"İttifak politikalarını zenginleştirmek zorundayız"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge'nin gündemini 1915 meselesi, gelecek seçimlere yönelik ittifak politikaları ve Gezi davası oluşturdu.

Puzzle'ı tamamlayan eller
Ekonomi Politik: 25 Nisan 2022
 

Ekonomi Politik: 25 Nisan 2022

podcast servisi: iTunes / RSS

(25 Nisan 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Özdeş Özbay: Merhabalar Ali bey, günaydın. 

Ali Bilge: Günaydın Özdeş, günaydın Özlem, günaydın Feryal, herkese iyi haftalar!

ÖÖ: Teşekkürler. 

Özlem Teke: Teşekkürler.

AB: İlk bir saati dinleyemedim, nasıl geçti? Yine yoğun bir gündem akışı var.

ÖÖ: İnanılmaz yoğun gerçekten. Biz mümkün olduğunca 24 Nisan, soykırım anması, yasaklar, Garo Paylan ağırlıklı bir şeylerle başlayabildik güne ama inanılmaz yoğun bir hafta sonu gerçekten. 

AB: Gezi davasının kararları bugün açıklanacak. 24 Nisan’da toplanmış gündemler ve durumlar var, kuzeyde Ukrayna Savaşı devam ediyor. İsterseniz yavaş yavaş girelim konulara, geçen hafta bıraktığımız yerden devam edelim, Ukrayna’da soykırımla ilgili yapılan yayınlara değinmiştik.

ÖÖ: Siz Rusya’da çıkan bir yayından bahsetmiştiniz.

AB: Evet, soykırım kılavuzu, bana da yurtdışından geldi.

ÖÖ: Ondan dolayı sanırım ciddi bir saldırıya da maruz kaldınız.

AB: Evet, tecavüzü tarif etmek ve gerçek mütecavizi ortaya çıkartmak üzere bölünmüş durumdayız! Yeni bölünme hattımız bu…

“Putin Ukrayna’yı işgal etmekte haklı, Putin’in gerekçeleri haklı” diyen bir koro bulunuyor…

ÖÖ: Yapmaz öyle şeyler Putin. 

AB: İşgalci olmak ve soykırım yapmak normalmiş gibi tutum alan kişiler bulunuyor. Değişik bir ruh hali… Hep söylüyorum, mutabakat aramayı bilen bir toplum olamadık. Ne toplumumuz ne de entelektüel alanımız mutabakat aramaz, konuşmayız bile… Görüş ayrılığımız olunca hemen birbirimizin üstüne yürürüz, hain ilan ederiz, ahlak dışı olmakla bile ilan ettiler ya ne diyeyim... Bu arada insanlar öldürülüyor, uydu görüntülerinden toplu mezarlar görünüyor. Savaşın haklı ne yanı olabilir ki? Hep yalanla yaşadık ve devam ediyoruz. 

Ermeni meselesinde de hep yalanlar üzerinde yaşadık, çok yakın tarihte bazı gerçekleri öğrenmeye başladık. “Ermeni soykırımı” denmez, dersen “hain” olursun; soykırım deme tehcir de, büyük felaket de. Tüm bunlar, kelimeler ne ifade ediyor? Sonuçta bu insanlar yok oldular, bu topraklar üzerinde yaşamıyorlar. Ukrayna’da da bugün binlerce insan toprak altında, yok artık, binlercesi kayıp. Tüm bunların haklı tarafı yok, savaşın haklı tarafı yok. Bu meseleler üzerine, savaşa, soykırıma ve iklim konularına amasız, fakatsız yaklaşabilirsek gerçekten konuşabiliyoruz demektir. Ancak böyle değil maalesef…

ÖÖ: Bu arada tam sizin söylediğiniz gibi Garo Paylan da bir açıklama yaptı, diyor ki “Ben buna soykırım diyorum ama meclis yasa taslağı önerisi hakkında, başka bir şeyin adını yani bu olayın adını koymak gerekiyor, illa soykırım değil ama tanımlanması ve bunun adını koymak gerektiğini söylüyorum.” demiş ama buna rağmen de yine sert bir şekilde ırkçı saldırılara maruz kalmıştı. 

