Medya Konuşmaları XXII: Avustralya'dan Bir Kamu Yayıncılığı Örneği

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugün iki konuğumuz var; Avustralya’da yayın yapan , SBS (Special Broadcasting Service) Radyosu'nun Türkçe yayınlar  Sorumlusu Ayşe Kemikoğlu ve aynı Bülent İbrişim. Ayşe Kemikoğlu, Radyo'nun Sydney bürosunda, Bülent İbrişim ise Melbourne'de görev yapıyor. Hoş geldiniz. Medya Konuşmaları’nın, "kamusal yayıncılık nasıl yapılıyor, nasıl yapılmalı ve medyanın topluma karşı sorumluluğu, limitleri nedir?" şeklinde özetleyebileceğimiz genel bir çerçevesi var. Sizlerle de bunu, derli toplu olarak tekrar konuşmak istiyoruz.

 

Ayşe Kemikoğlu: SBS, Special Broadcasting Service, -“özel yayıncılık hizmeti” diye çevirebiliriz-, 1975’te kurulan bir radyo. 7 dilde yayın yapmak üzere kurulmuş, bu dillerden bir tanesi de Türkçe. Kurulma nedeni toplumda bu dilleri konuşan kesimleri, Avustralya’nın politik, sosyal ve kültürel hayatına katabilmek. Amaç, asimile etmek değil, adapte etmek.

 

Bülent İbrişim: Entegrasyon, yani Avustralya toplumu ile bütünleşmesini kolaylaştırmak.

 

AK: Bu amaçla kurulmuş. Daha sonra çok profesyonel bir düzeye gelmiş ve bugün, İngilizce de dahil olmak üzere, 68 dilde yayın yapıyor. SBS, toplumdan gelen talep üzerine, devlet tarafından kurulmuş, devletin fon ayırdığı bir radyo.

 

ÖM: Kaynaklarını doğrudan doğruya devlet mi sağlıyor?

 

AK: Evet.

 

ÖM: Vergilerden alınan bir pay yok öyle mi?

 

AK: Tabii, vergilerden alınan bir fonla radyonun giderleri karşılanıyor. Sydney ve Melbourne kardeş radyolar zaten; bir tane Sydney’de var, bir tane de Melbourne’da var. Şimdi ulusal çapta yayın yapan epey profesyonel bir radyo oldu. Benim ilk başladığım yıllarda çok farklı bir yapısı vardı, şimdi öyle değil, çok  büyüdü.

 

ÖM: Yayın sırasında hangi kısıtlamalara tabi hissediyorsunuz kendinizi, özgürlük problemi var mı yok mu?

 

Avi Haligua: Az önce “politik, sosyal ve kültürel hayata entegre etmek” dediniz, yayıncılık anlamında, entegrasyonla asimilasyon arasındaki temel fark nedir?

 

Bİ: 1973 yılında iktidara gelen işçi partili Gough Whitlam yönetiminde, çok kültürlülük bir devlet politikası olarak benimsendi. Bunun da temel kurumlarından biri olarak SBS Radyo ve Televizyonu'nun, öncelikle de radyonun kuruluşu hedeflendi ve kuruldu. Çok az sayıda dille yayına başladı. Avustralya’nın tarihine baktığımız zaman, uzun süre “beyaz Avustralya” politikasının  hakim olduğunu görüyoruz, ama Gough Whitlam hükümetiyle birlikte, çok kültürlülük politikasının devreye girmesinin sonucunda, asimilasyon politikası terk edildi ve onun yerini entegrasyon diyebileceğimiz, bütünleşme diyebileceğimiz bir politika aldı. Çok kültürlülük politikası devreye girdikten sonra SBS buna hizmet eden bir kurum olarak oluşturuldu. SBS’nin en önemli kuruluş amaçlarından birisi de, özellikle göçmen toplumları, etnik grupları -esasında beyaz Avustralyalılar da göçmen, ama daha sonradan gelen grupları diyelim- bilgilendirmek, onlara hak ve sorumluluklarını tanıtmak, yasaları, Avustralya’nın kurallarını öğretmek, aynı zamanda da kendi dillerini, kültürlerini korumaları ve geliştirmeleri konusunda bir olanak sağlamak. Bu bağlamda asimilasyondan tamamen farklı. SBS Radyosu, toplumdaki tüm kesimlerin, Avustralya toplumuna uyum sağlarken, kendi kültürlerini ve dillerini de unutmamaları ve özellikle İngilizce bilmeyenlerin de, hem kültürel, hem sosyal anlamda Avustralya’nın yaşamını her alanda izleyebilmeleri amacıyla bir görev üstlendi.

 

ÖM: Avustralya dünyada en fazla göç alan ülkelerinden biri, belki de birincisi.

 

Bİ: Kanada ile yarışıyor.

