“Osman Kavala’nın 24 Aralık’taki duruşmada ve hatta duruşma öncesinde tahliye edilmesi gerekiyor”

Radyo Agos
-
Aa
+
a
a
a

Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi (HAHM)’nden Murat Çelikkan, iki yıldır tutuklu bulunan Osman Kavala'nın "hemen" tahliye edilmesi gerektiğini söyledi: "Anayasanın 90’ıncı maddesine göre de bizim yaptığımız uluslararası anlaşmalar hem de AİHM kararıyla uygulanması gereken kararlar."

Murat Çelikkan: 21 Aralık 2019
 

Murat Çelikkan: 21 Aralık 2019

podcast servisi: iTunes / RSS

Yetvart Danzikyan: Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi (HAHM)’nden Murat Çelikkan konuğumuz ilk bölümde. Bu hafta içerisinde İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı (İHSDA) kuruldu, birçok insan hakları örgütü bir araya geldi. Hem insan hakları ve hak savunucuları örgütleri, kurumları ve şahısları üzerinde yapılan baskılara dikkat çektiler hem de bu baskı döneminde bir araya gelmenin önemine vurgu yaptılar. Murat Çelikkan’la tabii sadece bu ağı değil aynı zamanda önümüzdeki hafta Gezi davası, Osman Kavala’nın uzun süredir tutuklu yargılandığı Gezi davası var. Hem onu konuşacağız hem de önceki hafta Ankara JİTEM davası olarak bildiğimiz davada tüm sanıklar beraat etti, HAHM de bu faili meçhul dosyaları, davaları yakından takip ediyor, hem de onu konuşacağız. Çok kısaca bu haftanın gazetesinden bahsedeceğim daha sonra konuklarımıza geçeceğiz. Orta sayfamızda önemli bir röportaj var, Heli Harutyan önemli bir siyaset bilimci, felsefeci tüm dünyada bilinen, o uzun süredir çalıştığı bir kitap ‘Unspoken Has Heritage’ (Konuşulmayan miras) yani ailesinin 1915 soykırım günlerini, dönemini araştırdı ki hayatının son döneminde bu konuya aslında ciddi olarak eğildi çünkü ailesi bundan hiç bahsetmemiş kendisine. Halis Yıldırım Heli Harutyan’la bir röportaj yaptı, bu röportajı okumanızı hararetle tavsiye ediyoruz. Edvin Milasyan senatonun geçen hafta verdiği ‘Ermeni soykırımı vardır’ kararının arka planını yazdı. Patrik seçiminin yankıları devam ediyor, adaletsiz bir seçim olduğunu hep yazdık, hala daha da yazıyoruz, adaylar da kabul ettiler fakat bir taraftan da bir patrik var ve oy verenler en azından yani boykot etmeyenler, boş oy vermeyenler, iki patrikten birisine oy verenler ne bekliyorlar yeni patrikten onunla ilgili kendi çapımızda küçük bir kamuoyu araştırması yaptık. Bercarapyan bizim senyör muhabirimiz diye, daha doğrusu kıdemli foto muhabirimizin bir gene foto röportajı var İranlı fotoğraf sanatçısı ki geçtiğimiz günlerde İstanbul’daydı. Onunla uzun soluklu bir röportaj yaptı, bu röportajı da her zamanki gibi fotoğraflarla süsledi. Fadime Behbudi fotoğraf sanatçısı, genç, 85 doğumlu bir fotoğraf sanatçısı ve o İran’daki hem günlük hayatı hem de fotoğraf dünyasını anlattı. Arka sayfamızda da yine ilginç bir konu var, bir zamanlar Anadolu’da yaşayan Ermeni gelinler erkek çocuk doğurana kadar büyüklerinin yanında konuşamazlardı. Ne yazık ki böyle bir gelenek olmuş! Buna dair bir belgesel ‘harsderen’ deniyor bu dile yani konuşmadıkları için de kendi aralarında bir işaret dili geliştirmişler. Amerikalı Ermeni yazar ve yönetmen Karla Kakeciyan da Ermenistan’a gitti ve bu dili bilenlerin son temsilcileriyle konuştu. Bu da bir belgesel haline geldi. Arka sayfamızda da bu konudaki ilginç röportajımız, yazımız var, dolayısıyla her zamanki gibi bu hafta da Agos’u tavsiye ediyoruz okurlarımıza. Yine Agos’taki konulardan bir tanesi de İHSDA kuruldu. Bu ağ için bir tanıtım toplantısı yapıldı hafta içinde İnsan Hakları Derneği şubesinde. Murat Çelikkan bahsettiğim konuğumuz, uzun bir giriş oldu Murat kusura bakma beklettim seni ama!

