Pandemi ve “Tekâlif-i Milliye Dayanışması”

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Konu 1912’den itibaren yaşadıkları yerlerden türlü kolektif şiddet mekanizmaları ile koparılmış, tehcir edilmiş ve kırıma uğramış Ermeni ve Rumlar'dan kalan taşınmazların yönetilmesi ve savaş seferberliğine merkezi hükümetin regülasyonuyla dâhil edilmesidir.

(Ömer Turan'ın bu yazısı Agos gazetesinin internet sitesinden alınmıştır.)

Cumhurbaşkanı Erdoğan 3 Nisan’da 30 büyükşehirde giriş ve çıkışlara kısıtlama ve 20 yaş altındakiler için sokağa çıkma yasağı getirildiğini duyurduğu konuşmasında CHP ile polemik faslını da unutmadı. Bu Erdoğan’ın uzun zamandır bilinen bir taktiği. Konu ne olursa olsun, CHP ile polemiğe girmeyi önemsiyor. Sözü tek-parti dönemine getirip, 1950 öncesine atıfla bugünün ana muhalefetini eleştiriyor. Pandemi günlerinde de aynı taktiği izleyen Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun Biz Bize Yeteriz Türkiyem kampanyasına yönelik eleştirisine Kurtuluş Savaşı sırasında devreye sokulan Tekâlif-i Milliye emirlerini hatırlatarak yanıt verdi. Erdoğan savaş sırasında milletin bu dayanışma çağrısına mecburiyetin ötesinde bir gönüllükle katıldığını söyledi. Erdoğan Kılıçdaroğlu’nu bir fitne odağı olarak niteledi ve muhalefet liderini kendi tarihini bilmemekle suçladı. 

Kılıçaroğlu polemiği tırmandırmama tavrını seçerken, Erdoğan’ın Tekâlif-i Milliye üzerinden bağış kampanyasını gerekçelendirmesine eleştiri Ahmet Davutoğlu’ndan geldi. Davutoğlu’nun ifadesiyle Tekâlif-i Milliye benzetmesi savaş şartları içinde olunduğunu çağrıştıracağı için tehlikeliydi. Davutoğlu’na göre Tekâlif-i Milliyeyi hatırlamak kaynakların tükendiği izlenimini vererek, hem içeriye hem de uluslararası alana yanlış mesaj vermekteydi. Davutoğlu böyle dedikten sonra Erdoğan 6 Nisan’da tekrar kameraların karşısına geçti. Sözü tekrar Tekâlif-i Milliye getiren Erdoğan “Bugün de yaptığımız budur” dedi. Konuşmasında Tekâlif-i Milliye emirlerinin bir özetini okuyan Erdoğan’a göre, “bazı kafalar bu dayanışma kültürünü kavramakta zorlanıyor olsa da”, bağış kampanyasına katılım tatmin edici düzeydeydi. Bu yazı tam da bu polemiği yorumlamaya çalışıyor. Yazının ele aldığı iki temel soru var: Birincisi, korona salgını günlerinde alınan önlemleri savaş metaforu üzerinden düşünmek ne derece isabetli? Başka bir ifadeyle salgın ile mücadeleyi militarist bir mantık ve dil üzerinden kurmak ne getirir? İkincisi Erdoğan’ın Tekâlif-i Milliye atfı AKP parti-devletinin tarihle kurduğu araçsal ilişkide nereye oturmakta? İkinci soru bize Tekâlif-i Milliye’nin hatırlanan ve unutturulan, ya da bilmezlikten gelinen taraflarını hatırlamak için de bir imkân sunacak. Tekâlif-i Milliye emirlerinin her yerde karşımıza çıkan ve Erdoğan’ın da okuduğu özeti bu özel verginin yaşamakta olduğumuz toprakların Ermenisizleştirilmesi süreciyle ilişkisini görünmez hâle getiriyor. İkinci soru üzerine düşünmek bize bu bağı hatırlama olanağı da verecek.

