Tek Atımlık Barut

-
Aa
+
a
a
a

 

METİN KARADAĞ- Değerli konuklar, sevgili meslektaşlarımız; hoş geldiniz. Biz bu çalışmayı hazırlarken yuvarlak masa tarzında düşünmüştük. Sonradan herkesin katılımına açık hale getirelim dedik, ama sonunda yine yuvarlak masa formuna dönüştü. Ömer Madra'yı tanıtmama gerek yok, kendisi de zaten yerinde. ÖMER MADRA- Merhabalar herkese, burada bulunmaktan büyük bir keyif alıyorum. Fakat sizin aynı keyfi beni dinledikten sonra sürdürüp sürdürmeyeceğinizi bilmiyorum; bunu peşinen söyleyeyim... Ama, çok bilinen bir deyimle korkunun pek ecele faydası yok galiba, onun için de gerçekleri konuşmak durumundayız. Durum fevkalade ciddi, ben son iki, iki buçuk sene içinde neredeyse 200'ü aşkın, belki 250'ye yakın konuşma yaptım. İlköğretim okulları da dâhil olmak üzere pek çok eğitim kurumunda konuşma yaptım ve özellikle çocuklarla konuşmayı çok önemli buluyorum. Ama giderek daralan bir zaman içinde ve çok vahim bir ortam içinde bulunduğumuzu da birbirimizden saklayacak halimiz yok herhalde. Son derece kaygı verici bir durum var ortada. Bu konuşmaları da esas itibariyle kaygı duyduğum, hem de çok kaygı duyduğum ve bunları da mümkün olduğu kadar geniş bir çevreyle paylaşmak istediğim için yapmaya çalışıyorum. Dolayısıyla, çok harika şeylerden, pembe bir gelecekten bahsediyor olmayacağız.

 

Size öncelikle "Nereden gelip nereye gidiyoruz? Azimetimiz neresi?" konusunda bir tablo sunmak istiyorum. Bu, insanlığın son 250 yılına ilişkin bir tablolar bütünü. 2006 yılında yapılmış bir kitaptan alınma bir tablo. Will Steffen ve arkadaşlarının Global Change and the Earth System adı altında 2005 yılında düzenlemiş oldukları bir tablo. Ben, Yale Üniversitesi öğretim üyesi James "Gus" Speth'in The Bridge at the Edge of the World adlı 2008 tarihli kitabından alıntılıyorum. Burada görülebildiği gibi, iklim bilimci Steffen ve arkadaşları, mümkün olduğu kadar geriye giderek 1750 yılını esas almış durumdalar. Endüstri evriminin başlangıç yılını yani. Dünyada insanoğlunun –ya da insan kızının– gezegen üzerindeki genel etkilerini ortaya koyan bileşik (kompozit) bir tablo ortaya çıkarmışlar. Yani, farklı girdileri benzer eksenler etrafında toplayarak yapılmış bir genel tablo. Şekilde görüldüğü gibi, 1750'lerde endüstri devriminin –buhar makinesinin icadı ve kömür kullanımının– başlamasından bu yana geldiğimiz noktayı, insan faaliyetlerinin dünya üzerindeki etkisini çeşitli açılardan gösteren bir tablolar bütünü aslında.

Nüfus artışının aşağı-yukarı 1900'den başlayarak, ama özellikle İkinci Dünya Savaşının ardından muazzam patlamalar yaptığını görebiliyoruz. Arkasından mesela, toplam reel gayri safi yurtiçi hasılanın da aşağı-yukarı aynı tarihlerden itibaren inanılmaz bir yükselişe geçmiş olduğunu görüyoruz ve aynı şey aslında üç aşağı beş yukarı bütün faaliyet dallarında görülüyor. Bazı konularda şüphesiz daha geriye götürecek veri olmadığı için daha geç, günümüze daha yakın başlatılıyor, ama aslında kaygı verecek şekilde, korku filmlerinin senaryolarını da aşacak şekilde tahribatta büyük bir artış, özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra korkunç bir yükseliş görülüyor. Doğrudan yabancı yatırımlar da, biraz daha geç olmakla beraber, yükseliyor; aynı şekilde bütün dünyanın sularını barajlarla kapatmak yolunda muazzam bir faaliyet gözüküyor. Mesela, su kullanımı konusunda da aşağı yukarı 1950'den sonra 2000'e kadar nasıl hızlı bir yükseliş olduğunu büyük bir rahatlıkla görebiliyorsunuz. Aynı şekilde gübre mesela... Daha günümüze yakın başlıyor ama azot üretiminin ve sentetik gübre kullanımının da inanılmaz bir yükseliş gösterdiğine tanık olabiliyoruz. Çok uzatmamak lâzım, ama bir bütün olarak bakıldığı zaman, şimdiye kadar görmediğimiz korkunçlukta bir manzarayla, insanlığın daha önce pek yaşamamış olduğu bir tabloyla karşı karşıya bulunduğumuz aşikâr. Korkunç bir kâğıt tüketimine gidilmiş mesela. Sadece kitap gelmesin akla: Elbette kitap, dergi, gazete gibi bir yığın "faydalı" meta var bunun içinde, ama muazzam bir ambalaj sanayiinin mevcut olduğunu da hiç akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Kâğıt tüketimindeki olağanüstü yoğunluğu görebiliyoruz bu grafikte ve bunun ormanlar için nasıl bir yıkıcı etki yaratmış olabileceğini de düşünüyoruz elbette. Ve tabii çağdaş uygarlıkla tamamen özdeş hale gelmiş olan, kimi zaman nedense özgürlükle de bir tutulan, ama Orwellyen anlamda tam tersi olduğu düşünülebilecek olan otomobildeki (ve diğer taşıtlardaki) korkunç yükselişi de bu tablolarda görebiliyoruz.