AB: Geçen 20 yılda 1915 Ermeni kırımı üzerine Garo Paylan’ın söylediklerinin 10 katı sözler sarf edildi, toplantılar yapıldı, belgeler ortaya kondu, kitaplar yazıldı, gerçekleri cesur ve vakur bir dilde ortaya koyan Hrant Dink öldürüldü. Agos’un yayınları ile birlikte pek çok vakıf, kurum yurtiçinde ve dışında yayınlar yaptı. TESEV’in azınlıklar raporunu hatırlıyorum. Ermeni meselesi, soykırım, 1915 tehciri üzerine çok yayın yapıldı, artık ciddi bir külliyat var. Bu konudaki cehaletin önemli ölçüde aşıldığına tanığız. Yıllarca bu konuda çok ciddi bir cehaletin üzerine oturulduğunu da peşinen söyleyelim. Yok sayılan bir konuydu. Meselenin tarihsel kökleri neye dayanıyor? Bazı programlarda dile getirmiştik, konuyu gerilere götürebiliriz, Sultan İkinci Mahmut’la başlatabilirsiniz. Kaptan-ı Derya Hakkı Paşa, II. Mahmut’a “Sultanım reform yapmalıyız, Avrupa’nın önerdiği reformları yerine getirmeliyiz. Eğer yerine getiremezsek korkarım Asya’ya çekilmek zorunda kalacağız.” diyor. Meseleyi buradan başlatıp günümüze getirmek lazım. Osmanlı’nın derdi şu, 100 yıldır Avrupa’daki topraklar kaybediliyor ve imparatorlukta yaşayan gayrimüslimler eşitlik talep ediyor. Osmanlı çok dinli ve milletli bir devlet ancak insanlar eşit değil. Maalesef günümüzde bu ülkede yaşayan insanlar bunu bilmiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman olmayanlarla Müslümanlar eşit değil, eşit haklara sahip değiller. Doğrusu vatandaş bile değiller, tebaalar ve kullar...

Tanzimat Fermanı denilen, Gülhane Hatt-ı Hümayun’u denilen düzenlemeler hakları eşitlemek için yapılan düzenlemelerdir. Gayrimüslimler eşit olmak, hak sahibi olmak istiyorlar. Elbette dış baskı da var. Kaptan-ı Derya Paşa bunu gördüğü için “Avrupa’yı taklit etmek, hakları vermek, yani yapısal reformları yapmak durumundayız.” diyor. 2000’lerin başlarında AB paketleri, uyum yasaları vardı ya, Tanzimat, Gülhane Fermanları böyle şeyler, paketler. “Eğer bunları yapmazsak Asya’ya çekilmek zorunda kalırız.” diyor. Avrupa’da topraklarını kaybeden Osmanlı, sonunda Asya’ya çekilmek zorunda kalacağını görüyor. Dağılmamak için de gayrimüslimlere hakların verilmesini kabul etmek zorunda kalıyor. 

1915 ve öncesi: "Anadolu’nun Müslümanlaştırılması başat politika olmuştur"

O devirlerde Anadolu kelimesi de kullanılmaz bu coğrafya için; Küçük Asya, Ön Asya denilen yer, kabaca dikdörtgen, bugünkü cumhuriyetin bulunduğu coğrafya. Bu coğrafyanın nerdeyse yarısı o devirde gayrimüslim. Aynı mesele Abdülhamit döneminde de devam ediyor. İmparatorluğun Asya’ya çekilmek zorunda kalacağını o da görüyor, ancak coğrafya masif değil. Ön Asya’nın yarısı Hristiyan, Yahudi ve Alevi. Bu hususta, II. Abdülhamit’in çok önemli bir lafı vardır, veciz bir cümledir, çok şeyi özetler niteliktedir, “Atalarımız çadırı yanlış yere kurmuşlar, işimiz zor.” der. Avrupa’da kaybedilen topraklar, inanılmaz boyutlara gelmiştir. Bulgaristan gitmiş, Romanya gitmiş, Sırbistan gitmiş, Arnavutluk gitmiş, Yunanistan gitmiş... Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisinden çıkan bugün BM’ye üye kaç devlet var biliyor musunuz?

ÖÖ: Hayır.

AB: 28 ya da 29, düşünün artık. Doğuda Ermeniler, Pontus Rumları ve Süryaniler var, Müslüman olmayan nüfus çok fazla. Şimdi, Asya’ya çekilmek zorunda kalacağını düşünüyorsun ama bu topraklarda Müslüman olmayanlar var. O zaman ne yapmalı? Bugün Anadolu denilen bu coğrafya temizlenmeli… Esasında mesele 1915 öncesinde başlamıştır. II. Abdülhamit dönemindeki kırımlar ciddi rakamlara ulaşmıştır. Belki 1915’ten daha fazla Ermeni katledilmiştir. 1890’larda ve 1906’da Ankara’da, Çukurova bölgesindeki Kilikya bölgesinde kırımlar da çok fazladır. 1915’e gelene kadar çok ciddi durumlar yaşanmıştır. İmparatorluğun geleceği endişesi yaşanmaktadır. Yeni Osmanlıcılık yaklaşımıyla bu işin sürdürülebileceği düşünülmüş, bu üst kimlikte imparatorluğun yaşamını sürdürmesi bir politika olarak geliştirilmiş olmakla beraber, bu projenin tutmayacağı ya da tutmadığı düşüncesi ile birlikte Anadolu’nun Müslümanlaştırılması başat politika olmuştur. 