 

AK: 220-225 yıllık beyaz yerleşimi başlangıç olarak alırsanız.

 

ÖM: SBS’de, göçmenlerden önceki, Avustralya’nın asıl sahibi, 30-40 bin yıllık bir tarihten beri orada yaşamakta oldukları bilinen Aborijinler, için özel bir asimilasyon ya da entegrasyon politikası var mı?

 

AK: Asimilasyon politikası denemez, adını öyle koymak biraz zor.

 

Bİ: Asimilasyon politikası resmi anlamda yok, 1970’lerden sonra terk edildi.

 

AK: SBS’in bir eğitim programı çerçevesinde söylemişlerdi,1969 yılında, yazılmış bir metinde, Aborijinleri “Aborijin” demeden tanımlamak için, “kısa boylu, çarpık bacaklı, kıvırcık saçlı” gibi tanımlamalar varmış. 69 yılından bu yana geçen zamanda, yasalarda resmi olarak bir asimilasyon politikası yok artık. Bunun yanında tabii ki Aborijinlere uygulanan bir asimilasyon programı var, bu benim kişisel fikrim. Onlara ekstra para yardımları yapılıyor, ama Aborijinler hâlâ ortalama olarak 60 yaşında ölüyorlar. Aslında hâlâ kendi doğal yaşam biçimlerini sürdürebilecekleri bir politika izlenmiyor. “Şurada bir toprak parçası, tamam bunu alın, sizin” falan deniyor, ama büyük şehirlerde zaten asimile olmuş durumdalar, toplumun en geri bırakılmış kesimi. Örneğin SBS’de de Aborijini programı vardır, haftada iki gün, o da İngilizce. 140’ın üzerinde kendi dilleri var halbuki, bu diller bitmiş zaten.

 

ÖM: Onu sormak istiyordum, yani 140 kadar Aborijin dili var değil mi, hepsi orijinal, yani birbirinden bağımsız gelişmiş diller.

 

AK: Onlar yok artık, bir kaç tanesi kalmış, onları da genç kuşak bilmiyor. Sydney’dekinden söz edebilirim, İngilizce yayın yapılıyor, tamam her tarafa bağlanıyor, bütün Avustralyalılar haber alıyor vs. ama Kuri dili bilmiyor. Her eyalette farklı kavimler var, örneğin New South West eyaletinde, yani Sydney ve çevresinde yaşayan Aborijinler kendilerine Kuri denilmesini isterler, Aborijin sözcüğü bütün Aborijinleri kapsıyor ama onlar kendi kavim adlarıyla anılmak isterler çoğunlukla.

 

ÖM: Normal olarak.

 

Bİ: 1969 yılına kadar Aborijinler, yani Avustralya’nın yerlileri nüfus sayımlarında sayılmazlardı. Bu arada 1950-60 yılları arasında çok acı olaylar yaşadı Aborijin toplumu; “çalınmış kuşaklar” diye bir şey var. Aborijin çocukları ailelerinden zorla alınıp, Batı kültürünü, dilini, İngilizce’yi öğrenmeleri ve bir Batılı gibi yetişmeleri için belli bir takım kişilere, belli kurumlara verildi. Çok uzun bir süre, aşağı yukarı 50-60 yıl öncesine kadar böylesine insanlık dışı olaylar da yaşandı. 1970’li yıllardan sonra, Avustralya’da, sadece Aborijinler için değil, tüm etnik gruplara yönelik asimilasyon politikası terk edildi, ama seçilen hükümetlerin politikalarına ve uygulamalarına bağlı olarak, iyileşmeler veya kötüleşmeler yaşanıyor. Tabii geçmişteki acılar ve olumsuzluklar nedeniyle Aborijin toplumu sosyal ve ekonomik anlamda en dezavantajlı gruplardan birisi. Örneğin alkol bağımlılığı çok yüksek. SBS Radyosu’nun en temel politikalarından birisi ırkçılığa karşı oluşu, asıl kuruluş amaçlarından birisi bu. Bunun yanında her türlü ırk, ulus, din, politik veya dinsel inanç ayrımı veya kişinin özlüğü ile ilgili, cinsiyet, vs. gibi ayrımcılığa karşı mücadelede bizim temel ilkelerimizden birisi. Yönetmeliğimizde, özellikle  kadın ve aborijin, yerli halkların haklarını savunmak ve onların bütünleşmesini sağlamak konusunda da özel vurgu yapılmakta. Ama bu hangi oranda gerçekleşiyor veya istenilen düzeyde mi tartışılabilir tabii.

 

ÖM: SBS’de sizin sorumluluğunu yürüttüğünüz Türkçe programlar bütünü içinde, ayrıca belirlenmiş politikalar var mı? Bunu siz mi belirliyorsunuz? Yani kamusal yayıncılık ilkelerini ne şekilde belirleyip yürütüyorsunuz?