Pandemi ve savaş metaforu

Susan Sontag 1970’lerin sonunda kendi kanser deneyimi üzerinde kaleme aldığı uzun denemesinde tüberküloz ve kanser gibi hastalıkların savaş metaforu ve militarist terminoloji üzerinden düşünülmesinin yaygınlığına dikkat çekiyor ve hastalıkların metaforik düşünme biçimleri bir yana bırakılarak ele alınmasını öneriyordu. (Sontag’ın Metafor Olarak Hastalık kitabı Can Yayınları tarafından çevrildi.) 2020 pandemisi Sontag’ın sözünü ettiği hastalık ya da salgının savaş metaforu eşliğinde düşünülmesinin ne derece yaygın olduğunu bir kez daha gösteriyor. Uzmanlar kadar biz sıradan insanlar da süreci bu şekilde görmeye eğilimliyiz. Pandeminin olağan üstü önlemler gerektirmesi, sanki bir cephe savaşı varmışçasına hastanelere gelen olağanüstü sayıda hasta sayısı, sokağa çıkma yasakları ve karantina tedbirleri çoğumuza savaş ve benzeri durumları hatırlatıyor. Sadece uzmanlar değil, liderler de pandemiye karşı alınan önlemleri savaştan söz ederek anlatmaya başladılar. Fransa’da Macron ulusa sesleniş konuşmasında “Bir savaş halindeyiz, bu elbette ki sağlık savaşı. Bir orduya ya da başka bir ulusa karşı savaşmıyoruz. Ama düşman orada, görünmez, zorlayıcı, ilerliyor. Ve buna karşı genel seferberlik içinde olmamız gerekiyor” derken durumun ciddiyetini vurgulayıp insanların önlemlere uymasını sağlamaya çalışıyordu. ABD’de Trump pandeminin ilk günlerinde, iklim değişikliği konusunda bilim insanlarını dinlememe tavrının bir benzerini göstererek, konunun büyütülmemesi gerektiğini söylemekteydi. Trump ve yandaşlarına göre Demokratlar konuyu gereksiz yere politikleştiriyorlardı. Sonrasında durumu hafife alma imkânı kalmadığında Trump da sıklıkla savaş metaforuna başvurmaya başladı. Demokrat aday adayı Joe Biden da virüse karşı savaştan söz ediyor. Savaş metaforunun yaygın düşünme biçimi olması, kimi zaman kamuoyunun bilgi alma hakkını da kısıtlamakta. ABD’de yetkililer ülkede kaç solunum cihazı olduğu sorusunu “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yanıtsız bırakıyorlar. 

Pandemi koşullarını savaş koşulları gibi düşünme kimi örneklerde çok daha bariz şekilde otoriterleşmenin derinleşmesi ve hasta haklarının göz ardı edilmesine yol açıyor. Orban’ın Macaristan parlamentosunda kabul ettirdiği karar derinleşen otoriterleşmenin örneği. Güçleri ayrımı ilkesinin ne zamandır zedelendiği Macaristan’da parlamentonun yeni kararı Orban’a süresiz OHAL ilan etme, ülkeyi kararnamelerle yönetme ve bazı yasaları iptal yetkisi veriyor. Macaristan’ın komşusu Slovakya’daysa ordu Roma köylerinde test yapılmasına katkı sunuyor. Slovak başbakan Matovič ordunun devreye girmesinin bir güç gösterisi olmadığını söylerken, testi pozitif çıkan Romaların devlete ait tesislerde karantinaya alınacağını söylüyor. Pandemiye karşı aldığı sıkı önlemlerle gündeme gelen İsrail ise istihbarat örgütünün “terörist” olarak kodlanan Filistinli militanları izleme yöntemlerinin virüsü taşıyanları izlemek için de kullanılmasını kararlaştırdı. Bu hastaların telefonlarının dinlenmesi anlamına geliyor.

Pandemi günlerinde Türkiye’de savaş metaforu ve militarist retorik ne derece devrede? Döviz kurundaki dalgalandırmadan darbe girişimine, ilgili ilgisiz her durumda “2. Kurtuluş Savaşı” ibaresini öne süren iktidar, pandemi bağlamında durumu savaş koşulları olarak nitelemedi. AKP hükümeti kamuoyunu genel sokağa çıkma yasağı gibi katı tedbirlerin gerekli olmadığını ikna etmeye çalışıyor. Başka bir ifadeyle sokağa çıkma yasağı ilanı ve acil olmayan tüm sektörlerde üretim ve hizmetlerin durdurulması mümkün olduğunca ötelenmek istiyor. Tam da bu kapsamda savaş metaforu yerine iktidar “durum kontrol altında, tedbirler yeterli, Avrupa ülkelerinde durum bizden kötü” mesajını veriyor. AKP hükümeti çalışanların sağlığını riske atmak pahasına, tercihini ekonominin çarklarını olabildiğince döndürmekten yana kullanıyor.