Abdülhamit’le İttihat Terakki’nin, Anadolu’nun Müslümanlaştırılması projesinde pek farkı yoktur. Selanik’in kaybedilmesi son darbedir. Çok büyük bir travmadır. Birinci Meclisi oluşturan, sonradan Kemalist güçler olarak isimlendirilen kadrolar üzerinde de büyük bir tesir yaratmıştır. Yani müslümanlaştırma bir imparatorluk/devlet projesidir. Politika devamlılık arz eder; devletin başında farklı/düşman kişiler, kadrolar olsa da asıl olan budur. Avrupa’da kaybettiğimiz topraklar nedeniyle çekilmek zorunda kaldığımızda masif bir Küçük Asya bulmak, yaratmak durumundayızdır. Asya’ya çekildiğimizde bu coğrafya Müslüman olmalıdır. 

Elbette Müslümanlaştırma daha sonra Türkleştirmeye dönüştü. Projenin ikinci bölümü Türkleştirmeydi. Birinci hamlede özellikle Sünni Kürtlerle birlikte gayrimüslimler üzerine baskı rejimi, tehcir, soykırım uygulandı. Bilahare çok kısa bir süre sonra, 1924 Lozan’dan sonra Kürtlerle yapılan ittifak bozuldu ve Kürtlere Türkleştirme operasyonu uygulandı. İşte böyle bir tarih var, bunu daha fazla ayrıntıda anlatacak değilim, bu kadarla özetlemiş olayım. 

Garo Paylan’ın Meclise sunduğu önergeye en sert tepkiyi İyi Parti Genel Başkanı Akşener gösterdi, biraz da buna değineyim. Şimdi size bir şey okuyacağım, kimden okuyacağım? Başbuğ Alpaslan Türkeş’ten, biliyorsunuz Alpaslan Türkeş hepsinin başbuğu. Bahçeli’nin de, Akşener’in de... Türkiye’de kanlı milliyetçiliğin, derin hikayelerin en önemli kilit noktasıdır. 1993 yılında Ermenilerle ilişki kurmakla görevlendirildi Alpaslan Türkeş, devlet özel görev verdi Türkeş’e. Özal ve Demirel önerisi ile Ermenilerle görüştü. Paris’te oldu bu görüşmeler. Bu görüşmeler daha sonra yazıldı, gazeteci Hulusi Turgut tarafından. Turgut, sağın vakayinüvisti bir gazetecidir. Yunus Şen ve Can Dündar da bu konuya eğildi zamanında. Şimdi ismini hatırlayamıyorum, Özal’ın özel kalem müdürü de sanıyorum yazdı bunları… 

Türkeş, Ermeniler adına gelen temsilci Samson Özararat’a; 

“Malazgirt Savaşı’nı Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor musunuz? İstanbul’un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberiniz var mı? Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni Patrikhanesini nasıl bir fermanla aştığından haberdar mısınız? Türkler ile Ermenilerin ilişkileri 1915’te başlamamıştır. 600 senelik müşterekliğimiz vardır, birlikte türküler, yemekler icat ettik. Kız aldık, kız verdik. Çanakkale’de Atatürk’ün yanında savaşan Ermeni askerlerin adını biliyor musunuz? Atatürk’ün, bugün kullandığımız alfabeyi, Ermeni dil bilgini Agop Martayan’a hazırlattığını ve sonra ‘Dilaçar’ soyadını verdiğini. Atatürk’ün imzasını bir Ermeni güzel yazı hocasının çizdiğini bilir miydiniz?” diyor

Bunları Ermeni temsilciye Alpaslan Türkeş söylüyor. Bu sözler üzerine ortam yumuşuyor, ilişkiler düzeliyor. Kim söylüyor bu sözleri? Meral Akşener’i, Devlet Bahçeli’yi yetiştiren başbuğ söylüyor bunları. Aslında ortadan kaldırdığın halkın varlığını kabul etme sözleri, itirafname bu sözler. Akşener, Garo’ya linçe varan tepkide bulunurken Albay Türkeş’in bu sözlerinden haberdar değil miydi? 

"1915’in arkasında bilinçli bir seçim vardır"

Ermeni sorunsalına, yani yok oluşa ilişkin, devlet katında 90’lı yıllarda ve 2000’li yılların başında zaman zaman yumuşama, esneme yaşandı. Kimi belgeler ve yayınlar ortaya kondu. Şu bir gerçeklik, 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı Müslümanları, bu insanlar, yeni bir yurt arayışı içerisindeler. Yeni yurtlarını Asya’da buluyorlar. Niye Enver (Paşa) daha ilerilere gidiyor, Türkistanlara uzanıyor, Cemal (Paşa) niye Afganistan’a gidiyor? İttihat Terakki ve devamı olan örgütler, MM grubu, Karakol Cemiyetleri ve Mustafa Kemal, Misak-ı Milli’yi ilan ediyor, kabaca bugünkü sınırları “dikdörtgeni” yeni yurt yapmaya çalışıyorlar. Birinci Meclis üzerine pek çok şey okudum, çalıştım; Birinci Meclis’te ve daha önce yapılan kongrelerde henüz T.C. devleti yok, T.C. daha sonra Lozan’dan sonra konulur. İsmet Paşa, Lozan’a giderken Büyük Millet Meclisi delegasyonu olarak gider. TBMM değil, BMM temsilcisidir. Nitekim açılışta “BMM, Kürtlerin ve Türklerin temsilcisi olarak geldim” der. Lozan kayıtları okunursa bunlar görülür. Sivas, Erzurum ve tüm kongrelere baktığımızda Osmanlı vatandaşı olan gayrimüslimler yoktur, çağrılmazlar. Son Meclis-i Mebusan seçimlerine de gayrimüslimler çağrılmaz, yok hükmündedirler. Oysa 1915’e rağmen ciddi bir Rum ve Ermeni nüfus bulunmaktadır. O sırada onlar hâlâ Osmanlı Devleti vatandaşıdır ve Birinci Meclis’te de yoklardır. 