 

İkinci tablolar dizisinde bu sefer işin daha iklime yönelik tarafını da görmemiz mümkün. İklim biliyorsunuz bütün canlılara anlamını veren bağlam sayılabilir. Atmosfer aslında sanıldığı kadar büyük bir şey değil, bir elmaya kıyasla onun kabuğu inceliğinde birşey. Öyle bir kıyaslama yapabiliriz: dünyayı, gezegeni çok ince bir tül gibi saran bir şey. Atmosferde "sera gazı" denilen üç-dört gaz var, ama en önemlisinin karbondioksit olduğunu söyleyebiliriz. CO2 ve diğer sera gazları, atmosferde hep var. Olmasa, dünya ortalama eksi 15 derece sıcaklıkta olurdu ve bu da canlılar için pek rahat sayılmazdı doğrusu. Ama, bakıyoruz milyonlarca yıldır böyle gittikten sonra, birden 1750'den sonra artmaya başlıyor ve günümüze doğru korkunç hızlı bir yükselme gösteriyor bu sera gazları. İnsanlığın aşağı-yukarı 100 - 200 bin yıldır bildiğimiz insan olarak ortalıkta dolaştığı kabul edilebilirse, onun sadece 10 bin yıldan beri, yani toplayıcı ve avcılıktan tarıma ve yerleşik düzene geçmesinden başlayarak atmosferde bir kirlenme yarattığı gibi tuhaf bir gerçekle karşı karşıyayız. Ama asıl tuhaf ve vahim olan, 1750'den, özellikle 1980 ortalarından itibaren atmosfere akıl almaz bir yoğunlukla sera gazı boca edilmesi olayı: Tablodaki grafikten rahatlıkla görebileceğimiz bir karbondioksit emisyonu var ortada.

Ozon tabakasındaki incelme meselesinin halledildiğini zannediyoruz genel olarak ve maalesef fena halde yanılıyoruz. Ozon "deliği" denen şey, belki de kâinatın en acayip olaylarından biri: Çünkü zaten doğada mevcut olmayan, doğal olmayan kul yapısı olan bir gazın atmosferin dokusunu tahrip etmesiyle sonuçlanan bir macera. Tamamen endüstriyel üretimde kullanılan kloroflorokarbon gazları General Motors'da çalışan bir mucit - mühendisin buluşu. Ozon tabakasındaki incelmeye işte buzdolaplarından, spreylerden kaçan bu gaz sabap oluyor. Ama, şekilde de görüldüğü gibi, 1987'de yapılmış olan Montreal Protokolü'nün uygulanmasından sonra önemli ölçüde düzelme göstermesine, daha doğrusu düzelme vaad etmesine rağmen, halen tehlike devam ediyor. "İnşallah 50 yıl içinde düzelecek" deniliyor, ama bakalım... Yani, tek bir gazın üzetimiyle insanoğlu aslında ozon tabakasını yok edebilecek duruma gelebiliyor!

 

Grafiklerden bir diğeri kuzey yarıkürede ortalama yeryüzü sıcaklıklarını gösteriyor. Burada biraz dalgalı bir artış olduğunu görebiliyoruz. Ama özellikle İkinci Dünya Savaşından, 1950'den sonra çok keskin bir eğriyle yükseldiğini, fakat sonradan, 1970'lerde bir miktar iniş gösterdiğini görüyoruz. Sıcaklık artışında bir iniş var, evet, ama bu bizi rahatlatmasa iyi olur, çünkü maalesef yanıltıcı: Grafikteki bu iniş başka bir sebepten dolayı. Burada "maskelenmiş" bir durumdan bahsediyoruz. Evet, ortalama yeryüzü sıcaklığı tablosu 1970'lerden itibaren düşüş gösteriyor, ama bunun sebebi maalesef ironik: Kirlenmenin artmasından meydana geliyor. Aerosol denilen parçacıkların, yani is ve kurum gibi havada asılı kalan parçacıkların etkisi bu. Parçacıklar güneş ışınlarının penetre etmesini, dünyaya inmesini bir ölçüde engellediği için, bir süre serap gibi geçici serinleme durumu oluyor. Yani, aslında kirlenmeyi önlediğimiz; kurum vesaireyi ortadan kaldırdığımızda sıcaklığın oldukça hızlı bir şekilde artacağından emin olabiliriz. Nitekim, çevreci bilincin yükseldiği 1970'lerde alınan tedbirlerden sonra birçok ülkede bu oldu. Başta ABD'de. "Clean Air Act" dedikleri Temiz Hava Yasasının çıkmasıyla beraber, sıcaklığın oldukça hızlı bir şekilde arttığı, dünyanın diğer bölgelerindeki sıcaklık artışı tablolarına yetiştiği, hatta kimi zaman onları aştığı da görülüyor.