Militarist mantık

AKP iktidarı savaş metaforunu öne çıkarmasa da, yapılan resmi açıklamalarda ve iktidara yakın kanaat önderlerinin ifadelerinde adı konmamış, zımnî bir militarist mantığı gözlemek mümkün. Bu zımnî militarizmin bir örneği pandemi sırasında hayatını kaybeden sağlıkçılara “şehit” statüsünün verilmesi fikri. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bu fikri destekleyeceğini ve konunun önümüzdeki günlerde gündeme gelebileceğini söylemekle yetindi. Kimi sağlık personelinin vefat eden meslektaşlarının ailelerine çeşitli haklar sunacak bu düzenlemeye sıcak baktıklarını söyleyebiliriz. İlahiyatçı Nihat Hatipoğlu ise “bulaşıcı hastalıktan vefat eden Müslümanların, şehit sevaplarından bir kısmını” kazanacağını iddia etti.

Zımnî militarizmin bir diğer örneği ise AKP iktidarının pandemi sonrasında ilişkin tahayyülü. Bu tahayyülde pandeminin neredeyse fırsatlar sunan bir savaş gibi değerlendirilmekte olduğunu görüyoruz. Erdoğan 18 Mart’ta ilk önem paketini açıklarken Türkiye’nin bu sürece olabilecek en hazırlıklı şekilde yakalandığını ve 21. yüzyılı “Türkiye’nin asrı” hâline getireceklerini söylüyordu. Erdoğan sonraki açıklamalarında da pandemi sonrasında kurulacak yeni dünyada Türkiye’nin en güçlü şekilde yerini alacağını söylemeye devam etti. 

Ve elbette muhalefetin düşman gibi gösterilmesini yine bu zımnî militarizm içinde düşünmek gerek. AKP adına konuşanlar, milli dayanışma kampanyasını eleştirenleri “hastalıklı zihniyet” sahibi olmakla suçluyorlar. Söylem düzeyinde kalan bir mücadele değil bu. Muhalefet tarafından yönetilen belediyelerin kurduğu dayanışma mekanizmalarını çalışmaz hâle getiren ve belediyelerin sağlık çalışanlarına destek sunmasını engelleyen bir tutum söz konusu. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinin açtıkları dayanışma hesaplarının bloke edilmesi bunun en belirgin örneği. Belediye Kanunu’nda yerel yönetimlerin bağış toplanması öngörülmüşken bunu valilik iznine bağlamak ciddi bir hukuk ihlali anlamına geliyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin DEÜ Tıp Fakültesi çalışanlarının kullanımı için kiralığı yurt binasının kullanımının üniversite rektörlüğü tarafından engellenmesi de benzer bir tutum.  Ezcümle, AKP parti-devleti “dayanışma lazımsa onu da biz organize ederiz” tavrını benimsemekte; pandemi günlerinde de her şeyi tek elden yönetme hedefinde esneklik göstermemekte.

“Dayanışma lazımsa” derken; dayanışmanın elzem olduğu açık. Sağlık Bakanı Koca’nın sağlıkçılara hitaben söylediği “malzeme bulamıyoruz diyen bize ulaşsın” açıklaması, bürokratik silsile içinde malzeme tedarikinin aksadığının itirafı aslında. Önümüzdeki günlerde tablonun daha da kötüleşmesi hayli yüksek bir olasılık. Fakat bu konuda da AKP’li yetkililer kararsızlık sergiliyorlar. Örneğin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” kampanyası hakkında konuşurken “Bu kampanya, herhangi bir şeye ihtiyacımız olduğundan dolayı yapılan bir kampanya değil” dedi. Bir diğer kararsızlık maske konusunda gözlendi. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan halka maske satılacağını açıkladıktan iki gün sonra Erdoğan maske satışının kesinlikle yasak olduğunu duyurdu.  Açıktan savaş retoriğinin benimsenmemiş olması bu kararsızlığa zemin hazırlıyor.    