1915’e, Osmanlı Devleti’nin yeni bir yurt yaratma projesi olduğunu görmezden gelerek yaklaşmak gerçeğe aykırı olmak demektir. Avrupa’da kaybettiği topraklar o kadar çok ki, düşünün, gelin tarihi biraz geriye çekelim, Ayastefanos’a gidelim; 1878’de Ruslar Osmanlı sarayının 20 km yakınına kadar gelmişler, Yeşilköy’de karargâhlarını kurmuşlar, anıt dikmişler anıt! İmparatorluk o gün bitmiş aslında. Ayastefanos’ta anıt duruyor ve devletim diye geçiniyorsun. Abdülhamit, Ruslara karşı İngilizler, Fransızların desteğini alınca, daha doğrusu İstanbul’un Rus işgalini Fransız ve İngilizlerin kabul etmemesiyle, onların yardımıyla Ruslar geri çekiliyor. Rusların geri çekilmesi ile Berlin Konferansı’na giden süreç başlıyor. Berlin Konferansı ile Osmanlı aslında bitiyor, yoğun bakıma giriyor. İttire kaktıra yoğun bakımda 40 yıl daha yaşıyor. Dolaysıyla travma büyük, çok büyük... İttihat Terakki ve Cumhuriyet kadroları, aydınları bu travmada doğuyor, büyüyor yetişiyor ve bilinç oluşturuyorlar… Yurtsuz kalma travması başkalarını yurtsuz bırakmakla sonuçlanıyor

1915’in arkasında bilinçli bir seçim vardır, tarihi gerçeklerin bilinmemesi ya da ortaya konmaması bu nedenle… Bunları dedelerimiz yaptı, yeni bir yurt yaratmak için yaptılar; gayrimüslimlerden temizlenince, bu varlığın üzerine oturan yeni bir yapı kuruldu. Dedelerimiz yok olan bu varlığın üstüne oturmuş yapıdır. Bunları biz de bilmiyorduk. Geçmişte, özellikle sol cenahta, Ermeni meselesi üzerine, gayrimüslimlerden arındırma projelerinde ciddi bilgisizlik hakimdi. Tüm bu sorunlar, Kürt meselesi de dahil, son 30-40 yılda daha fazla bilinir, okunur, ortaya çıkar oldu. Bu mevzuya böylesi bir tarihsel perspektif üzerinden yaklaşmadan doğru analize gelemezsiniz. 

Bakın neredeyse BM’ye üye ülkelerin -tam bilmiyorum ama- yarıdan fazlası Ermeni soykırımını tanıyor. En son geçen sene ABD soykırım olarak tanıdı. Her sene bir toto oynanırdı, ne diyecek? “Büyük felaket” mi diyecek Amerikan başkanı, “başa gelen en büyük felaket” mi diyecek? Soykırım mı diyecek, ne diyecek? İşte geçen sene soykırım dendi, sonra ne oldu? Amerika ile ilişkiler bu nedenle mi zora girdi? Falan feşmekan bitti mi? Hiç öyle olmuyor değil mi? Hemen dönüyorsun F-35’im ne oldu abi? Bari F-16’nın revizyonunu yapsak, param da sende kaldı vesaire. Her 24 Nisan’da tepkiler mepkiler, ağdalı cümleler, sonra gelir, “N’oldu benim F-16’ım?” 

Tepkilerin Garo Paylan’a çok yükselmesinin arkasında yatan en önemli şey milliyetçilik pazarıdır. Çok güçlü, çeşidi bol bir pazar ve çok fazla müşterisi olan bir pazar. Türkiye’nin sosyolojik yapısı da böyle. Bu pazara iktidar ortakları ve muhalefet ortakları, herkes dalmış vaziyette. Ne kadar pozisyon alırsam o kadar da yükselirim bakışı hakim... Önümüzde seçim gözüküyor; seçim demek hamaset ve milliyetçilik demek. Akşener’e başbuğunun sözlerine bakmasını önerelim. Başbuğ Türkeş’ten Ermeni dersleri... Gerilim bir iki gün sonra unutulacak. 

Türkiye’de içinde bulunduğu bu otokratik rejimden çıkışa ilişkin bazı yapılanmalar, tasarımlar var. Biraz da 6’lı ittifakı konuşalım isterseniz. Sormak istediğiniz ya da eklemek istediğiniz bir şey var mı? 