 

AK: SBS’in kuruluş amaçları bir kuraldır bizim için. Örneğin, ırkçılığı teşvik edici bir program yapamayız, diyelim ki bir konuğumuz var ve ırkçı görüşleri var; bunu söyleyebilir ama biz bunu sorularımızla dengelemek zorundayız ya farklı bir görüşü dile getirmek zorundayız. Yani bir yayıncılık yasası var, bir de SBS’in kendi içerisinde kuralları var. Yoksa 67 dilde yayın yapan bir radyoda bunun kontrolünü yapmak tabii ki zor, bizim de görevimiz Türkçe programlar içerisinde SBS kurallarının uygulanmasıdır ve uygulanmasını takip etmektir.

 

ÖM: SBS kuralları dediğimiz de aslında, dünyanın her yerinde geçerli olması gereken,  objektif yayıncılık kuralları belki de.

 

Bİ: Biz bir kamu kuruluşuyuz, doğal olarak bizim kendi yönetmeliğimiz var ve çalışma esaslarımız bu yönetmelikte belirtilmiş durumda. Bunun ötesinde bir de Avustralya Yayıncılık Kurumu’nun belli bir takım ilkeleri var, biz onlara da uymak durumundayız. Bir de bunun da ötesinde yayıncılığın getirdiği etik ilkeleri var, ona da uymak durumundayız. SBS’nin ve Avustralya’daki diğer yayın kuruluşlarının, bağımsız olarak çalışma hakları var, ama bu, Avustralya Yayıncılık Kurumu’nun ilkeleri doğrultusunda, belli bir takım sınırlar içinde olmaktadır, onu özellikle vurgulamak istiyorum.

 

AK: Tabii biz iki kere denetlenen, daha doğrusu kendimizi denetlediğimiz bir kurumda çalışıyoruz. Bir de gazetecilik iş ahlakı kuralları var, etik dediğimiz, o da uluslar arası bir kural.

 

Bİ: SBS yönetimi bizlere hiçbir şekilde “şu programı yapacaksın, bunu yapmayacaksın” diye herhangi bir baskı uygulamaz ama bizim yaptığımız programlarımızda, SBS’nin ilkelerine, Avustralya’daki yayıncılık ilkelerine aykırı bir şey olduğu zaman da biz sorumlu duruma düşebiliyoruz, yani bağımsızlık bir yere kadar. Ancak, bir hükümet değiştiği zaman hiçbir şekilde bizi kendi politikaları doğrultusunda yayın yapmaya zorlayamazlar ama bizim uymamız gereken bazı genel ilkeler vardır, gerek haber programlarında, gerek eğlence programlarında, gerekse reklamlar açısından bizleri bağlayan önemli bir takım ilkeler vardır.

ÖM: Reklam alıyor musunuz? Hangi şartlara bağlı?

 

Bİ: Reklam dil gruplarına bağlı bir olay değil, bizim bir pazarlama bölümümüz var, gerek kamu duyuruları, gerekse özel kuruluşlardan belli bir takım reklamlar alınıyor ki bunlardan ek bir gelir sağlar SBS. Bu da son 5 yılın uygulaması, ondan evel yoktu. Ama reklam alırken de çok önemli kıstaslar var uymamız gereken.

ÖM: Nasıl belirleniyor bu reklam, neye göre alıp almayacağınız?

 

AK: Bu aslında bizim sorumluluğumuz altında değil, bir pazarlama bölümü var, onun kendi içerisinde de kuralları var, biz hiç sorumlu değiliz ondan. Yani herhangi bir yerdeki bir Türk manavı, Türk kasabı bizimle ilişki kurmuyor reklam için, SBS’nin kendi kuralları, kendi çerçevesi içerisinde alıyor.

 

Bİ: Reklam beş dakika ile sınırlıdır, Bizim programımızdan beş dakikadan fazla çalamıyor pazarlama bölümü.

 

AK: Bir saatlik programımız içinde sadece beş dakikamızı ayırıyoruz reklama, beş dakika bir saniye olmuyor.

 

ÖM: Bu kadar çok dilde yayın yapılması çok iyi, toplumda çoğulculuğa hizmet ediyor ama aynı zamanda bir yanıyla da çok az saatte pek çok şeyi sıkıştırmak gibi bir zorunluluğu getirmiyor mu? Haftada kaç saatlik programınız var?

 

AK: Birer saatten 7 gün, yani bir süreklilik sağlayabiliyoruz aslında.