Zımnî militarizmden “Tekâlif-i Milliye Dayanışması”na    

Türkiye’de AKP iktidarının pandemi bağlamında savaş retoriğine açıktan başvurmadığını söyledik. Bu durumun en belirgin istisnası Erdoğan’ın diğer dayanışma kampanyalarını engelleyip, kendi kontrolündeki dayanışma kampanyasını Tekâlif-i Milliye emirlerine benzetmesi. Önce bu emirler neydi kısaca hatırlamak gerek. Milli Mücadele için Ağustos 1921 kritik bir süreçtir. Eskişehir’in Yunan kuvvetlerine geçmesi Ankara hükümetinin ne kadar zor bir durumda olduğunu gösterir. Bu konjonktürde, 5 Ağustos 1921’de BMM Başkumandanlık Kanunu’nu kabul eder. Böylelikle, Mustafa Kemal üç ay süreyle, olağanüstü yetkilerle başkumandanlığa getirilmiş olur. Bu kanun uyarınca İstiklâl Mahkemeleri de doğrudan Mustafa Kemal’e bağlanır. Mustafa Kemal olağanüstü yetkilerini ilk kez 7 ve 8 Ağustos’da yayınlanan 10 emirden oluşan Tekâlif-i Milliye emirleriyle kullanır. Emirler ayni vergi ve hizmet vergilerini öngörmekteydi. Tekâlif-i Milliye komisyonları emirlerin uygulanması ile görevlendirilir. Emirleri yerine getirmeyenlerin cezalandırılması görevi İstiklâl Mahkemeleri’ne verilir. Emirlerin amaçları arasında halktaki silahların toplanması ve yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde 40'ının devlete teslim edilmesi öne çıkıyor. Özellikle gıda ve giyecek maddelerinin bedellerinin sonradan ödeneceği de emirler çıkartılırken belirtilir. Hizmet vergisi kısmı da önemlidir: Bu sayede Sovyetlerden gelen yardımın taşınması kolaylaşmıştır. 5. emir uyarınca küçük tonajlı motorlar Sovyet limanlarından askeri malzeme taşır. 100 millik taşıma bedelsizdir, kalanı içinse bedel öngörülür. Dönemin Maliye Bakanı Hasan Fehmi’nin 1923’te Meclis’te yaptığı konuşmadan emirler kapsamında toplanan malların ederinin 6 milyon lirayı aştığını öğreniyoruz.

Erdoğan’ın Tekâlif-i Milliye hatırlatmasına gelecek olursak, en az iki düzeltme yapmak gerekmekte. Başlatılan “milli dayanışma kampanyası”nın 99 yıl önceki bir vergiye, yani tanım itibariyle zorunlu bir yükümlülüğe, benzetilmesi hatalıdır. Ama bu hatanın neye işaret ettiği üzerinde durmaya da değer. Bu noktaya aşağıda dönmemiz gerekecek. İkinci hata Erdoğan’ın Tekalif-i Milliye emirlerini nasıl özetleyerek aktardığına ilişkin. Tekâlif-i Milliye emirleri, toplamda 55 maddeden oluşan 10 emri kapsıyor. Bu 10 emrin resmi tarih tarafından nasıl özetlenip ders kitaplarına girdiği başlı başına bir makale konusu olur. Ders kitaplarında ya da Wikipedia’da karşımıza çıkan özet gibi Erdoğan’ın paylaştığı özette de hatalar mevcut. Erdoğan beşinci emri şöyle aktarıyor konuşmasında: “Memleketteki tüm demirciler, dökümcüler, marangozlar, sanayi imalathaneleri ordunun ihtiyaçları için çalışacaktır.” Oysa emirlerin orijinal metnine baktığımızda bunun beşinci değil dokuzuncu madde olduğunu görüyoruz. Beşinci emir, nakil vasıtaları ile ilgili düzenlemeye ilişkin. Erdoğan altıncı emri ise şöyle aktarıyor: “Halka ait taşıtlar her ay ordu için 100 kilometre taşıma yapacaktır.” Burada hata var, çünkü emirlere baktığımızda bunun altıncı değil beşinci madde olduğunu görüyoruz. Peki öyleyse, 6 numaralı Tekâlif-i Milliye emrinin konusu nedir?