 

Ortalama yeryüzü sıcaklığı şu anda belki de bir milyon yıldan beri yeryüzünün gördüğü en yüksek seviyeye ulaşmış durumda... Bu en önemli tablolardan birini oluşturuyor ve işin kötüsü bunun sonu gelecekmiş gibi de görünmüyor... Arkasından gelen tabloya, yani 10 yıllık periyotlardaki sel sıklığı tablosuna bakarak sellerin hem şiddet, hem de sayısında dünyanın her tarafında büyük bir artış olduğunu görmemiz de mümkün. Sonraki tabloda çok vahim olan bir başka şey görülüyor: tümüyle tüketilmiş balık alanlarını gösteren bu tabloda okyanus ekosistemlerinin ne hale gelmekte olduğunu görüyoruz, grafik adeta tavana çıkıyor; balık nüfuslarında çöküş tam yani.

 

Çok ciddi bir sorun yaratacak tablolardan biri de kıyı şeritlerinin durumu: Biyokimyasal etkiyi, yani azot akışını, gübrelerin nehirlerle birlikte denize taşınıp akmasını gösteren bir tablo bu. Bu yolla, okyanuslarda "ölü bölge" diye adlandırılan, oksijenden yoksun olan ve birtakım yosunların, alg'ların dışında hiçbir canlının yaşamasına imkân vermeyen bölgeler oluşuyor. Dünya üzerinde böyle 200'ü aşkın sayıda ölü bölge oluşmuş. Bunlara yol açan şey de hayat tarzımız! Ekip biçmemiz, yiyip içmemiz. Tarımın bu şekilde, entansif ve bol sentetik gübre kullanarak yapılmasından meydana gelen bir etki bu. Bir başka tablo dizisinde ise yer ekosistemlerinin topyekûn çöküşe gidişi görülüyor.

 

İşte, 1700 yılları ortalarından itibaren başlayan ve günümüze kadar gelen bir yıkım tabloları zinciri. Hangisinin ötekinden daha önemli olduğunu kestirmekte zorlandığım bir tablolar dizisi bu. Herhalde en ciddi olanlardan biri de özellikle yağmur ormanlarının durumu. Bütün gezegen için gerçekten hayatî önem taşıyan yağmur ormanı denilen bu ekosistemlerin ortadan kalkma hızı korkunç. Oradan bir başka tabloya, arazi kaybının görüldüğü bir tabloya geçiyoruz ki, Jared Diamond adlı coğrafyacı-antropolog, ("Tüfek Mikrop Çelik" kitabından bildiğimiz çok önemli bir düşünür) yeryüzünün dört bir tarafında kurulmuş medeniyetlerin en büyük çöküş sebeplerinden biri olarak ormansızlaşmayı gösteriyor bize. Hepimizin bildiği o ilk medeniyetler, örneğin Sümer Medeniyeti ya da yeryüzünün ilk büyük imparatorluğu Akadların sonu nasıl gelmiş? Jeolojik zaman açısından son derece kısa, bir ya da iki yüz yıl gibi göz açıp kapayıncaya kadar bir süre içinde pek b.üyük bir iz bile bırakmadan neredeyse dünyadan yok olmalarının, adteta buharlaşmalarının en önemli sebebi, ormansızlaşma ve kuraklık! Hatta Jared Diamond bu konuda ilginç bir metafor kullanıyor. Pasifik'te Paskalya adasının ve orada oturan ahalinin durumunu günümüz dünyasına benzetiyor. Adayı modern çağda ilk "keşfedenler" galiba Hollandalı denizciler olmuş: Buldukları zaman Paskalya Adasında büyük heykeller var, stilize insan başları. Bunların nasıl inşa edilip bütün adaya dağıtıldığı ise tam bir muamma. Çünkü araç kullanmadan taşınmasına, oradan oraya nakledilmesine pek imkân olmayan çok ağır, devasa taş parçaları bunlar. Öte yandan, hiç ağaç yok ortada. Ağaç olmadan sıruf köle emeğiyle de taşınabilecek bir kalabalık nüfus da saptanmamış. Çünkü, ada nüfusu en yüksek sayıya ulaştığı zaman 20,000-25,000 kişiyi zor buluyormuş. Fakat heykelleri adanın her tarafına bir güzel taşımayı başarmışlar.

