Aladağ Yangını İçin Bir Hikâye: Belki Bir Gün Kar Yağar

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

D22 Tiyatro ekibi, 8 Mart'a başka bir açıdan yaklaşıp Kasım 2016'da Adana'nın Aladağ ilçesindeki kız yurdunda çıkan yangında hayatını kaybeden 11 kız çocuğunu bir okuma tiyatrosuyla hatırlattı. Podcast'te ise ekipten Funda Eryiğit, bu projeyi neden ve nasıl yaptıklarını anlatacak. 

O hikâyelerden birini yazarı Melisa Kesmez'in izniyle yayınlıyoruz. 

Açık Dergi: 8 Mart 2017: Aladağ Okuma Tiyatrosu
 

Açık Dergi: 8 Mart 2017: Aladağ Okuma Tiyatrosu

podcast servisi: iTunes / RSS

Belki Bir Gün Kar Yağar 

Sare Betül. Burada. Sema Nur. Burada. Gamze. Burada. Bahtınur. Burada. Nurgül. Burada. Tuğba. Burada. Sümeyye. Burada. Cennet. Burada. Sevim. Burada. İlknur. Burada. Zeliha. Burada.

O sabah yine erkenden kalktık. Sabah namazı için. Güneş daha doğmamıştı. Rüyamda annemi gördüm. Turuncu renkte tuğlaları üst üste diziyor, duvar gibi bir şey yapıyordu. Anne, dedim, ne yapıyorsun? Ev yapıyorum, dedi annem, sen gelinceye kadar hazır olacak, dedi. Babam nerede, dedim bu sefer. Sorumu duymadı sanki annem. Sen gelinceye kadar hazır olacak, dedi yine, pembeye boyayacağım pamuk kızımın odasını, öyle güzel olacak ki, dedi.

Burnumu cama yaslayıp dışarıya baktım. Yağmur yağıyordu. Keşke kar yağsaydı dedim. Ama bizim buralara kar yağmazdı. Burada kışlar ılık ve yağışlı geçerdi. Yağışlar da yağmur şeklindeydi. Kar anca 20-30 senede bir yağardı. Öyle yazıyordu ders kitapları. Ben hayatımda hiç kar görmedim. Bir tek televizyonda. Böyle, yumuşak, pamuk gibi, kuş tüyü gibi bir şeydir herhalde diye düşünürdüm. Soğuktur da. Kardan adam yapacaktım kar yağınca. Bir gün yağacaktı elbet. Gerekirse otuz sene beklerdim yağmasını. O zaman otuz dokuz yaşımda olacaktım. Çocuklarım olacaktı. İki tane. İkisi de kız. Burnuna havuç koyacaktık kardan adamın. Bir de iki siyah zeytin, göz gibi. Sonra üşüyüp, eve girip, çikolatalı süt ısıtacak, içecektik birlikte, anne kız, pencereden dışarıda yağan kara bakacaktık karnımızı ılık kalorifere yaslayıp. Çikolatalı sütümüz olacaktı buzdolabında hep. Çünkü en sevdiğimiz içecek çikolatalı süt olacaktı.

Karı Allah mı yağdırıyordu? Bunu sormuştum bir keresinde Allah’a. Cevap vermemişti. Allah bazen benimle konuşurdu. Bazen de çok sessizdi. Galiba çok işi vardı Allah’ın. Annelerin, babaların, bir de Allah’ın hep işi vardı. Sevgili Allahım, derdim içimden, uslu durursam, annemi babamı hiç üzmezsem, bütün dualarımı ezberlersem, ilim dersini dikkatli dinlersem, dua ederken dualarım yere düşmesin diye iki elimi sımsıkı birleştirmeyi unutmazsam, buraya da kar yağdırır mısın? Televizyondaki gibi bembeyaz olur mu bir gün sokaklar... Belki bir gün, derdim... Belki bir gün... İnşallah.