 

Bİ: Bu yalnız Türkçe, bunun yanında İtalyanca, Yunanca gibi dillerde haftada 14 saat bazı dil gruplarında. Bu, o dili konuşan toplumun nüfusuna bağlı, toplumun yerleşik olup olmadığına, ihtiyaçlarına bağlı? Çok çeşitli faktörler var “şu dil grubuna bu kadar saat vereceğiz” derken. Türkçe olarak haftada her gün bir saat, toplam yedi saatimiz var. Bir de Melbourne Sydney network dediğimiz bir şey var, bazı programlar Sydney’de yapılır bütün Avustralya dinler, bazı programlarımız Melbourne’da. Yani yarı yarıya saatleri bölüşmüş durumdayız.

AK: Saatler belirlenirken gözetilen kıstaslar şunlar; toplumun ülkedeki nüfusu, yaşlı sayısı ve İngilizce konuşma oranı, bir de ne kadar yerleşik olduğu. Bu kıstaslara göre belirleniyor haftalık saat sayısı. Türkçe konuşan nüfus, 50 bin kadar tüm Avustralya’da, çok kalabalık bir toplum değiliz ve son zamanlarda da sadece beyin göçü alıyor Türkiye’den Avustralya, eskisi gibi işgücü almıyor. 1980’den sonra müthiş bir beyin göçü oldu. Aslında hâlâ Avustralya toplumuna tam adapte olmuş sayılmaz Türkiye’den göç eden nüfus.

 

Bİ: SBS’nin bir özelliği de son teknolojiyi çok yakından izleyen ve bunu hemen uygulayan bir radyo istasyonu olması, örneğin şimdi dijital programlara geçme hazırlığı içerisinde; böylece önümüzdeki aynı frekanstan farklı dillerde yayın yapabileceğiz ve saatlerimiz günde 5-6’ya kadar çıkabilecek. Bu henüz planlama aşamasında.

 

ÖM: Neden 24 saat olmasın ki o zaman? Sadece sizin kapasitenizle sınırlı kalması beklenebilir.

 

Bİ: Olmaması için bir neden yok tabii ki, ama 24 saat program yapacak elemanları bulmanın getireceği belli bir harcama var, o da bütçe ile ilgili bir olay.

 

ÖM: Burada esas olan, şimdi frekansla sınırlanmış durumdasınız.

 

Bİ: Biz iki frekanstan yayın yapıyoruz, o zaman aynı frekanstan çok farklı dillerde yayın yapma olanağı elde edeceğiz, dijital olarak. O zaman artabilecek saatlerimiz. Esasında bizler çok daha rahat çalışabileceğiz; bir saatlik program yapmak, günde 3-5 saatlik program yapmaktan çok daha zor.

 

AK: O bir saate çok şey sığdırıyoruz.

 

ÖM: Haftada 7 saatlik toplam programınız var ve bunu da yaklaşık üç buçuk saatle Sydney-Melbourne arasında paylaştırmış durumdasınız.

 

AK: Böyle bir rahatlığımız var son zamanlarda.

 

ÖM: Nasıl bölüyorsunuz bu saatleri, yani ne ölçüde haber, ne ölçüde  eğlence programlarına yer ayırıyorsunuz?

 

AK: Son zamanlarda hep haber ve güncel olaylar radyosu olduk aslında, onun dışında pek fazla bir şeye yer veremiyoruz. Diyelim ki Türkiye’de ya da Avustralya’da bir olay oluyor, insanlara o haberi ulaştırmak zorundayız, bu yüzden daha çok habere yönelmek durumunda kalıyoruz. Zaman zaman kültürel programlar oluyor, örneğin Bülent’in bir programı var, Anadolu’yu gezeriz Cumartesi günleri, o kültürel boşluğu tamamlayan bir şeydir. Bir gençlik programımız var, her hafta yarım saat, bir hafta Melbourne’den bir hafta Sydney’den yapılan.

 

Bİ: Avustralya’da doğmuş Türk gençlerin hemen hepsi Türkçe’yi çok güzel konuşurlar, üniversite mezunu veya üniversite ya da lise öğrencileri. Çok harika programlar yapıyorlar, böyle böyle yetiştiriyoruz onları aynı zamanda, bu da bizim sorumluluğumuzun bir parçası.

 

ÖM: Güncel haberlere ne ölçüde ağırlık veriyorsunuz?

 

Bİ: Şöyle bir çerçeve çizeyim; esasında bizim bir haber dairemiz var, bunlar Melbourne ve Sydney’de bütün ajanslarına abone. Bizim haber kaynağımız bu ajanslar sürekli izlenerek haber dairesinde üretilen şeylerdir. Bunun yanında haber programlar da ayrıca, current face, future dediğimiz olayları da yine haber dairesi hazırlar, bizlerin kendi hazırladığımız haber programları dışında oralardan da yararlanarak haber ve haber programlarımızı ele alırız.