Diamond işte bu durumu, günümüze çok uygun bir metafor olarak önümüze getiriyor. Dünyanın en büyük palmiyeleri bir zamanlar o adada yetişirmiş. Bunlar karbon testleriyle tespit edilmiş: 2 metre çapında genişliği olan dev palmiyeler yetiştiğinden bahsediliyor. O adaya özgüymüş bu dev ağaçlar, başka bir yerde rastlanmamış. O ağaçlarla taşınmış heykeller de tabii. Ama bu ağaçlardan bugün bir tane bile yok, yerinde yeller esiyor. Peki nasıl olmuş? Nereye gitmiş o koca ağaçlar? Sonunda anlaşılıyor ki, ada sakinleri zamanla 12 kabileye ayrılmış. Bugünün uluslarına benzetilebilir, Diamond öyle bir analoji yapıyor. Sonra kabileler birbirleriyle bir heykel dikme yarışına girmişler. Diamond, bu dev heykellerle gökdelenler arasında da bir paralellik çekilebilir diyor. Paskalya adası yerlileri daha sonra rekabetin bir başka aşamasına geçmişler: Birbirleriyle heykel dikme yarışından vazgeçip, "öteki"lerin heykellerini kırmaya girişmişler. "En büyük heykel, bizim heykel" diyorlardı herhalde. Bunda da günümüzün savaşları analojisini yapabiliriz. Heykelleri işte o ağaçların üzerinde yuvarlayarak ya da ağaç liflerinden yaptıkları iplerle çekerek taşımışlar. Ayrıca, oldukça ileri bir medeniyet de kurmuşlarmış. Dünyanın en büyük kümeslerini geliştirmişler, yani önemli bir kümes mimarisi yaratmışlar. Taş kümes mimarlığı! Çok enteresan bir uygarlık... Ama, sonra "âniden" yıkılıvermiş. Son ağaç da kesildikten sonra, bu insanlar kelimenin gerçek anlamında birbirlerini yemişler, yamyamlığa geçmişler ve olay bitmiş... Jared Diamond da "günümüzle çok fazla paralellik var," diyor. Çünkü onlar da kaçamamışlar. Çok uzakta, okyanusun ortasında bir yerdeler ve gidecek başka bir yerleri de yok. "Tıpkı uzayın ortasındaki bir küçük gezegende yaşayan insanlar olarak başka gideceğimiz hiçbir yerin olmadığı gibi," diyor.

 

Son olarak, elimizde biyolojik çeşitliliği gösteren bir tablo var. Hangisinin daha önemli olduğunu bilemediğimi söylemiştim, belki de en önemsiz gibi görünüp aslında tam tersi olan bir durum da bu sonuncu: yeryüzünde yaşayan canlı türlerinin, bitki ve hayvan türlerinin hızla azalmaları, ortadan yok olmalarında görülen akıl durdurucu hız, o da aşağı-yukarı aynı tarihlerden, 1950 civarından itibaren oldukça düzgün bir eğri izliyor. Türler topyekûn yok oluşa gidiyor ve 2050'ye kadar da tüm canlı türlerinin ¼'ünün yok olacağı tahmin ediliyor. E. O. Wilson gibi büyük bir biyolog söylüyor bunu. Tabiî, başka türlerin ortadan kalkması ihtimali, bütün türlerin şu ya da bu şekilde son derece karmaşık bir şekilde birbiriyle bağlantılı olduğu bir dünyada âlemin (creation) topyekûn çöküşü ihtimalini de çok yakınlaştırıyor. Çünkü, biri olmadan ötekinin yaşaması çok zor, hatta imkânsız. Her ne kadar "insan dışındaki her şey gidebilir, biz  kendi başımızın çaresine bakarız," gibi bir anlayışımız varsa da bu doğru değil maalesef.    

    

Bir de "ulusal" tablo vereyim bu küresel tabloyu tamamlamak üzere: Sera gazı salımlarında küresel ısınmaya katkıda ülkelerin ne ölçüde katkıda bulunduğu konusunda BM'nin hazırladığı son listede Türkiye dünya rekoru sahibi görünüyor.. Pozitif bir rekor değil bu tabii, negatif. Türkiye, şekilde görüldüğü gibi, inanılmaz bir farkla başı çekiyor. 1990'la 2006 yılları arasında Türkiye'nin atmosfere boca etmiş olduğu karbondioksit ve diğer sera gazlarındaki artış hızı oranı, belki de dünyada birinci: Yüzde 95'ten fazla! Bu listede sadece OECD ülkeleri yer alıyor, Çin ve Hindistan gibi ülkeler yok; ama, bilebildiğim kadarıyla Türkiye'nin onlardan da hızlı, yani dünya birincisi olduğunu  söylememiz mümkün. Zaten bazı haberlerde de o şekilde çıktı. "Türkiye atmosferi kirletmekte rekor kırdı!" diye. Deutsche Welle ya da CNN Türk "atmosferi kirletmekte dünya şampiyonu olduk" diyorlardı. Bu çok vahim bir durum!