ÖÖ: Minik bir şey ekleyeyim, şimdi Joe Biden, şu anki ABD Başkanı, her 24 Nisan’da ne diyeceği merak edilirken geçen yıl soykırım demişti, bu yıl da soykırım demiş. Tabii bunun üzerine hemen Dışişleri’nden açıklama geldi; “Bu tür açıklamaları ve kararları reddediyor, bu yanlışta ısrar edenleri kınıyoruz.” diye sert açıklamalar yapmış. Siz demiştiniz ya ama bu ilişkilerin tamamen kesilmesine yol açmıyor. Bir yandan da Türkiye’nin Rusya ile arası iyi, ama Rusya çok daha önceden soykırımı alenen parlamentoda tanımış olan bir ülke. Sadece 24 Nisan’larda Putin bu şekilde açıklama yapmıyor. Dolayısıyla o yüzden aslında gündemde değil ama aslında iki ülke de, yani Türkiye’nin ilişki içerisinde olduğu iki ülke de aslında tanıyordu. 

1915: "Nazilerin Yahudi Soykırımı’nın 'ilham perisi' "

AB: 1924 sonrasında ABD-Türkiye ilişkileri netameli; ABD Lozan’ı tanımaz, tanımamasının nedeni de buraya göçmüş Ermenilerin Kongre üzerinde yaptığı baskılardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bir süre sonra ilişkiler kurulur. 1927’de karşılıklı büyükelçi atamasına gelir sıra; bizim büyükelçi Muhtar Kent’in dedesi olan Ahmet Muhtar beydir, atanmıştır. ABD tarafı Joseph Grew’ı gönderir. Grew gelir göreve başlar, ancak biz bir türlü Ahmet Muhtar’ı gönderemeyiz, uzar da uzar. Çok tecrübeli bir diplomat Grew. ABD Dışişleri’nde müsteşarlık yapmış, Lozan’da ABD delegasyonun başı, Başbakan İsmet Paşa’yı yakından tanıyan çok önemli bir diplomatı büyükelçi olarak Ankara’ya gönderiyor. Ahmet Muhtar’ın gidişi uzar da uzar, aylar geçer, nedeni nedir biliyor musunuz? Amerika’daki Ermenilerin tepkisi çok serttir; ABD’ye Anadolu’dan göçmüş Ermenler ayaklanır, çünkü olayların üstünden sekiz yıl geçmiş, 10 yıl geçmiş çok taze acılar dumanı üstünde. Ahmet Muhtar Bey’in seyahat ettiği, Amerika’ya geldiği gemi, New York limanına yaklaştırılmaz. On binler, yüz bine yakın insan New York limanına iner, toplanır, büyük gösteriler ve öfke hakimdir. Ancak gece yarısı olunca adamı karanlıkta motorla gemiden alırlar, gizlice istasyona götürüp trenle Washington’a ulaştırırlar. 1915 Olayları çok büyük bir olaydır; Ermeniler 1915’i, yaşananları dünyada o günkü iletişimin el verdiği ölçüde konuşur. 

Biliyorsunuz Osmanlı 1915’te, 1. Dünya Savaşı’nda Almanya ile birlikte savaşıyor. Tüm coğrafya Alman general, subay ve diplomatlarıyla dolu. Aktaracaklarım 2000’lerin başlarında Alman basınında bir miktar gündeme geldi; 1915’te Erzurum’da Alman konsolosluğu var, biri konsolos olmak üzere çok önemli iki diplomatı var Almanların. Birinci Dünya Savaşı’ndayız, Almanlarla dostuz; bu diplomatlardan birinin ismi Dr. Max Erwin Richter, diğeri Graf Metternich. Richter daha sonra Adolf Hitler’in çok yakın arkadaşı olacak! Bu iki diplomat Alman Dışişleri Bakanlığına ve Genelkurmay Başkanlığı’na sürekli savaş hakkında raporlar yazıyorlar. Richter daha sonra Adolf Hitler’in yanında yer alacak ve yakın dostu olacak, Nazi Partisi’ni birlikte kuracaklardır. 1923 Münih Birahane Ayaklanması’nı/Baskını’nı bilirsiniz; orada çatışmada Hitler’in yanında öldürülen adam bu adam, Osmanlı Devleti’nin 1915’deki Erzurum konsolosu. Richter, Ermenilere nelerin nasıl yapıldığını biliyor, soykırım, tehcir, büyük felaketin (!) teknolojisini gözlemliyor anlatıyor. Raporlarında,“Ermeni sorunu Ermenilerin yok edilmesiyle çözüldü.” diye yazıyor. 