 

ÖM: Mesela diyelim ki şu Ortadoğu’da süren savaş gibi gündemin sürekli baş köşesinde olan olaylar olduğu zaman bir format değişikliği yapabiliyor musunuz? Buna imkân var mı? Yani bütün bir saati buna ayırmak mümkün olabiliyor mu?

 

AK: Anında çevrilebiliyor.

 

Bİ: O konuda bizi bağlayan yok, programı nasıl dolduracağımız konusuda bağımsızız, yani o bizim kendi kararımız. Mesela Türkiye’de deprem olduğunda, bütün programı bir kaç gün ona ayırdık ve onunla ilgili haberleri, görüşmeleri yayınladık.

 

AK: Ayrıca olanaklara da sahibiz, bizi engelleyen ne olabilir? Çok önemli şeyler olduğu zaman anında değişiklik olması için, Türkiye’den haber almak gerekiyor yani birini yatağından kaldırmak demek oluyor bu, ama bunu yapabilme olanağımız var ve yapıyoruz.

 

Bİ: Arada 7 saat fark var, kışın 9 saat, bu çalışmamızın en büyük zorluklarından birisi. Biz ileride olduğumuz için, Türkiye’de önemli bir olay olduğu zaman bazen insanları yatağından kaldırmak zorunda oluyoruz.

 

ÖM: Ve olayı haber veriyorsunuz.

 

Bİ: Tabii.

 

AK: Mümkün olduğu kadar son dakika haberi vermeye çalışıyoruz. Öğleden sonra 4’ü bir geçe olan bir şey ertesi günkü habere kalıyor.

 

ÖM: Sizin programınız her gün 3’le 4 arasında mı?

 

AK: Pazartesi günleri 5’le 6 arasında, diğer günler 3’le 4 arasında.

 

ÖM: Dijital yayın dışında genişletilebilmesi açısından bir çalışma yapılıyor mu? Böyle bir talep var mı?

 

AK: Daha fazla saat verilmesi için mi?

 

ÖM: Evet.

 

AK: Tabii ki bu mümkün değil, az önce sözünü ettiğimiz gibi belirli kıstasları var program sayısı açısından. Örneğin Avustralya’da Asyalı toplum üyeleri çok fazladır, o nedenle onların daha fazla program saatleri var haftada. Dijital yayına geçtiğimiz zaman farklı olacak ama eğer dijitale geçmezsek Türkçe programının sayısının artacağını ben sanmıyorum.

 

Bİ: Beş yılda bir yeniden gözden geçiriliyor saatler. Sözgelimi, son zamanlarda Afrika’dan çok fazla göçmen geldi, onların bir program saati vardı, şimdi iki saate çıktı. Onun yerine bizim Melbourne Türkçe programından bir saat aldılar. Öyle durum düzenlemeleri yapılıyor.

 

ÖM: 1975’te mi başladı yayınlarına?

 

AK: Evet.

 

ÖM: İlk başladığı zaman İngilizce hariç 7 dilde idi, o zaman çok daha az sayıda topluluğa hitaben yapmış olduğuna göre daha geniş saatler ayrılmadı mı, yine bir saat miydi Türkçe?

 

AK: O zaman radyoda değildim, sanıyorum günde 2 saatti, bir sabah bir akşamdı. Ondan sonra ben başladığımda haftada 9 programımız vardı, sadece Sydney’den yayın yapardık. Melbourne da aynı biçimdeydi galiba.

 

Bİ: Bu 10 yıl devam etti, ayrı ayrı program yapardık, sonra network oldu.

 

AK: O 9 programı tek başıma yaptığım zamanlar oldu. Fakat daha farklı bir formatımız vardı o zaman. Yayın saatimiz daha iyiydi, 5’le 6 arasıydı, ‘prime time’ denilen, herkesin daha fazla dinlediği saatte.

 

Bİ: 1975’ten 1986-877’ye kadar gelen süreçte SBS radyosunun yapısı çok farklıydı, daha çok amatör bir yapıya sahipti. Sonra yeniden yapılanmayla birlikte tamamen profesyonel bir radyo yayıncılığına dönüştü 1988 yılında.

 

ÖM: Bu sizin tatmininiz açısından, daha mı iyi?

 

Bİ: Profesyonelleşti, bütün elemanlar sınava girdi ve çok zorlu, sıkı bir eğitimden geçti. Ondan evvel toplumlarda biraz deneyimi olan bir takım kişileri, herhangi bir sınava tabi tutmadan çalıştırıyorlardı. Ondan sonra  herkese açık ilanlarla sınav duyuruldu, ben 80 kişi ile sınava girdim Melbourne’de 3 kişilik bir kadro için. Bir kaç aşamadan sonra seçme yaptılar ve aldılar. Bu yeniden yapılanmanın, profesyonelliğin başlangıcıydı.