Aynı listede bazı ülkelerin bu grafikte eksi kısımlarda olduğunu görüyoruz. Özellikle Letonya, Estonya, Litvanya gibi doğu Avrupa ülkeleri ve Ukrayna, onların üzerinde Belarus'ta böyle, yani sera gazı salımları azalmış. Ne var ki, onların da "kahır yüzünden lütuf" diyebileceğim bir şekilde eksi oldukları görülüyor. Artış değil, eksilme oluyor, ama bunun sebebi Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte Doğu Bloku'nun çöküşü, Sovyet İmparatorluğu'nun ortadan kalkması ve bütün sanayilerinin durması… Dolayısıyla, yüzde 5 gibi aslında herkesin hayal ettiği –ve Kyoto Protokolü'nün öngördüğü– bir emisyon kısılmasını istemeden meydana getiriyorlar, istemeden kısıntı yapmış oluyorlar! Ama şu sıralarda Türkiye'de Enerji bakanı, Çevre bakanı, hatta Başbakan da zaman zaman atıf yapıyorlar: "Türkiye 'masum' bir ülkedir, çevre kirletmekte ciddi bir payı yoktur!..." şeklindeki cümlelerinin pek doğru kabul edilmemesi gerektiğini de belirtmemiz gerekiyor. Türkiye müthiş bir hızla salımda bulunuyor: Buna sanayileşme, gelişme diyebilirsiniz ya da başka bir ad verebilirsiniz, belki çok gelişiyordur, ama aynı zamanda da dünyayı küresel ısınmaya mahkûm eden en hızlı katkısı da Türkiye'den geliyor, bunu da unutmamak lazım. Türkiye'yi listede takip eden ülkeye bakarsanız, ikinci sırada yüzde 57 ile İspanya'yı görürsünüz: Türkiye'nin altında, ama neredeyse yarısı kadar. Bir de şu var: Gelecek yıl rakamlar yayınlandığı zaman kuvvetle tahmin edilebilir ki, Türkiye'nin salım artış hızı yüzde 100 bile olabilir! Bunu bekliyor olacağız. İş aslında bayağı kötü yani. Size göstereceğim iç karartıcı tablolar şimdilik bu kadar.

 

Burada bir-iki rakam daha vermek istiyorum. Durumun vahametinin herhalde hepimiz farkındayız. Bu tablolarda özellikle 1950'den sonra akıl almaz bir hızla kötüleşme olduğu görülüyor. Neredeyse 90 derecelik bir yükseliş gösteriyor grafikler. Bu gidişle, 2050'ye kadar bu grafik eksenleri uzatamayacağız, tablonun dışına çıkacaklar. Bu herhalde herkes için aşikâr olmalı. Tabii şu da olabilir,  ben çok yanılıyor, yanlış okyorumdur. Ama 1750'den başlayan ve 2000'de kesilen şu tablolardaki eğrilerin 2050'yi görmesinin imkânsız olduğunu okuyorum ben şahsen. Eğrilerin delip çıkması lâzım grafik eksenleri!

Peki, ne kadar ciddi? Yale Üniversitesi Ormancılık ve Çevre Fakültesi Dekanı olan 40 küsur yıllık çok deneyimli ve yaratıcı çevreci James Gustave "Gus" Speth'e bakalım.  Aslında önemli bir hukukçu kendisi yanılmıyorsam. 2008 sonlarında yayımlanan kitabı The Bridge at the Edge of the World adını taşıyor. Dünyanın kenarındaki köprüde tutunmaya çalışıyoruz demeye getiriyor yani. Kitabın alt başlığı da "Kapitalizm, Çevre ve Krizden Sürdürülebilirliğe Geçiş". Gus Speth gibi son derece ağırbaşlı, itidalli sayılan bir adamın kendisi böyle bir kitabı yazınca, dünyadaki pek çok insan da titreyip kendine döndü denebilir. Çünkü, son tahlilde, sadece eylem diyor. Bu son derece önemli. ABD Başkanlarından James Carter'ın çevre danışmanı olan, hani muhafazakâr demesek bile, radikallikten oldukça uzak bir adam. Meseleyi kitabında şöyle anlatıyor: "Gezegenin iklimini ve bütün iklimiyle beraber canlılar âlemini de yok etmek ve çocuklarımızla, torunlarımıza tamamen yıkılmış, harap olmuş bir dünya bırakmak için ne yapmamız gerekiyor, ben size söyleyeyim." Bunu şöyle önemli bir rezervle söylüyor üstelik: "İnsan nüfusunda hiçbir artış olmadan ve dünya ekonomisinde de hiçbir büyüme olmadan, (yani yüzde sıfır ekonomik büyüme ve sıfır kişi nüfus artışı ile) dünyayı yıkmak için ne yapmamız gerekir diye sorarsanız, tamamen bu gittiğimiz yönde devam edelim, yeter!" diyor. Bu "business as usual", yani "böyle gelmiş, böyle gider" senaryosu dedikleri şey. Özetle, şu ana kadar ne yapmışsak, nasıl yaşamışsak, otomobillere binerek, tatile çıkarak, ticaret yaparak, endüstriyel faaliyetlerde, turistik gezilerde vb bulunarak yaşamamız demek oluyor. Sadece biraz önce görmüş olduğumuz korkunç oranlarda karbondioksit vb sera gazlarını salmaya devam edelim ve eko sistemleri, doğanın tüm balıklarını, bitkilerini, ormanlarını yok edelim. Tabii yangınların ne kadar arttığı gibi detaylara hiç girmeyeceğiz burada, toksik kimyasalları vb de...