Murat Çelikkan: Estağfurullah!

YD: Şimdi şöyle başlayalım, böyle bir ağa niye ihtiyaç duyuldu diye klasik bir soruyla başlayacağım, neden olduğunu hepimiz biliyoruz ama yine de bu ağı oluşturmayı sizi iten koşulları şöyle bir hatırlayalım istersen? Daha doğrusu vurgulayalım.

MK: Aslına bakarsan ağın bileşenlerinden -13 tane bileşeni var- ama ilk açıkladığımız gün yanılmıyorsam 17’ye çıktı sayı. Daha fazla kurum biz 1 senedir ortak çalışma yürütüyorduk, bunun da nedeni 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaklaşık 1000 STK’nın kapatılmasının ardından STK’lara yönelik baskılar önce münferit gibi görünen yani tek tek orada çalışanları ya da yöneticilerini hedefleyen, sonra da bütün sivil toplumu paralize etmeye yönelik toplu davalar şeklini aldı. Bu toplu davaların en önemlisi iki tanesi Büyükada davası ve en son Osman’ın hala tutuklu bulunduğu Gezi davası. Bu ikisinin farklı özelliği aynı davada pek çok sayıda sivil toplum temsilcisinin yargılanıyor olması. Bu da bize kaçınılmaz olarak ortak bir şey yapmaya yöneltti çünkü bunlar tabii ki sivil toplumun üzerindeki tek baskılar değil, Türkiye’de insan hakları savunucusu olarak bildiğimiz kim varsa ya hapse girmiş vaziyette ya hapse girmek üzere ya da hapse girme tehdidiyle karşı karşıya ya da evet sürgün durumunda. Dolayısıyla bu bir ortak saldırı aslında belki şöyle denebilir, fazla yerli ve milli değil dünyanın otokratikleşen bütün yönetimlerinde görünen ortak bir eğilim bu. Yani toplumun en çok ses çıkartan kesimlerine yönelik oluyor. Türkiye’de de önce gazetecilerle başladı, hala devam ediyor, akademisyenlerle devam etti, şimdi sırada sivil toplum temsilcileri var. Bu baskılara karşı ki bunlar sadece hukuki değil, bazen çok yoğun mali denetimler ve büyük para cezaları şeklinde de tezahür ediyor, ortak bir tavır almak ve ortak mücadele edebilmek için bir araya geldik.

YD: Evet ben en azından bu basın toplantısı yapıldığı gün itibariyle verilen listedeki kurumları bir okuyayım.

MÇ: Tabii.

YD: Af Örgütü Türkiye Şubesi, Civil Rights Defenders, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, Hak İnisiyatifi Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Kaos GL, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Sivil Alan Araştırmaları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yaşam Bellek Özgürlük Derneği ve Yurttaşlık Derneği ama siz buna başka bazı örgütler de katıldı dediniz.

MÇ: Evet katıldı ve hala daha da katılıyorlar.

YD: Dolayısıyla burada aslında şunda hemen fark ediyor bunda biraz hak savunuculuğu alanında sadece belli bir cepheyi, sadece belli bir dünya görüşünü değil aslında değil mi farklı farklı dünya görüşlerini de, farklı farklı hak yaklaşımlarını da temsil eden kurumlar bunlar. Peki şunu sorayım, bu ağ olarak somut bir şey ne olabilir? Herkes birbirinin davasını takip ediyor, duruşmalara gidiliyor, bunlar zaten olup biten şeyler, daha ileri bir adım anlamında ne bileyim bilgi-belge merkezi mi kurmak ya da başka buna benzer neler var ağı da biraz daha somutlaştırmak anlamında?