Emval-i Metruke, Ermeniler, Rumlar

Başlığı zaten neye dair olduğunu aktarıyor: “Emvâl-i Metrûke hakkında 6 numaralı emir”. Yani konu 1912’den itibaren yaşadıkları yerlerden türlü kolektif şiddet mekanizmaları ile koparılmış, tehcir edilmiş ve kırıma uğramış Ermeni ve Rum’lardan kalan taşınmazların yönetilmesi ve savaş seferberliğine merkezi hükümetin regülasyonuyla dâhil edilmesidir. Ama ne Wikipedia, ne ders kitapları, ne de Erdoğan’ın paylaştığı özette vergi düzenlemesinin bu tarafını görmek mümkün. Altıncı emre göre “... eşya ve erzak cinsinden muhtelif mahallerde mevcut Emvâl-i Metrûkeye Tekâlif-i Milliye Komisyonlarınca vazi’yed edilerek miktarı tespit ve fiyatı takdir olunarak kuruşlu bir mazbata mahalli mal sandığına verilecektir”. 

Taner Akçam ve Ümit Kurt’un Kanunların Ruhu kitabını ve Nevzat Onaran’ın ilgili çalışmalarını bu konudaki literatürün önemli köşe taşları olarak saymak gerek. Güven Gürkan Öztan ile birlikte yazdığımız Devlet Aklı ve 1915: Türkiye’de “Ermeni Meselesi” Anlatısının İnşası kitabında da Emvâl-i Metrûkenin devlet kapasitesini arttırmak için nasıl devreye sokulduğunu incelemekteyiz. Nasıl altıncı emir pek hatırlanmak istenmiyorsa, geri ödemeler başladığında ellerinde Tekâlif-i Milliye mazbataları olan Ermeni ve Rumların durumu da pek hatırlanmaz. BMM rejimi, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden, Nisan 1923’te, toplanan kaynağa ilişkin geri ödemeleri başlatmayı gündemine alır. Tasarı Meclis’e geldiğinde kanun yazımı tekniği ve etnik kimlik/yurttaşlık tanımı meselelerinin kesişiminde bir tartışma başlar. Tasarı, 1 Temmuz 1908 ile 31 Aralık 1923 arasındaki Hazine’nin bütün borçlarının ödenmesine ilişkindir. Meclis sıralarından Ermenilere ve Rumlara ödeme yapılmaması yönünde yorumlar dile getirilir. Encümen Reisi Hasan Fehmi Bey, “maddeden maksat tehcir ve tegayyüp eden [kayıp olan] Rumların ve Ermenilerin tekâlifi milliye ve harbiye mazbatalarını mahsup etmemektir” diyerek kanunun ruhunu açıklar. Devamla Hasan Fehmi Bey şöyle der: “Rumları, Ermenileri bu tekâlifi milliye mazbatalarının bedellerinden müsrefit etmemek [yararlandırmamak] için bir çare düşünüldü. Fakat buna açık olarak Rum ve Ermeni diyemezdik. Muhtelif şekiller ve formüller yazıldı. Muhtelif şekiller üzerinde tetkikat yapıldı. Nihayet en az mahzurlu veyahut mahsursuz bu şekli bulduk.” Tartışmanın sonunda Maliye Vekilinin defterdarlara gizli bir emir göndermesi ve ilgili maddenin “yalnız Rum ve Ermenilere aittir” diye vurgulaması Meclis’te kabul görür. Ulus-devletin makbul vatandaşlarına yapılan geri ödemeler 1929’a kadar devam eder. Yani, Tekâlif-i Milliye’ye dair geri ödemelerin düzenlenmesinde de ulus-devletin devlet aklı belirleyici olur.