 

AK: Yeniden yapılanma süreci içerisinde ben kendi işime 3 kere yeniden girmek durumunda kaldım.

 

ÖM: Nasıl oluyor o?

 

AK: İlk girdiğimde daha küçük bir sınavdı, 9 kişilik bir mülakat panelinde yapıldı benim mülakatım, ondan sonra bir yazılı yapıldı. Onu geçtim öyle girdim. Ondan sonra birdenbire, Türkçe için bütün kadroları iptal ettiler, çünkü bir mücadele vardı. Ben yeniden müracaat etmek zorunda kaldım. Ondan sonra Bülent’in sözünü ettiği yapılanma oldu, tekrar müracaat ettim. Yani üç kere girdim sınavdan geçtim, epey sıkıydı yani.

 

ÖM: Gerek Türkiye’den gerekse de dünyayı ilgilendiren haberlerde objektiflik, bireysel ve toplumsal sorumluluk hangi ilkelere, kıstaslara göre yürüyor? Gazetecilik, toplumda demokrasinin iyi işlemesi için, vatandaşa en doğru haberleri, bilgileri vermeli diye en basit ve tüm dünyada geçerli olabilecek bir tanım yaparsak, buna ne ölçüde uyabildiğinizi sormak istiyorum.

 

AK: Dünyada olabildiği kadar oluyor SBS’de de, ama dünyada ne kadar oluyor bu?

 

ÖM: Soru o.

 

AK: Dünya ne kadar özgür? O kadar da özgür değil bence, bu da benim kişisel fikrim. Yani medya patronlarından söz edebiliyorsak bugün, Fransa’da Liberation, 33 yıllık editörünü çıkartıp sağcı bir editör getirebiliyorsa, artık Liberatıon’un bağımsızlığından söz etmek mümkün mü? Dünya medyasında böyle bir yüzde yüz bir bağımsızlık yok bence. SBS olabilecek en bağımsız kurumlardan diye düşünüyorum yine de ya da düşünmek istiyorum.

 

Bİ: Bu anlamda haber kaynaklarını sorgulamamız gerekiyor. Bize ulaşan ve bizim kullandığımız haber kaynakları ne ölçüde bağımsız? Ne derece doğru? Kritik nokta orada bence.

 

AK: Haberler her yerden geliyor.

 

ÖM: Bir zamanlar Avustralya medyası, benim hatırladığım kadarıyla, özellikle çalışan kesimlerin haklarını savunmak açısından, -yalnız sendikal mücadeleleri kastetmiyorum-, sivil mücadele açısından da, o mücadelenin haberlerini, bilgisini en iyi yansıtan medyalardan bir tanesiydi. Sonradan dünyanın en büyük tekelci patronlarından biri Avustralya’dan çıktı. Dolayısıyla Avustralya özellikle ilginç bir yer.

 

AK: Değişir mi değişmez mi, çok yakın gelecekte bilemiyorum ama Avustralya’da eğer basılı yayın patronu iseniz, televizyon sahibi olamıyorsunuz, bu halen böyle. Zannediyorum 2004 yılıydı, dönemin iletişim bakanı meclise böyle bir öneri götürdü, “bu kısıtlamayı kaldıralım” diye, -Rupert Murdoch da çok destekliyor bunu tabii ki- ve çıkmadı bu yasa, hâlâ kabul edilmiş değil, ama öneri orada duruyor. Rupert Murdoch da Sydney’deki merkezini New York’a taşıdı bu yüzden. Hâlâ böyle bir ayrım var, televizyon kanalınız varsa gazete sahibi olamıyorsunuz ama bu ne kadar devam eder bilmiyorum.

 

ÖM: Peki merkezini New York’a taşıdığı zaman, Murdoch’un hem gazetesi hem televizyonu olabiliyor mu Avustralya’da?

 

AK: Hayır olamıyor ama Amerika’da oluyor.

 

ÖM: Zaten dünyadaki bütün seyircilerin ve okuyucuların yanılmıyorsam %51’i Murdoch kanallarından ya da gazetelerinden birinin bağımlısıymış. Böyle de enteresan bir durum var.

 

AK: Yöre gazeteleri bile.

 

ÖM: Çok kültürlülük ne demek? Yani 68 dilde yayın yapan bir kamu kuruluşunun ana politikasını çok kültürlülük olarak tanımlıyoruz ve ana hedefi de entegrasyon. Bu iyi mi kötü mü? Ne ölçüde iyi, ne ölçüde kötü?