 

Yalnız tabii, ufak bir detay var; o da şu: Nüfus, durmak bir yana müthiş oranlarda artıyor. 2050'de 9 milyar olacağı tahmin ediliyor dünya nüfusunun. (Şimdi 6.7 milyar) Ve de ekonomiler de dramatik bir şekilde büyüyor. Son resesyon tartışmalarına bakarsak, beklendiği kadar büyüme olmayabilir. Ama şöyle de bir rakam veriyor Gus Speth. 1950 yılına kadar, yani o tablolardaki büyük yükselişin başladığı noktaya varıncaya kadar dünya toplam gayri safi hasılası 7 trilyon dolar civarındaymış –bugüne göre düzeltmeler yapıldıktan sonra. Oysa, 1950'den sonraki süreçte, yani şu anda içinde bulunduğumuz dünyada her 10 yılda bir zaten 7 trilyon dolar daha büyüyor! Dolayısıyla, bugünkü büyüme hızları devam ettiği sürece sadece 14 yıl içinde ekonominin iki katına çıkacağı gibi bir akıl almaz bir durumla karşı karşıyayız. Gustave Speth "bu olamaz, böyle devam edemez" diyor. Aklını kullanmaya çalışan her insanın da söyleyebileceği gibi. Biz de ekleyelim; Şair Ziya Paşa'nın söylediği gibi, "idrak-i meali bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez." Hayatımızın en temel gerçekliği ise bu iki büyümeye artık ayak uyduramayacağımıza ilişkindir.

 

Öte yandan, bugünün çevresel gerçekliği başka iki gerçeklikle de çok bağlantılıdır. Biri, muazzam bir sosyal eşitsizliktir. Bu, bütün dünyada artarak devam ediyor… İkincisi de de müthiş bir erozyondur: Yönetim, yönetişim ve demokrasinin (yani halkın kendi kaderini tayin etmesi anlamındaki demokrasinin) gidişatında da müthiş bir çürüme, yozlaşma ve çöküş var. Dolayısıyla artık bizim yeni bir söz, yeni bir düşünce, yeni bir ethos, ve yeni bir hayat tarzı bulmamız, bunu yaratmamız gerekiyor.

Biraz önce bir mimar arkadaşımız, salona girmeden hasbıhal ederken 15 yaşındaki kızının bir amaç eksikliği içinde olduğunu söylüyordu. Bence amaç değil aslında eksikliği duyulan şey; bu içinde bulunduğumuz şartlarda tek bir amaç olabilir: Ayakta kalmak. Bir daha başka bir kuşak olmayabilir çünkü. O 15 yaşındaki kızımızdan sonraki bir kuşağı görmemesi çok muhtemel dünyanın… En azından bugünkü haline benzer bir dünya görmeyeceğimiz şüphesiz. O yüzden de başka bir amacımızın olması bence mümkün değil. Çevresel olarak da, toplumsal olarak da, siyasi olarak da tek bir amacımız olabilir ancak; o da bu gidişata dur deyip yaşanılabilir, barınılabilir bir gezegeni çocuklarımıza bırakmaktır. Benim torunum var 8 yaşında ve o oy kullanacak yaşa geldiği zaman artık belki de iş işten geçmiş olabilecek. Son atımlık barutumuzu kullanıyoruz. Bu gerçekliğin bizi etkileyebilmesi için nasıl bir felaketin başımıza gelmesi gerektiğini bilmiyorum, ama belki İstanbul gibi, New York gibi, Londra gibi bir şehrin sular altında kalması ya da korkunç bir çölleşmeyle, mesela ağır bir susuzluk ve açlık tehlikesinin bu bölgeleri vurmasıyla birdenbire fikrimizi değiştirebiliriz tabiî, ama geç kalmış da olabiliriz pekala.