Şimdi Erdoğan’ın neden bağış kampanyasını Tekâlif-i Milliye emirleri üzerinden gerekçelendirdiği sorusuna geri dönebiliriz. Öteden beri Erdoğan ve AKP kurmayları için tek-parti dönemini eleştirmek, kendi dünya görüşlerini şekillendirmede önemli bir unsur. Bu eleştirilerde çoğu zaman İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemi hedef alınıyor. Atatürk’ü eleştirmeye göre Milli Şef Dönemi daha kolay bir hedef. Zaman zaman Lozan süreci eleştirilse de Kurtuluş Savaşı süreci genelde olumlu değerlendirmelerle anılıyor. 2016 “Yenikapı Ruhu”ndan bu yana Erdoğan’ın bir yandan Mustafa Kemal’i daha sık olumlu şekilde andığı, diğer yandan da kendisinin başkomutan unvanını vurguladığı gözleniyor. Bu kapsamda Kurtuluş Savaşı ve tek-parti dönemi Erdoğan için hem her durumda günümüz CHP’sini sıkıştırmanın bir aracı. Kimi zaman tek-parti döneminin (kimi abartılarla bezenmiş) radikal sekülerizmi ile bugünkü CHP arasında bir süreklilik kuruyor Erdoğan, kimi zamansa Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlık ruhunu taşımamakla eleştiriyor CHP’yi. Pandemi günlerinde Tekâlif-i Milliye atfı bu kapsamda bir örnek. 

Parti-devlet dayanışmadan ne anlıyor? 

Ve muhtemelen Erdoğan ve kurmayları Tekâlif-i Milliye emirlerini dayanışma olarak hatırlatırken aslında bunun zorunlu bir vergi olduğunu biliyorlar. Bilmelerine karşın kendi kampanyalarını Tekâlif-i Milliye’yi hatırlatarak sunmaları aslında pandemi günlerinde parti-devletin dayanışmadan ne anladığını da göstermekte bize. Bu dayanışma, yani tırnak içinde söyleyecek olursak “Tekâlif-i Milliye dayanışması” içinde korporatist tınılar barındıran, haklardan çok görevleri tanımlayan, temsil ilkesinden çok güçlü liderin merkezi kontrolünü öne çıkaran bir anlayış. Başka bir ifadeyle, Ziya Gökalp’in zamanında solidarizm, yani tesanütçülük olarak tarif ettiği perspektif. Milli dayanışma kampanyasının ilk duyurulduğundaki amacı, yani yevmiye ile geçimini sürdüren kesimler başta olmak üzere, alınan tedbirlerden dolayı mağdur olan dar gelirli vatandaşlara yardım etme hedefi de ilerleyen günlerde muğlaklaştırdı. Bu yardımı devlet kaynakları üzerinden değil de bağış üzerinden yapma hedefi de tam korporatist tarzda sosyal hakları yok saymak, sağlanan desteği hayırseverliğe ve meslek örgütlerinin öncülüğündeki bağışlara bağlamak anlamına geliyor. 

Seçilmiş belediyelerin dayanışma örgütlemesini valiler üzerinden bastırmak, muhalefeti fitne olarak damgalamaya devam etmek, Türk Tabipleri Birliğini istişare mekanizmalarına dâhil etmemek, dahası salgın günlerinde bile HDP’li belediyelere kayyum atamaktan vazgeçmemek tam da temsil ilkesiyle çatışan bir dayanışma yaklaşımını göstermekte. Uzmanların sokağa çıkma yasağı çağrılarına “üretim devam etmeli” yanıtını veren; çalışan haklarını ve işçilerin sağlığını önemsemektense sektörel göstergeleri gözeten bir dayanışma yaklaşımı hâkim konumda. Bağış kampanyası gönüllülük esasına dayanıyor ama kimi kurumlardaki zorunlu maaş kesintilerinin ya da azınlık vakıflarına gönderilen bağış yazısının gösterdiği gibi kolaylıkla çizginin diğer tarafında da geçebilir. Erdoğan’ın bağış kampanyasını duyururken Tekâlif-i Milliye vergisini dayanışma olarak sınıflandırması tam da bu yüzden. Pandemi sürecinde önümüzdeki haftalar, parti-devletinin hem çözüm hem de kontrol kapasitesinin sınırlarını gösterecek. Önümüzdeki süreçte çözüm ve kontrol kapasitelerinin zorlanması durumunda, savaş metaforunun açıktan kullanılmaya başlandığını da görebiliriz.