Ermeni Soykırımı’nı “Alman aklı, Türk işçiliğinin eseri” olarak yorumlanıyor. Esas bam noktası işte burası. Almanlar bu işin neresinde? Buralara bakmamız, girmemiz gerekiyor. 1915, Nazilerin Yahudi Soykırımı’nın “ilham perisi” oluyor. Dolayısıyla bu konuda muazzam çalışma yapılacak, araştırılacak alan var. Bilinmezliklerin içinde bir konu oldu on yıllar boyunca... Alman arşivleri Yahudi Kırımı için açıldı, o da 1963’ten sonra, özellikle kamplar... Şimdi ona girmeyelim ama üstünden 107 yıl geçmiş, kırımı yaşayan Ermeni birinci kuşak artık kalmadı. İkinci kuşak da pek kalmadı, mesele torunların torunlarına doğru eviriliyor. 

Demem o ki, ülkenin varoluşunu bu olaylara ve korkulara bağlarsanız sonuç alamıyorsunuz. Bu gerçeği ret etmek var olmanın özünü oluşturuyor. Çocukluğumda çok duyardım, esastan bir itiraz geldiği vakit “İngiliz parmağı” aranırdı, kesinlikle bir parmak; dış güçler aranırdı, sonra bunun yerini NATO aldı, şimdi NATO parmağı deniyor. NATO, Soğuk Savaş döneminde, 1950 sonrasında çok fazla pis işleri gerçekleştiren bir örgüt oldu, ömrümüz NATO’ya hayır demekle geçti, ama her soruna böyle bir mantıkla bakınca sağlam bir devlet olmuyorsunuz, devlet olamıyorsunuz. Rum, Ermeni, Kürt, Alevi talepleri ve yalan tarih üzerinde yapılan itirazlar İngiliz, ABD, NATO parmağıyla değerlendirilince olmuyor. Şimdilik bununla yetinelim. 

6'lı ittifak: “Radikal kötüye karşı, kötüyle işbirliği yapmak”

6’lı ittifak partileri dün akşam toplandılar, ona geçelim; bu ittifakın sorunları var malum. Esas meselenin iktidarın seçim kanunundaki yaptığı anti demokratik değişikliklere karşı vaziyet almak olacağını söylemiştik. 6’lı ittifakın defolarını ve eksikliklerini de anlatmıştık geçtiğimiz haftalarda. Şimdi bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor, 6’lı ittifakta, burada ortak bir nokta var; bir kere bunların hepsi sağ partiler. CHP’yi de aynı şekilde görmek lazım. CHP’nin mazide kalan bir sosyal demokrat kimliği var. Az miktarda sosyal demokrat öğelerin yer aldığı bir parti, çok uzunca bir süredir bu kimlikten uzaklaşmış bir partidir. Ayrıntılı girmeyeyim, gözümüzün önünde cereyan eden gelişmelerdir. Ecevit’in DSP’si ve Baykal’ın CHP rotasını neo liberalizmden kırması ve sağa kırmasının şahitleriyiz. Kılıçdaroğlu da badireden, otokrasiden çıkışın sağ partilerle iş birliği yaparak sağlanacağını düşünüyor ve ona inanıyor. 

HDP’nin dışlanması, dokunulmazlıkların kaldırılması, sağa yatmak, milliyetçilik arazisinden kupon parseller almaya çalışmak hep bu nedenle… CHP sosyal demokrat kimliğini mazide bırakmış ve diğer sağ beş parti ile ittifaka girmiştir. 6’lı ittifak böyle bir ittifak, böyle bir organizasyondur. CHP ve ittifakı bu şekilde görürseniz rahatlarsınız; bu ittifak bir sağ ittifaktır, çok büyük beklentimiz yok. Bu ittifak Türkiye’de Kürt sorununu çözecek değil, Ermeni meselesine açılım getirecek değil, ekonomide emekten yana politikalar üretecek değil, Keynesyen politikalar, kamusal adımlar atsa “öp başına koy!” Dolayısıyla sağ bir muhalefet cephesini konuşuyoruz, ittifakın demokrasi cephesine dönüşmesi gerekliliğini konuşuyoruz. Solla falan ilgisi olmayan bir durum.

Ülkede büyük bir felaket yaşıyoruz, o felaketi aşmak gerekiyor. Literatür bunu şöyle özetliyor, “radikal kötüye karşı, kötüyle işbirliği yapmak.” İttifaklar böyle meselelerdir, kurulur bozulur çözülür, her yeni durumda yeni ittifak kurulur. Büyük felaketten kurtulmanın yelpazesini geniş tutmak durumundasınız. Bugün Gezi Davası’nın sonucu açıklanacak. Osman Kavala beş yıldır içeride, Demirtaş beş yıldır içeride, binlerce insan hapiste suçsuz yatıyor.

