havzasından daha çok konuşuruz Irak ve Suriye’yi ilgilendiren, fakat su sıkıntısı başladığı bir dönemde Türkiye’nin birçok ırmağı aslında sorunlu.

Bunları kullanma konusunda ülkeler arasında da sıkıntı yaşanabilir; mesela Meriç, sınırı aşan sular düşünüldüğünde Çoruh Türkiye ile Gürcistan arasında sorun olabilir. Arpaçay Aras nehrinin kolu, Ermenistan’la ortak, barajdan şu anda Türkiye ve Ermenistan yararlanıyor. Aras nehri de Türkiye’den çıkıp Hazar’a gidiyor, bu arada Azerbaycan ve İran’la da sorun yaşama ihtimali var.

Asi nehri var Suriye’den, o konuda Türkiye’nin çok netleşmiş bir gelecek öngörüsü var mıdır bilemiyoruz, çünkü Suriye o nehir üzerinde bir takım regülatörler inşa etme aşamasında, yani Asi nehrinin Hatay bölümü kuruyabilir. Yani Türkiye su konusunda mevcut kaynaklarını ileride bir şekilde daha az kullanma ihtimali de doğabileceğini düşünmesi gerekir. Bilmiyorum hatırlıyor musunuz bir dönem Bulgaristan’dan su alınmıştı 1993’te?

ÖM: Evet gayet iyi hatırlıyorum.

EBK: Su çok büyük sorun Türkiye için, bütün bunlar olurken buradan izleyebildiğim kadarıyla daha çok güncel konular üzerinde sanıyorum çalışılıyor fakat önümüzde çok az bir zaman kaldı. Burada İsveç’te ve diğer batı ülkelerinde iklim değişikliğinin yaratacağı sonuçlara karşı çok ciddi önlemler alınmaya başlandı. Her ne kadar uluslararası kamuoyunda çok istekli görünülmese de bazı konularda birçok ülkede benzin-mazot kullanımı, petrol ürünlerinin kullanımı sona erecek. Mesela İsveç’in hedefi 2045 ama İsveç’in en iddialı komünü Uppsala 2030’da sıfır petrol ürünü olarak planlandı. 2 yıldır da hiçbir şekilde petrol ürünlerine yatırım yapılmıyor bu komün içerisinde bu bölgede. Çünkü tümüyle yenilenebilir enerjiye geçiliyor. Yani buradan bakıldığında Türkiye’de bir şeyler çok yavaş gidiyor o anlamda.

ÖM: Bunu konuşmaya devam etmemiz lazım, sizin de söylediğiniz gibi zaman çok daraldı. Mesela 139 ülkede 2050’ye kadar %100 yenilenebilir enerjiye geçilmesi konusunda Stanford Üniversitesi’nden Mark Jakobson ve arkadaşlarının yaptığı raporu da gördük. Gene aynı şekilde bir başka New York Times’de da ‘best seller’ olan ve küresel iklim değişikliğini, geri çevirmek için Paul Hawken önderliğinde gene geniş bir ekibin hazırladığı Drawdown ve başka araştırmalar var.

Siz de İsveç Uppsala üniversitesinde de aynı şekilde... Siz Uppsala Sweden Üniversitesi’nde öğretim üyesi misiniz?

EBK: Hayır, ben orada çevre iletişimi ve yönetimi konusunda master yaptım. Şu anda Uppsala komününde iklim ve enerji verimliliği üzerine çalışıyorum. FORES’te bu araştırmayı yapmak üzere çalışmıştım. Şu anda ise tümüyle uygulama üzerindeyim.

ÖM: O zaman Emine hanım hem çalışmalarınız hem de bize verdiğiniz bilgilerin çok değerli ve önemli olduğu düşüncesindeyim; bunu sürdürelim eğer izniniz ve vaktiniz olursa. Bu konuda çok uzun yıllardan beri giderek artan ağırlıkta üzerinde çalışmaya gayret ediyoruz, sizin de desteklerinizle bu konuda farkındalığı arttırabiliriz ümidindeyiz. Son soru olarak bu tarz raporların, yayınların faydası konusundaki düşünceniz nedir? Yani ülkelerdeki siyasi karar alıcıları, hükümetleri etkileyebiliyor mu? Etkiliyorsa ne ölçüde etkiliyor sizce?

EBK: Aslında bu tür bilimsel raporların ülkeleri nasıl etkilediği biraz o ülkedeki demokrasinin nasıl işlediğiyle ilgili. Eğer bilimselliği ve akılcılığı önceleyen karar alma mekanizmaları, siyasetçiler varsa bu tür raporlar tabii ki etkili. Bunu anlamak için aslında düşünce kuruluşlarının sayısının önemli bir gösterge olduğunu düşünüyorum. Dünyada şu anda toplam 6846 adet düşünce kuruluşu var, bunların çok büyük bir kısmı Kuzey Amerika’da, -belki son dönemde bir miktar farklı konuşmaya başladık ama-demokrasinin olabildiğince işlediği diyelim. Türkiye’ye baktığımızda 35 civarında ki buna başka mesela şimdi adını telaffuz etmediğim bazı batı vakıflarını da dahil ederseniz, yani dünyadaki düşünce kuruluşlarının –FORES de buna dahil- İsveç’te 77 adet var ve son derece aktifler. Düşünce kuruluşları siyasetçilere bilgi üreten kuruluşlar bildiğiniz gibi, politika alternatifleri yaratılması için temel bilgileri, dünyadaki son gelişmeleri, araştırmaları politikacıların bilgisine sunmak. Bu rapor İsveç’te çok etki yaptı diyebiliriz daha şimdiden, raporun lansmanına çevre ile ilgili bakanlığın müsteşarı geldi, BM’den Cenevre’den katılımcılar oldu ve İsveç’te çok basında da yer aldı. Dolayısıyla bu tür işte ülkeyi belli yükümlülüklerin altına sokacak bir yayına hükümet temsilcilerinin katılacağını ben pek düşünmüyorum. Yani bu raporların etkili olması sanırım demokrasiyle çok ilgili diye düşünüyorum.

ÖM: Ben de tamamen katılıyorum, son derece önemli. Çok teşekkür ederiz, biz sizinle bağlantıda kalmaya ve önümüzdeki çeşitli programlarımızda da sizden destek almaya çalışacağız eğer izniniz olursa. Çok mutlu oluruz.

EBK: Estafurullah, ben de çok mutlu olurum.

ÖM: Çok teşekkürler.

EBK: Ben teşekkür ederim, hoşça kalın, iyi günler.