 

Bİ: Teorik anlamda çok kültürlülük çok güzel bir olay, yani toplumların ulaşabileceği uygar noktalardan birisi. Avustralya’daki uygulamalarına baktığımız zaman, kuşkusuz çok önemli yararlar sağladı, onu görüyoruz. Sözgelimi, devletin özendirmesi ve desteği ile, Cumartesi günleri dil okulları var, çocuğunuzun Vietnamca, Almanca ya da Türkçe, herhangi bir dil öğrenmesini isterseniz o okullara götürebiliyorsunuz ve ücretsiz olarak bu eğitim veriliyor. Yani temelinde oradaki etnik toplumların, göçmenlerin kendi kültür ve dillerini korumaları ve bunları kuşaktan kuşağa aktarmaları için bir olanak sağlama gibi temel bir ilkesi var, benim de teorik olarak çok desteklediğim bir ilke. Tabii uzun yılların mücadelesi ile, tartışmalarla, danışmalarla gelinmiş bir nokta. 30 yıllık uygulama sürecine baktığımızda, bugün gelinen noktada bence uygulamada üzerinde düşünülmesi gereken bazı eksikliklerin olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi, Türkiye’den gelen göçmenleri ele alalım; kendilerine tercümanlık hizmetleri sağlanmış ve İngilizce’yi öğrenmeye fazla da ihtiyaçları olmamış. Örneğin bir doktora gidecekse veya herhangi bir kamu kuruluşunda işi varsa ücretsiz tercümanlık hizmeti sağlanıyor, böyle bir olanak var. Günlük hayatta da gazetesini alıyor, kasabına gidiyor vs., kolay yolu seçiyor. Bu sadece bizim için değil, bütün göçmen topluluklar için de geçerli. Aslında, bütünleşme hedefinin tam gerçekleştiğini düşünmüyorum şu aşamada. Bir gettolaşma, kendi içerisine kapanma var, göçmen topluluklar kendi kültürünü, dinini yaşatıyor, fakat Avustralya’nın yaşamına girme konusunda zorlukları var. Dil en önemli etkenlerden biri, bu yüzden göçmenlerin Avustralya toplumu ile tam olarak bütünleştiklerini sanmıyorum. Biz, SBS Radyosu aracılığı ile, hak ve sorumluluklarının neler olduğunu onlara iletmeye çalışıyoruz. İngilizce bilmedikleri için Türkçe programları dinlemek zorunda kalıyorlar. Bu bizi de aşan bir olay. Bu yönüyle, “uygulamadaki eksiklikler nasıl giderilir?” diye düşünülmesi, tartışılması gerekir, tartışılıyor da esasında.

 

AK: Çok kültürlülükte madalyonun iki tarafı var. Bir bakıma oradaki toplumların kendi dillerinde haber alma özgürlükleri sağlanıyor SBS kanalıyla, ya da tercümanlık hizmeti sağlanıyor, ama son yıllarda sosyal yardımlardan, eğitimden, sağlık alanından büyük kesintiler oldu. Halbuki Avustralya gibi bir ülkede eğitim ve sağlığa çok önem verilir diye düşünüyor insan, tabii önem veriliyor, dünyadaki en iyi sağlık sistemine sahip hâlâ, en iyi sosyal yardım veren ülkelerden bir tanesi ama bu alanlarda yapılan büyük kesintiler de var son yıllarda. Bence çok kültürlülük politikası, toplumların içine kapanmalarını da beraberinde getiren bir şey. Çünkü çok kültürlü politika, fon isteyen bir politika, örneüin Cumartesi okullarından söz ettik, çocuklar hafta içinde 5 gün okula gidiyorlar, Cumartesi günü de Türkçe öğrenmeye gidiyorlar. Acaba, çeşitli dilleri eğitim sistemi içerisine almak daha mı iyi olur? Bunun için de bir fon lazım.

ÖM: Bütün dünyada, küreselleşme ile birlikte, neo liberal diye adlandırılan politikalar sonucu bu tür kesintiler yapıldığı göze çarpıyor. Gelir dağılımı adaletsizliğinin de giderek yükseldiğini görüyoruz. Bu politikalara karşı eleştirel programlar da yapabiliyor musunuz?

 

AK: Yapıyoruz tabii.

 

Bİ: O konuda son derece özgürüz, ama tabii ki bir yere kadar. Bizim dikkat ettiğimiz noktalardan birisi, doğru ve gerçek haberi verebilmek, bunun yanında tarafsız ve dengeli olabilmek. Dengeli olabilmek çok önemli bir nokta, politikada da, din konularında da, her alanda tarafsız ve dengeli program yaptığımız sürece eleştiremeyeceğimiz, giremeyeceğimiz hiçbir konu, hiçbir tabu yok.

 

ÖM: Peki, tarafsız ve dengeli yayın yapabildiğinizi düşünüyor musunuz?