MÇ: Şu anda tabii çok başlangıcında ama söz konusu hak örgütlerinin mensuplarının yargılandığı davaları takip edebiliyor olmak zaten başlı başına bir iş.

YD: Tabii canım haftanın her gün oluyor neredeyse!

MÇ: Dolayısıyla burada bütün örgütlerin temsiline ve herkesin sahiplenilmesine gayret gösteriyoruz ilk bu ama onun ötesinde senin de söylediğin bir sürü şey bazı kararnamelerle ve uygulamalarla gündeme geliyor. Bu ağ bunların münferit olmadığını, farklı örgütlere farklı zamanda uygulanan bir strateji olduğunu ortaya çıkarabilme açısından da önemli. Dolayısıyla aramızdaki haberleşme bunu sağlıyor. Nitekim bir dönem Açık Toplum Vakfı’ndan Türkiye’de son beş yıl içerisinde bağış almış olan yaklaşık 100 örgüt vergi dairesine çağırıldı ve vergi dairesinin başta yaptığı sorgulama bir savcılık sorgulaması benzeriydi, sorulmaması gereken vergi dairesi açısından ‘kim karar verdi buna, kim yürüttü, nasıl oldu?’ falan gibi bir suçlu yaratmaya yönelik.

YD: Kaç para aldınız?

MÇ: Halbuki bunların hepsi zaten belli ve veriliyor, yani hem vergi dairesine hem içişleri bakanlığına, maliyeye.

YD: En iyi denetlenen kurumları dernekler zaten!

MÇ: Burada haberleşme ortak tavır almayı sağladı ve o sorulardan vazgeçtiler. Bunun gibi başka şeyler de var, bunun ötesinde de sadece reaktif değil Türkiye’de sivil toplum alanının geliştirilmesi için özellikle ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri hakkı konusunda çok ciddi düzenlemeler yapılması gerek. Giderek bu alanlarda da çalışmayı derinleştirmeyi hedefliyoruz.

YD: Umalım ki böyle bir ağa ileride gerek kalmaz.

MÇ: İnşallah!

YD: Tabii dayanışma her zaman için iyidir, ben işin biraz esprisinden konuşalım dedim ama durum aslında hiç de espri yapacak gibi değil çünkü bir de önümüzde 24-25 Aralık Gezi davası var. Bununla ilgili de tabii ki Osman Kavala da bir sivil toplum çalışanı, kendisini hiçbir zaman yöneticisi olarak görmedi, Anadolu Kültür’ün çalışanıydı, hala çalışanı ve uzun süredir hapiste. Gezi eylemlerini organize etmekle suçlanıyor ama önce Osman Kavala’yı aldılar, tam da az evvel bahsettiğimiz konu gibi etrafına da –bu benim görüşüm- biz bu adamı tek başına aldık ama yanına birkaç adam daha ekleyelim de direk bu böyle bir toplu dava gibi olsun diye farklı farklı STK’lardan insanları oraya eklediler “siz bu işi beraber yaptınız” gibi bir akıl dışı suçlamayla. Tabii her duruşma öncesinde bir umut acaba tahliye edilir mi gibi o umudu yine de koruyoruz aslında bir taraftan ama tam da duruşma öncesinde Kavala’ya Özgürlük sitesinden de yayınlandı bir kitapçık yayınlandı ve ne kadar temelsiz suçlamalarla bu davanın yürütüldüğü bir kez daha vurgulandı. Bu davaya dair neler söylersiniz? Siz de elinizden geldiğince izlemeye çalışıyorsunuz tabii.

MÇ: Bu duruşmanın şöyle bir özelliği de var, duruşma öncesinde 10 ya da 11 Aralık’ta AİHM haksız tutuklama ve derhal tahliye kararı verdi. Şimdi anayasanın 90’ıncı maddesine göre de bizim yaptığımız uluslararası anlaşmalar hem de AİHM kararıyla uygulanması gereken kararlar. Henüz bu konuda bir adım atılmadı, dolayısıyla 24 Aralık’taki duruşmada ve hatta duruşma öncesinde hemen Osman’ın tahliye edilmesi gerekiyor.