Otuz dört kişi kalıyorduk biz burada. Otuz dört kız. Bazıları benden büyüktü, abla diyordum onlara. Bazıları da küçüktü. Onlar da bana abla diyordu. Hep, birlikteydik. Yan yanaydık. Birlikte ders çalışıyor, birlikte yemek yiyor, birlikte uyuyor, annelerimizi birlikte özlüyorduk. Bazen de ağlıyorduk. Geceleri, ışıkları açmadan, kısık sesle, dudaklarımızı ısırarak. O zaman içimizden biri hepimizi mutlu eden oyunu başlatırdı. Hayal kurma oyunu. Kimse karşı çıkmazdı. Karanlıkta çember olup yere oturur, sırayla o an nerede olmak istediğimizi, ne yapmak istediğimizi anlatırdık. Anlattıkça  azıcık olsun geçerdi üzüntümüz, gülerdik birbirimizin hayallerine, yanlışlıkla kahkaha bile attığımız olurdu. O zaman kapı hışımla açılır, kapıda beliren çirkin bir ağzın içinden kocaman, yüksek sesli, öfkeli harfler dökülür, sert bir yumruk yumuşak pembe sırtlarımıza iner, melekler anında kuytu köşelere kaçışır, kapı dan! diye geri kapanırdı. Çünkü hayallerin fısıltıyla kurulması gerekirdi. Ve kahkahaların, tıpkı gözyaşları gibi, saklanması yastık altlarına. Duyarlarsa cezası vardı. O zaman melekler kaçıp saklanır, günlerce, bazen haftalarca saklandıkları yerden çıkmazlardı. 

 

Burada dayak yiyorlarmış. Yurt görevlileri tehdit ediyormuş çocukları, kimseye sakın anlatmayın diye.   

 

Ben bazen, içimden hayal kurardım. Kimseye söylemeden. Sırf geceleri, karanlıkta da değil, namaz kılarken, ödev yaparken, hocaları dinlerken... Kendi kendime hayal kurarken sessiz konuşmama gerek yoktu hem. İçimden avazım çıktığı kadar bağırsam bile kimse duymazdı. Kafamın içinde ne istersem onu yapabilirdim. İçinde aşk kelimesi geçen şarkıları ezberleyip söyleyebilirdim bağır çağır, sokakta oyun oynayabilirdim oğlanlar gibi, resimli hikaye kitaplarına bakabilirdim canın ne zaman istese, saçlarımı salabilirdim, komik bir şey duyduğumda kıkır kıkır gülebilir, birisi beni sinirlendirirse bağırabilirdim ona. Hepsini kafamın içinde yapabilirdim. İnsanın kafasının içi çok güzel bir yerdi çünkü. Nasıl istersem öyleydi orası. Ben ne renk istersem o renk. Bazen çiçekli, bazen bir kedinin karnı gibi yumuşacık, bazen dondurma gibi tatlı. Hangi mevsimde olmayı istersem, o mevsimdeydim orada. Dünyanın neresinde olmak istersem oradaydım. Kar da yağdırabilirdim kafamın içinde, denizde de yüzebilirdim.

Eve de gidebilirdim.

Evet, aynen, şu kapıdan çıkıp eve kadar hiç durmadan koşabilirdim. Asla kaybolmazdım, çünkü kafamın içindeki bütün yolları ben çizmiştin. Benimdi o yollar. Koşup koşup sarılabilirdim anneme. Mesela güzel bir elbise olurdu o sırada üstümde, saçlarım altın rengi, tertemiz ve ışıl ışıl, annem beni görünce önce şaşırır, sonra sevinirdi. Saçlarıma dokunurdu, benim pamuk kızım, derdi, ne de güzel kokuyorsun. Bir hediye götürürdüm annene, bir çift ayakkabı.

Kafamın içinde hayallerimden başka şeyler de vardı. Ben ne yaparsam yapayım orada öylece duran, bir yere kıpırdamayan, bütün ağırlığıyla üzerime abanan, bana nefes aldırmayan şeyler... Niye buradaydım? Neden evde değildim?