 

Şöyle bir gerçeklik: muazzam bir çevre hareketi var dünyada, özellikle Amerika'da her zaman olduğu gibi en kötülerle en iyilerin genellikle bir arada barındığı bir ülke biliyorsunuz Amerika Birleşik Devletleri. Örneğin, dünyanın en iyi iklim bilimcileri, en iyi düşünürleri orada; en büyük demokrasi de hâlâ orada beğensek de beğenmesek de… Oradaki doğan çevre hareketi mensupları da mesela, belki yeni seçilen başkanın görev süresinin ilk 100 günü içinde bir milyon kişilik bir yürüyüşü gerçekleştirebilirler; onun peşindeler. Yeni başkana "burada duralım artık ve barınılabilir bir dünyayı bize bırakman için gerekli bütün şeyleri yapalım" diyecek ve bunun başını çekecek insanların yaş ortalamasını söylersem bayağı etkilenebilirsiniz. Energy Action diye bir şemsiye grup var meselal. 40 küsur gençlik örgütünün bir araya geldiği, bunun üç seneden beri başında olan bir kız çocuğu var, 23 yaşında, yani 20 yaşında öncülüğe başlamış durumda. Aslında 2003'te başlamış işe Irak Savaşına mukavemeti internet üzerinden örgütleyip şimdi de çevre meselesine geçmiş. Bunlar da tabii çok önemli, bu bir milyon kişilik yürüyüşün yani Amerika'daki meclise gidecek olan yürüyüşün örgütleyicilerinden biri de o bir hayli ağır başlı dekanımız Gus Speth oluyor.

 

Dünyada farklı türden bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var. Genç çocuklar bizi suçlamakta çok haklı olabilirler. Benim yaşındakileri suçlamalarından bahsediyorum, ama suçlamıyorlar da yazık, çünkü meseleyi fazla bilmediğimizi de biliyorlar. Kendilerinden önceki kuşak refah için yaptı bunu, kötü niyetle yapmadı. 250 yıl önce buhar makinesini icad edip kömür kullanmakla başladılar işe. Sonra bu, petrol ve doğalgazla devam etti. 1950'den beri olan serüveni ise biraz önce tablolar halinde gördük. Korkunç bir yıkım tablosu bu, ama en azından yakın zaman öncesine kadar bunun böyle olduğunu bilmiyorduk. Zenginleşmek iyidir diye düşünüyorduk. Gerçekten büyük bir refah da getirdi fosil yakıtlar, büyük bir medeniyet. Ama artık biliyoruz. Bundan sonra eyleme geçmemek çok ağır bir sorumluluk almak demektir. Altından öyle kolay kolay kalkılacak bir sorumluluk değildir. Hatta hiçbir şekilde altından kalkılabilecek bir şey değildir. Bundan sonraki kuşak ise bunu biliyor, çok iyi biliyor, ama elinde bunu değiştirecek güç kalmayacak.

Son atımlık barut meselesini biraz daha açarsak, şöyle birkaç şey daha söyleyebiliriz. Aslında ana meseleyi anlatmaya çalıştım, ama biraz vahşi birkaç detay daha var, onları da eklemeliyim. Çevreci yazarlar, gazeteci ve aktivist George Monbiot "Çok geç oldu dersek bunun çok geç olmasını garantilemiş oluruz" diyor. "Artık hiçbir şey yapılamaz demek, artık hiçbir şey yapılamayacağının garantisini vermek olur". Yeni bilimsel veriler karşısında zor durumda kalıyoruz," diyor Monbiot. Adı IPPC diye kısaltılan uluslar arası iklim kuruluşu geçen seneki raporunda insanlığın küresel ısınmadan tamamen sorumlu olduğunu belirtti. Kuzey kutup bölgesindeki yaz buzu giderek eriyor ve ortadan kalkıyor biliyorsunuz. Son 10 yılın 5'i dünyada gelmiş geçmiş en sıcak 5 yıl oldu. Artık bunun herhangi bir tartışılacak tarafı yok ve kuzey kutbu da eriyor, buz denizi ortadan kalkıyor. Bir önceki rapor bunun 100 yıl sonuna kadar olabileceğini söylüyordu. Hatta Al Gore'un "Uygunsuz Gerçek" diye tercüme edilen filminde de bu olay için 2070 yılı öngörülüyordu. Daha film vizyona çıkalı 3 sene olmadan durum tamamen değişti. Son olarak bir araştırma kuruluşunun derlediği bilgilere göre 3 ila 7 yıl içinde tamamen kutupsuz, tek kutuplu bir dünyaya geçmemiz ihtimal dahilinde. Sadece yazları tabii, ama bu aklın hayalin alamayacağı bir gerçeklik, çünkü belki de milyonlarca yıldır gezegen hiç böyle bir şey görmedi. Uzaydan, uydudan çektiğiniz zaman fotoğrafını artık çocuklara mesela, iki kutuplu bir gezegen diye tarif edemeyeceksiniz ya da tarif ederseniz coğrafya dersinde en azından çakacaksınız. Çünkü öyle olmayacak.