YD: Tabii duruşmaya bile gerek kalmaması lazım.

MÇ: Dolayısıyla böyle bir beklenti var ama tabii nasıl bir tavır alınacağını, buna artık mahkemenin nasıl bir tavır alacağını diyemiyorum çünkü bu artık bir devlet meselesi. Nasıl bir devlet politikasını yürüteceklerini bu konuda kestirmek mümkün değil ama tahliye etmek zorundalar.

YD: Evet zorundalar.

MÇ: Bu gayet açık, zaten bunun da ötesinde bu büyük haksızlık bu kararla şimdi toplumsal utanca dönüşmüş vaziyette. Çünkü iddianameyi, mahkemenin kararlarını da yerden yere vuran bir karar AİHM kararı yani “bunları iddia ediyorsunuz bunların delilleri nerede?”,“6 yıl sonra açtığınız bir davada niye 2 yıldır tutukluyorsunuz, zaten 6 yıl sonra açmışsınız?”, “Dinlemeler üzerine suçluyorsunuz, e dinlemeler Gezi olayları başladıktan çok sonra, 1 ay sonra bir tarihte yani iler tutar bir yanı yok”,“Para aktardığını söylüyorsunuz kanıtı nerede?” Yani bu nedenle şunu söylüyor ki bu çok önemli, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri müdahil olarak davaya katıldığında bu davanın Türkiye’de sivil toplum açısından bir tehdit oluşturduğunu, herkes üzerinde bir korku iklimi yaratma. Mahkeme kararında da buna atıf var.

YD: Dolayısıyla zaten AİHM’nin kararı bir somut durumu kristalleştirmiş, yani bu 2-3 yıldır söylenen STK’ların, hak savunucularının, davayı takip eden gazetecilerin ısrarla vurguladığı ve iddianameyi okuyan aklı başında birisinin “bu nasıl bir şey?” dediği konuyu biraz somutlaştırmış oldu AİHM. Fakat bu bir taraftan da kafamızın bir tarafında hep o soru işareti var çünkü bu bir intikam davası aslında.

MÇ: Evet.

YD: İntikam davası olduğu için de o intikam hissi ne zaman son bulacak? Ne yazık ki biraz da bununla bağlantılı bir şey, burada ne yazık ki hukuktan çok bahsedemiyoruz çok fazla ama AİHM’nin kararı nihayetinde az evvel de bahsettiğimiz gibi uygulanmak zorunda olan bir karar. Gerçi Selahattin Demirtaş kararında da bir arkadan dolambaçlı bir şeyler çevirdiler ama umalım ki bu davada ve Selahattin Demirtaş davasında da artık AİHM kararlarına uyulur. Peki yine gündemimiz bu hafta insan hakları gündemiyle dopdolu diyebilirim çünkü bir de geçen hafta konuşmanın başında da bahsettiğim gibi Ankara JİTEM davası diye bilinen dava vardı ve tüm sanıklar beraat ettiler. Dediğim gibi HAHM de sadece bu davayı değil tüm faili meçhul dosyaları izliyor, bilgilendirmelerde bulunuyor kamuoyuna. Bu aslında bir ara iyi bir başlangıçla başlayan en azından çünkü o 90’lardaki faili meçhul cinayetler en azından araştırılıyor ve belki sorumlular bulunur umuduyla başlatılan soruşturmalardı ama son 5-6 yılda birdenbire iktidarın MHP ile koalisyonu filan derken işte hep bildiğimiz siyasi atmosfer derken bütün davalar artık teker teker beraatla sonuçlanmaya başlandı. Bununla ilgili de birkaç, hatta epeyce cümle alabilirim sizden.