 

Biz okuyamadık, çocuklarımız okusun diye ilçeye götürdük. Çünkü burada ortaokul yok. İlçede bir devlet yurdu vardı. Onu yıktılar. Çaresizlikten verdik bu yurda. Siz bize çocuklarınızı verin, biz sahip çıkarız dediler.

 

Eve ne zaman dönecektim? Hep burada mı kalacaktım? Eve gitmek istiyordum artık. 

 

İstemiyordu oraya gitmek. Gönülsüz gitti çocuk oraya. Bizim de gönlümüz yoktu. Ama çaresiz kaldık. 

 

Annemi özlemiştim. 

 

Çocuğuna çok iyi bakacağız, çamaşırını yıkayacağız, yemeğini vereceğiz, dediler. Ama çocukları sabah beşte namaz kılmaya kaldırırlarmış. Tuvaleti temizlerlermiş, halıları, merdivenleri silermiş çocuklar.

 

Annem beni çok severdi. Babam da severdi. Belli etmezdi ama severdi. Babam nasıl bırakmıştı beni buraya?

 

“Baba,” dedi bir gün çocuk eve geldiğinde, “korkuyorum, yurtta bir yerden bir yere yalnız başıma gidemiyorum.”

 

 

Beni kendi kafamın içinde avlayıp, kapana kıstıran kapkara düşüncelerdi bunlar, kaya gibi sert, kış sabahlarında musluktan akan soğuk sular gibi elimi ayağımı kesen düşünceler... Ne yapsam gitmiyorlardı. Hayal kurmak da işlemiyordu onlara.

Bir akşam yemekten sonra ödevimi yapıyordum. Elektrikler kesildi. Burada elektrikler hep kesilirdi. Sigorta attı, derlerdi. Sigortanın atmış olması gözümün önüne bir şey getirmezdi. Büyük kızlardan biri gidip sigortayı açardı, elektrikler gelirdi. Dünya yeniden dönmeye başlardı. Ama o akşam gelmedi elektrik. Bir süre sonra bir duman kokusu geldi burnuma. Tencerenin dibi tutmuş gibi. Ama çok daha fazlası. Korktum. Şalterin olduğu yerde yangın çıkmıştı. Duman her yerdeydi.

 

Bulaşıkları makineye doldurmuş, kazanları yıkamıştık. Ablalardan biri suyu açtı, eline elektrik çarptı.  Eli cız etmiş, öyle dedi. Bir koku geldi, sonra da bir patlama sesi duydum.

 

Hep birlikte bağırmaya başladık. Hocam, yardım edin! Yardım etmeye kimse gelmedi.

Birkaçımız kapıya koştuk. Kapı kilitliydi. Balyozla kapıyı açmaya çalıştılar. Sonra yukarılara çıktık. İkinci kattaki pencerenin camlarını kırdı bazımız. Merdiven uzatıp oradan aşağı indirdiler onları. Ben içlerinde yoktun. Diğerleriyle birlikte üçüncü kattaydım. Hep birlikte pencere kenarına koştuk. İçerisi çok sıcaktı, duman yüzünden nefes alamıyordum. Gözlerim acıyordu. Pencerenin aşağısında bir yurt görevlisi vardı, bize yangın merdivenine koşmamızı söyledi. Biz de yazmalarımızı ağzımıza siper edip yangın merdiveninin kapısına koştuk. Kapı kilitliydi.

Sonra arkamı dönüp pencerenin oraya baktım. İçimizden biri hâlâ pencerenin önündeydi. Dışarıya bağırıyordu. Yardım edin! Yardım edin! Sonra pencerenin pervazına çıktı, aşağı atladı. Oraya gidip arkasından atlamak istedim ama artık o yöne gitmem imkansızdı. Yerler çok sıcaktı. Yalınayaktım, ayaklarım yanıyordu. Sırtım, kollarım, yüzüm sıcaktan yanmıştı.

 

Her yer dumandı, kafamı pencereden dışarı uzatıp aşağıya bağırıp yardım istedim. Aşağıdan beni duyanlar atlamam için battaniye açtılar. Oda çok sıcaktı, bütün vücudum sıcaktan kavruluyordu, nefes alamıyordum, atladım. Ben atladıktan bir süre sonra odanın yanan çatısı çöktü. Yangın merdivenine doğru giden arkadaşlarımı bir daha görmedim. 