Ben utanıyorum kendimden, her sabah kalkıp aynaya baktığımda aynada kendimi görmüyorum, Gezi Davası’nı görüyorum, Osman’ı görüyorum, Selahattin’i görüyorum, binlerce masum insanı görüyorum aynada. Her gün diyorum ki, lanet olsun bu insanlar hâlâ içeride, yuh olsun bize… 1930’ların İtalya’sı kadar olamadık… İtalyanlar, Gramsci’yi faşist Mussolini’nin elinden almayı başardılar. Faşizmin babası olan adamın elinden aldılar. İç ve dış baskıların sonucunda Mussolini 1937’de Gramsci’yi serbest bırakmak zorunda kaldı. Türkiye’de binlerce masum insan hâlâ hapiste. Aslında bu bizim, toplumsal muhalefetin acizliğidir, entelektüellerin yanlış okumalarının sonucudur. İttifakları önemsemenin, geç önemsemenin, entelektüel enerjinin bu alana hasredilmemesinin sonucudur, meydanlara inmeyen muhalefetin sonucudur. Bu insanlar AİHM kararlarına rağmen hâlâ içerideler. Dolayısıyla demokratların ittifak örgülerini politika aracı olarak değerlendirmekten ve geliştirmekten başka şansı yok. Demokrat olmak zor bir iş; her şey olabiliyorsunuz, sağcı ve solcu olmak kolay, ama demokrat olmak çok kolay değil.

Ukrayna tavrında da bunu görüyoruz. Türkiye kendini demokrat zanneden demokrat olmayanların ülkesidir, en zor sınanan şey demokratlıktır. İklim meselesinde de bunu görürsünüz, “ama onlar da bunu yaptı, önce onlar kirlettiler” diye başlar söze adam, “merdiveni şimdi bizim üstümüze yıkıyorlar” diyerek yaklaşır. Doğrudur, ancak bu mevzulara işte bu şekilde yaklaştığınızda sonuç alamıyorsunuz. Felaketlerden kurtulmak için istediklerinizde değil, istemediklerinizde birleşmek gerekiyor…

İttifaklar mevzusunda daha çok ekmek yenmesi gerekiyor, daha fazla kafa patlatmak gerektiğini düşünüyorum. Biraz gerilere gidelim, sol dünyamızdan örnek verelim; 1970’li yıllarda inanılmaz bir devrimci, sosyalist muhalefet gelişmiş durumdaydı. İşçi hakları, emek hareketi çok güçlüydü. Herkes slogan atıyordu, “faşizme geçit yok ve faşizme karşı omuz omuza”. Ne oldu? Göstere göstere 12 Eylül faşist cuntası geldi. Engel olunamadı, çünkü dönemin sol dünyası, sosyal demokrasiyle iyi iletişim kuramayan bir soldu ve ayrıca bölünmüştü. Çoktuk ama bölünmüş durumdaydık. Sosyal demokrasinin önemini anlamaktan uzaktık, hafife alıyorduk. 

1970’lerin cehenneminden kurtulmak üzere bir formül önerilmişti: AP-CHP koalisyonu. Bu koalisyona en fazla karşı çıkan sosyalistler, devrimciler oldu. AP-CHP koalisyonu Milliyetçi Cephe’nin yerine geçseydi, üç kez kanlı iç savaşı, kanlı milliyetçi cephe dönemini mi yaşardık? Ayrıca AP-CHP koalisyonu Türkiye’nin AB’ye girmesini de sağlayabilirdi ve askeri darbe olmazdı. Ama sosyalistler AB’yi (o zaman AET’yi) de sevmezlerdi, ona karşılardı. AP-CHP koalisyonunu desteklemek ve Avrupa Birliğine katılmak burjuvazinin ve emperyalizmin pis oyunuydu! 

İttifaklar, devrimci, sosyalist, sol dönüşümler, emekten yana dönüşümler yapacak ittifaklar değil, Kürt sorununu çözecek değil; temelde bir hedef var, parlamenter sisteme geçmek. Evet, parlamenter sisteme geçmek ve öncelikle boşu boşuna hapiste yatan insanları kurtarmak, AİHM kararlarını uygulamak istiyoruz. 

"Temel eksikliğimiz ittifak kültürümüzdeki eksikliktir"

ÖÖ: Ama burada galiba şöyle bir tartışma var Ali bey, yani ittifak kurulması meselesinde değil bu sefer, bu ittifak kuruldu aslında, 6 parti yan yana geldi ama kazanacak mı? Yani kazandıracak yöntem bu mu? Çünkü şimdi herkes Macaristan örneğine bir bakıyor, hiç öngörüldüğü gibi olmadı. 

AB: Ama o farklı durumlar, farklı ülkeler. Aslında temel eksikliğimiz ittifak kültürümüzdeki eksikliktir. Parti liderlerinin, yöneticilerinin ittifak kültürünün ne düzeyde olduğunu, mutabakat arayışlarına bakıştaki eksikliklerini, defolarını hep anlatıyoruz, ciddi şekilde büyük eksiklikler var. Büyük eksikliklerin bir nedeni de Türkiye’deki entelektüel hayatın bu alana yeterince katkıda bulunmamasıdır, geç kalmasıdır, gelen tehlikeyi görememesidir. Gezi’den sonra eski kitapları, defterleri ortaya çıkardım, üstüne bir şeyler koymaya çalıştım, çünkü gidişat çok kötüydü. O yıllarda Can da vardı, daha ortalıkta otoriter anayasa değişiklikleri filan yok, ama antidemokratik yasalar yağmur gibi üstümüze geliyor, yayın yapmak zorlaşacak dediğimi hatırlıyorum, 2013 yılıydı sanırım. Nitekim bunları yaşadık, özgürlüğün ö’sü kalmadı bırak kelimenin tamamını, hukukun h’si kalmadı. 