MÇ: Aslına bakılırsa yaklaşık bu davaların çok önemli hemen hemen hepsi devlet görevlilerinin fail olduğu davalar ve hemen hemen hepsinde çok sayıda insanın hukuk dış infazı ya da kaybedilmesi söz konusu. Bu davaların önemli bir kısmında da AİHM’de mahkumiyet kararı var ama AİHM ülkeleri mahkum ediyor “sen eksik işlem yapmışsın, hukuka uygun izlenmemiş bu dava” vb. gerekçelerle. Dolayısıyla olması gereken o mahkumiyetler sonrasında buradaki kişilere yönelik davaların açılması. AİHM kararlarından yaklaşık 8-9 yıl sonra iddianameleri hazırlayıp açılan 12 davadaki gelişmeler tam senin söylediğini doğrular nitelikte. Bir tanesi Cizre Cemal Temizöz davası, ilk beraatla sonuçlanan ve terfi ettirilerek tekrar bölgeye atanan Musa Çetin davası. Bunun gibi bütün davalarda ardı ardına beraatla sonuçlanıyor. Bir umut yani adaletin yerine getirileceğini, yapılmış olan haksızlıkların ve mağduriyetlerin tanınacağına ilişkin yıllardır sürdürülen bir umut böylece ortadan kalkmış oluyor. Bu da Türkiye’nin bugün bu kadar kutuplaşmasına neden olan, aslında kökte bulunan bir sürü haksızlık ve sorunun tekrar derinleşmesine neden olan bir şey, yüzleşmenin olmamasına neden olan bir şey. Hoş zaten bütün cumhuriyet tarihi bir inkar habitusu içinde seyrettiği için.

YD: Daha yeni Maraş katliamını da andık.

MÇ: Ama tabii bir dava açıldığında bunu bir fırsat olarak görüp hem mağdur yakınları, hem hukukçular hem de insan hakları örgütleri üzerine gidiyor ama son dönem politikaları bunların hepsinin beraatla sonuçlanmasını, o zaman bunlar bu kadar çok sayıda insanın faili kimi? Yani eğer bunlar beraat ediyorsa devlet bu failleri bulmakla sorumlu, o konuda da en ufak bir adım yok tabii ki.

YD: Bu tabii devlet pratiği açısından biraz kendini inkar et gibi bir şey, yani dava açan da sensin açıkçası işte ‘o dönem öyle bir dava açılmış’ diye işin içinden çıkamazsın, davayı mahkemeler, savcılıklar açtı ve bu soruşturmaların yürütüldü, ifadelerin alındı, bir iddianame hazırlandığı mahkeme haline geldi ve daha sonra kendi kendine beraat dedi! Bu açıkçası hakikaten tek başına zaten son 15 yılımızı herhalde özetler nitelikte bir durum oldu ne yazık ki ama burada bir şey daha var

MÇ: Bir şey var aslında, yani biliyorsun bu tür davalarda hem sanıklar hem karar sonrasında Fethullah Gülen örgütü mensupları suçlanıyor. Fakat orada da şöyle bir çifte standart var, mesela Osman Kavala’nın tutuklu bulunduğu Gezi davasındaki bütün dinleme emirleri Fethullah Gülen’e yönelik yapılan operasyonlarda ya yurt dışına kaçmış ya ceza almış oldukları halde orada o veriler geçerli ama bu tür devlet görevlilerinin yargılandığı davalarda hayır.

YD: Bir adım ileri gittiğimizde böyle bir manzara ortaya çıkıyor.

MÇ: Ya da yolsuzluk soruşturmalarında hayır.

YD: Son birkaç dakikamızda da Radyo Agos’un dinleyicileri muhtemelen biliyordur ama bilmeyenler de olabilir, sonuçta bu bir radyo yayını, HAHM’den biraz bahsedelim. Ne zaman kuruldunuz? Ne amaçla kuruldunuz? Bütün bunlar konuşmalarımızdan çıkıyor aslında ama yine de kısa bir tanıtma yapalım isterseniz?