Bu, dünyaya bir büyük göktaşı çarpması kadar vahim bir şey. Neden öyle olduğunu da söyleyelim. Aslında Kuzey kutbu deyince sürekli olarak insanın aklına kutup ayıları geliyor. Bizim radyonun 28. yayın dönemi yayın akışının da kapağına bir karesini koyduğumuz çok ilginç bir film var, herkese onu tavsiye ederim. Leo Murray adlı bir sanat öğrencisinin yaptığı "Uyan, Kafayı Ye ve Sonra da Aklını Başına Topla" adlı bu film "Ayıları filan unut, onlarla değil, bizimle ilgili bir mesele bu" diye başlıyor.

 

Ayrıca, çok saygın bir bilimsel dergide de (Geophysical Research Letters) iç karartıcı bir rapor yayınlandı. Buzlar eriyince koyu renk deniz ya da kara çıkıyor tabii altından ve bu da gezegenin kaderini karartan bir gerçek. Buna albedo etkisi diyorlar. Aslında "artı geri besleme" (positive feedback loop) dedikleri hikâye. Bembeyaz bir yüzey oluşturan buzlar güneş ışınlarının yüzde 80'ini yahut yüzde 85'ini geri yansıtırken, sıcaktan dolayı eriyince altından çıkan lacivert okyanus suları da tamamen tersine dönüp yüzde 60'ından fazlasını emmeye başlıyor güneş ışınlarından gelen sıcaklığın. Bu korkunç şekilde ısınmayı artırıyor. Yansıtıp soğutmaktan, emip ısınmaya geçiyor yani. Tam bir kısırdöngü. Artı geri besleme mekanizması geri döndürülemez sonuçlara yol açıyor.

 

Bunun bir berbat tarafı da şu: Sibirya'da ve Alaska'da Permafrost diye adlandırılan sürekli donmuş toprak tabakaları var. On bin küsur yıldan beri, en azından son buzul çağından beri orada duran yarı donmuş bir tabaka var. Bu toprağın içine gömülü fosiller, tundra denen bitki örtüsü vb. var… Sibirya'da, Alaska'da erime başladığı zaman bilebildiğimiz en tehlikeli sera gazlarından biri olan metan –bildiğimiz doğalgaz– açığa çıkmaya başlıyor. Aslında, küresel ısınmaya yol açan karbondioksitten 20 küsur kat daha tehlikeli olan metan gazı orada hem okyanusların dibinde, hem de işte permafrost denilen bu sürekli donmuş toprak tabakasının içinde soğukta ve basınç altında hapsolmuş durumdayken ısınmayla birlikte açığa çıkacak. Bu, bir ihtimal de değil, gerçekleşmeye başlamış bile. Arktik permafrost denilen kuzey kutbundaki bölgede bütün dünya atmosferinde barınan miktarın iki katı karbon var! Metan bazı yerlerden öyle büyük bir güçle fışkırmaya başlamış ki artık kışın bile donmayan kuzey buz gölleri var. Kışın kutup dairesi içinde donmayan göller! Böyle bir şeyi düşünmek bile istemezsiniz herhalde! Ama oluyor ve sadece kuzey kutup bölgesinde kontrolden çıkan iklim bile bütün dünyayı yeni bir iklim durumuna sokabilecek ve bir daha yeryüzünde hiçbir zaman geri gelmeyecek bir noktaya birdenbire getiriverecek. İşin daha da berbat tarafını söyleyeyim: Küresel iklim değişikliği konusunda son onbeş-yirmi yıl içinde geliştirilmiş bilimsel senaryoların bir tanesinde bile metanın yapacağı etki, bilgisayar hesaplamalarına, projeksiyonlarına, modellemelerine alınmamış, çünkü alınamıyor. Tahminî olarak biliniyor tabii ama ne kadar büyük bir hızla permafrost çözülecek diye bir olayı hiç kimse modellemeye koyamıyor. Ama bu metan patlaması olursa, hakikaten son çıkanın ışığı söndürmesi durumuyla karşı karşıya kalacağımız kesin. Burada tek yapılabilecek şey, eğer çok geç kalınmadıysa, sadece total bir enerji yenilenmesi gezegeni kurtarabilir. Kömüre tamamen son verilmesi, bir tek yeni kömür santralinin bile yapılmaması, moratoryum ilan edilmesi gerekiyor. Eğer teknolojiniz onun içindeki karbonu çıkarıp gömmeye yetecek bir durumda değilse, yeni kömür yakıtlı santral yapmak yıkıma imza atmak demek. Karbonun yakalanım gömülmesi teknolojisi için ar-ge yapılması gerekiyor. Bu teknolojinin geliştirilmesinin en erken 20 yılda mümkün olacağı söyleniyor, ama ne yazık ki 20 yılımız yok.