Dolayısıyla ittifak politikalarını zenginleştirmek, bu politikalara katkıda bulunmak zorundayız. Eksiklikler çok var, evet; konunun bu aşamaya gelmesi de bir zaman aldı, daha önceleri yapabilirler miydi? Yapabilirlerdi. Bu refleksleri geliştirebilirler miydi? geliştirilebilirlerdi, ancak uzlaşma bizde eksik bir kültürdür, günlük hayatta da siyasal hayatta da... Çok uzatmak istemiyorum konuyu, gazeteci olarak izlediğim siyasal ve ekonomik hayatta bazı siyasi liderlerle yaptığım görüşmelerde karşılaştığım cevaplar ve diyalogları anlatsam inanılır gibi değildir. Türkiye’de 1970’lerde AP-CHP koalisyonu kurulsaydı 12 Eylül darbesi engellenebilirdi, Türkiye’nin AB’ye giriş süreci Yunanistan’la birlikte gerçekleşebilirdi. Çok rahat olurdu ama bu istenmedi. Dönemin bugün hayatta olmayan iki lideriyle konuştum, yaptıkları yanlışların daha sonra farkına vardıklarını da gördüğümü söylemeliyim. Bunları başka bir zaman konuşuruz. 

Yapılması gereken amasız, fakatsız yaklaşmaktır. Bakın bugün gözümüz nerede? Gezi davasında, HDP davasında; parti kapatılacak mı? 2022 yılındayız, yine bir parti kapatma davasıyla yüz yüzeyiz. Gezi davasından haber bekliyoruz, gözümüz davalarda... Gezi direnişinde Osman Kavala ve Geziciler -Erdoğan başbakandı o zaman- birlikte toplantı yaptılar, işte buralardan beş yıllık Silivri hapislerine geliyoruz. Gezi eylemleri devam etti biliyorsunuz, 3,5 ay sürdü. Aslında bütün Anadolu’da, 5 milyon insan katıldı etkinliklere, direnişlere.

Geldiğimiz yerde, artık memlekette hukuk düzeni yok. Kim karar veriyor Türkiye’de, mahkemeler mi? Hayır. Yargı otokrasinin kontrolündeyse kararı o veriyor. Bugün Gezi davasında karar açıklanacak; beklentilerimizi neye göre yapıyoruz? AKP temsilcilerinin açıklamalarına göre beklenti oluşturamaya çalışıyoruz. Eskiden ABD’de Kremlinistler vardı; CIA, Sovyet liderlerini gözlerdi, Ekim Devrimi kutlamalarında Sovyet liderlerinin birbirleriyle olan ilişkilerine bakarak yorum yaparlardı. “Brejnev kafasını şuna çevirdi, şuna selam vermedi, Andropov, Suslov’a bakmadı” diyerek ilişkileri çözmeye çalışırdı. Biz de AKP dünyasına bakıyoruz, Erdoğan’a en yakın kişi Hayati Yazıcı, “AİHM kararının uygulanması için yöntem bulmak zorundayız.” dedi, acaba olumlu bir şey mi var? Abdülhamit Gül’ün yerine Bekir Bozdağ geldi. Abdülhamit Gül işlerine karışılmasını istemiyordu... Bu tür bilgi kırıntılarıyla mahkemeleri çözmeye çalışıyoruz, böyle bir ülkede yaşıyoruz. Bu hukuk devletinin olmadığının göstergesidir. 

ÖÖ: Süremizin de sonuna geldik.

AB: Dolayısıyla bunları aşmak için şeyden başladık… Özlem fırsat tanımadık sana ama hoş geldin ve herhalde bu hafta buradasın?

ÖT: Ben iki gün eşlik edeceğim Özdeş’e.

AB: Evet.

ÖT: Sizi de bu şekilde dinlemek çok keyifliydi. Bilgiler için de çok teşekkür ederim ayrıca. 

AB: Ben teşekkür ederim. O zaman ne yapıyoruz Özdeş?

ÖÖ: O zaman ayrılıyoruz. 

AB: Kapatıyoruz. 

ÖÖ: Evet, haftaya… Gerçi haftaya bayram maalesef, program yapamayacağız.

AB: Gene umudumuzu kesmeyelim. Bugün karar kaçta açıklanacak?

ÖÖ: Saat olarak bilmiyorum.

AB: O zaman bütün Açık Radyo dinleyicilerine ve çalışan arkadaşlara, Açık Gazete’nin bayramı kutlun olsun, Özlem sana da iyi bayramlar!

ÖÖ: Teşekkür ederiz.

ÖT: Sağ olun, size de!

AB: Hoşça kalın!

ÖÖ: Görüşmek üzere.