MÇ: Biz aslında 2011 yılında geçmişle yüzleşme üzerine çalışmak için kurulduk. Burada da odağımızı gayet daraltarak zorla kaybetmeler çalışması yaptık. O güne kadar tabii ki başta İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Vakfı gibi kuruluşlar bu alanda Cumartesi İnsanları çalışma yapmıştı ama elimizde bir liste ve bir rakam yoktu. Dolayısıyla saha çalışmasıyla bütün isimleri doğrulamaya çalıştık. Bu 11 yıl süresince doğrulayabildiğimiz isim sayısı 600 zorla kaybettirme vakası oldu 12 Eylül askeri darbesi sonrasında ve itibaren, ağırlıkla 90’lı yıllar olduğunu söyleyebilirim. Fakat daha sonraki yıllardaki bu geçmişle yüzleşme çalışmasında tuhaf bir şekilde geçmiş birdenbire bugün haline geldiği için çalışma alanlarımızı çoğaltmak zorunda kaldık. Alan çalışmasını ağırlıkla yaptığımız yerlerden biri zorla kaybedilenlerle ilgili Cizre idi, abluka ve hendek döneminde Cizre’de yaşananlar sonrasında sadece 90’ları konuşma imkanı artık kalmadığı için katman katman bir çalışma yapmak durumunda kaldık. Son olarak da bugün içinde yaşadığımız koşullar nedeniyle insan hakları savunucularının savunulması, onu sessizkalma.org diye bir sitede yapmaya çalışıyoruz ve desteklenmesi için de yeni bir alan başlattık. Faaliyetlerimizi sürdürüyoruz.

YD: Çok kıymetli bir iş yapıyorsunuz gerçekten yani sizinle beraber hareket eden bütün STK’lar kıymetli bir iş yapıyor tabii ki. Son bir sorum daha olacak, siz 12 Eylül dönemini de yaşadınız, sıkıntılarını çektiniz, bunlar çok kıyas kabul edilebilir şeyler değil tabii, her dönemin kendine özgü koşulları var ama sonuçta bir türlü de ne yazık ki bir devlet sürekliliği de var. Bir karşılaştırma yapıyor musunuz zaman zaman? 12 Eylül döneminde şunlar şunlar oldu, tabii ki insanlar asıldı, öldüler 90’lar da bu açıdan aşağı kalır değil 12 Eylül dönemiyle kıyaslanacak olursa ama sonuçta bir tür baskı dönemi hep birbirini tekrar eden şekilde Türkiye’nin üzerinde duruyor. Zaman zaman karşılaştırıyor musunuz 12 Eylül dönemindeki, hele hele insan hakları savunucularına yönelik baskılarla?

MÇ: Bir kere şöyle bir fırsatım olduğunu söyleyerek başlayayım, ben hem 12 Eylül döneminde hem de bu dönemde cezaevine girdim. Dolayısıyla bir kere cezaevi açısından karşılaştırma imkanı birebir deneyimle var. Fakat aslında bu tür mukayeseler doğru değil, çünkü mesela benim cezaevi deneyimim askeri cezaevi idi, Ankara Mamak’ta kaldım ben. Son cezaevine girdiğimde koşullar çok ağır olmakla birlikte bundan 30 yıl öncesiyle karşılaştırdığım için “bu da çok kötü değil, bu da çok kötü değildir” demeye başladım. Bütün koğuş arkadaşlarım “sen artık karşılaştırma ve sus!” dediler bana. Fakat şöyle bir şey söylenebilir, şöyle bir farklılık var, o zaman da tabii bir biçimde hukukun askıya alındığı dönemler diye bakmak, olağanüstü dönemler ama mesela 12 Eylül döneminde ne yaparsanız ya da ne söylerseniz başınıza ne gelebileceğini kestirme şansınız vardı. Maalesef o dönemki askeri hakimlerin performansı su dönemki hakimlerin performansından daha adaletliydi. Bugün bütün iklim belirsizlik üzerine kuruluyor yani ne zaman kimin başına ne geleceğinin belli olmadığı bir korku iklimi yaratma üzerine kuruluyor. Bu tabii çok ağır çünkü bu yavaş yavaş herkesi pasifize etmeye yönelik bir şey. Orada belki korkudan sesinizi çıkaramıyorsunuz ama bir umut var, yani bir askeri darbe dönemi sonuç olarak geçici bir dönem. Burada geçen bir şey yok seçilmiş liderler var.

YD: Peki çok teşekkür ediyorum Murat Çelikkan.

MÇ: Ben teşekkür ederim.

YD: HAHM direktörü konuğumuzdu ilk bölümde. Sağ olun yayınımıza katıldığınız için, iyi çalışmalar diliyoruz.

MÇ: Çok teşekkür ederim.