 

Artık nefes alamıyorduk. Alevler her yanımızı sarmıştı. Odanın ortasında çember olup el ele tutuştuk.

O sırada bir çatırtı duydum. Kafamı kaldırıp yukarıya baktım. Gözlerini kapadım.

 

Ekiplerimiz odaya girdiklerinde cesetlerin hepsi el eleymiş. Çatı çökmeye başlayıp alevler etrafı sarınca odanın ortasında toplanıp el ele tutuşmuşlar. Yangın merdiveninin önünde de birbirine sarılmış halde üç ceset bulundu.

 

Gökyüzünden minik kar taneleri döne döne aşağı iniyordu. Pencereye yürüdüm. Sokağa baktım. Her yer bembeyazdı. Annem aşağıdan bana el sallıyordu. Babam da yanındaydı. Haydi, gel diye seslendiler. Uçarak indim merdivenleri. 

 

Köyden ulaşım zorluğu nedeniyle hastaneye gidemeyenlere bakmak için doktor olacaktı.

 

Kapıdan çıkar çıkmaz annemle babam karşıladı beni. Annem benim hediye götürdüğüm ayakkabıları giymiş, babamın eksik dişleri tamamlanmış, ağız dolusu gülüyor artık bana. Sarıldık.

Dilimi dışarı çıkarıp bekledim karın altında, kar taneleri dilime konar konmaz eridiler. Gökyüzünden düşen kar tanelerinin hiçbiri birbirine benzemezdi. Bir metre küp karda ortalama 350 milyon tane kar taneciği vardı, hepsi de altıgendi, ama her birinin şekli farklıydı. Öyle yazıyordu ders kitapları.

 

Çok başarılıydı kuzum. Üniversitelere gidecekti. Öğretmen olmak istiyordu. Hayalleri de yandı kül oldu.

 

Eğilip kara dokundum. Yumuşak, pamuk gibi, kuş tüyü gibi bir şeydi. Soğuktu da.

On bir kişi içeriden çıkmayı başaramadık. Vali,  “İçeridekilerin  tamamına ulaştık,” dedi. Bizi tek bir ambulansa koyup kimlik tespiti ve otopsi için Adli Tıp Kurumu'na götürdüler, bazımızın teşhisi için anne babamızdan DNA örneği alındı. Cumhurbaşkanı ve başbakan başımıza gelenlerle ilgili telefonda bilgi aldı. Soruşturma başlatıldı. Bakanlar geldi. Çaresine bakacaklarını, zemini duvardan duvara halıfleks kaplı, yangın merdiveninin kapısı kilitli ahşap yurdu araştıracaklarını belirttiler. Bilirkişi raporunda, yangının eskiyen elektrik tesisatında oluşan kısa devre ile başladığı, yangın merdiveni kapılarının açılamadığı, yönetmelik dışına çıkılıp ısıya dayanıklı olmayan PVC kapı takıldığı, acil çıkış kapıları bulunmadığı, pencerelerin demirler kesilerek açılabildiği yer aldı. Bir akademisyen yaşadığımız felaketi “kader sonuçta” diye yorumladı. Cenaze törenimde tabutumun başında bekleyen babam, devlet yetkilisinin önünde durduğu için uzaklaştırıldı. Böylece yetkili önü açılarak gazetecilerin kadrajına girebildi.

Beni Allah mı aldı yanına? Sordum ona, “Sevgili Allahım, beni sen mi aldın yanına?” Cevap vermedi. Allah bazen benimle konuşurdu. Bazen de çok sessizdi. 

 

Sare Betül. Yok. Sema Nur. Yok. Gamze. Yok. Bahtınur. Yok. Nurgül. Yok. Tuğba. Yok. Sümeyye. Yok. Cennet. Yok. Sevim. Yok. İlknur. Yok. Zeliha. Yok.