 

Bİ: Yapamadığımız zaman çok büyük tepkiler alıyoruz zaten, bu yüzden bunu sağlamak zorundayız. Şikâyet mekanizması çok önemli. Türkiye’de çok iyi işleyen bir mekanizma değil. Bizleri yöneticiler denetlemiyor, bizleri dinleyiciler denetliyor ve biz bir programı yaparken “yöneticiler ne diyecekler?” diye değil, “dinleyicilerden ne tür tepkiler gelecek?” diye özen göstermek ve dikkatli olmak zorundayız. Çünkü bir şikâyet, özellikle yazılı olduğu sürece sonuna kadar takip edilmekte. Sözgelimi ben bir program yaptım ve bir kesim, o programın kendilerini rencide ettiği konusunda bir iddiada bulundu ve radyoya başvurdu. Bütün program tercüme edilip tarafsız bir takım kişiler tarafından, o şikâyetin geçerli olup olmadığı değerlendiriliyor, eğer öyleyse de bir yaptırımlara gidilmekte.

 

ÖM: Böyle bir hakemlik mekanizması var.

 

Bİ: Son derece sıkı işliyor. Hiç kaçış yok.

 

AK: Benim de başıma geldi buraya gelmeden, Bülent’in de başından böyle bir şey geçti. SBS’nin kendi içerisinde kurduğu bir mekanizmadır bu, SBS’nin kendi görevlisi bizi soruşturur toplumun yararına.

 

ÖM: Ombudsmanlık gibi?

 

AK: Evet, ama adı Ombudsman değil.

 

Bİ: Önce kurum içerisinde olay çözülmeye çalışılır, eğer çözülmezse, kurumun verdiği karar şikâyet eden kişiyi tatmin etmezse, hakemler kuruluna götürür olayı. Hakemler kurulu da bağımsız ve tarafsızdır, orada görülüşülür. Eğer o da olmazsa yüksek mahkemeye kadar giden bir süreçtir bu. Tabii ondan önce uzlaşarak çözmek gibi bir eğilim var.

 

AK: Kurum içerisindeki o kişi de, o merci de bizi soruşturur.

 

ÖM: Hangi konuda oldu mesela, bir örnek verebilir misiniz?

 

Bİ: Çok üstü kapalı olarak vereyim; 2-3 ay önce, 1968 döneminin Dev-Genç Başkanı Atilla Sarp’la Ülkü Ocakları Başkanı Ramiz Ongun’u beraber programa aldım. Çeşitli sorularla, o dönemi değerlendirdiler ve bugüne bakışlarını konuştuk. Güneydoğu sorunu nedir veya Kürt sorunu nedir gibi konularda konuşurken, birisinin söylediği bir sözü, bir grup kendine hakaret olarak veya bir aşağılama olarak aldı. Ondan sonra da şikâyet ettiler; “burada bize yönelik böyle bir ifade var” diye. Program tercüme edildi, değerlendirildi, tartışıldı.

 

AK: Benim başımdan geöen tamamen bambaşka bir şeydi, hiç aklıma gelmedi böyle bir şeyin soruşturulabilir olacağı. Türkiye’den Avustralya’ya burslu olarak gelen öğrenciler aslında tam da ücretsiz eğitim almıyor, yıllık 12 bin dolar ise eğer eğitimin karşılığı, Türkiye’den Avustralya’ya burslu gelen bir öğrencinin bir yıllık eğitim ücreti 6 bin dolar oluyor. Avustralya’daki bir eğitim kurumuyla Türklerin birlikte kurduğu bir eğitim kurumunun ortak bir çalışması sonucunda Avustralya’da yaşayan insanların da bundan yararlanabilecekleri, bir haber olarak geldi bize. 5 dakika 29 saniyelik programın tam sonunda bir bilgilendirme köşesi yaptım bu konuda ve reklam diye soruşturma açıldı. Dediler ki “bu toplumun özel bir gereksinmesi miydi?” Hayır, çok özel bir gereksinme değil bu, ama biz her zaman çok özel gereksinmeler çerçevesinde yapmıyoruz bunu, ama çok önemli bir şey vardı, sözü geçen kurumun sahibi radyoda çalışıyor, böyle bir üçgen vardı. Fakat o kişi o anda Avustralya’da bile değildi, sadece benim kararımdı bunu yayınlamak. Tam o nedenden dolayı bana, “bir daha böyle şey yapma” dediler, bunu çok açıkça söylediler, bizim ulusal editörümüz geldi, hiç unutmuyorum, “bizim üzerinde durduğumuz, senin arkadaşının bu olayla, bu kuruluşla ilişkisidir” dedi. Bu kadar sıkıdır bu denetim.

 

Bİ: Biz yapacağımız programı seçme ve nasıl işleyeceğimiz konusunda bağımsızız ama bizi bağlayan belli kurallar var. Mesela Türkiye’de RTÜK’ün felsefe olarak, bir kurum olarak antidemokratik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bazen, bazı programlarda, özellikle televizyon programlarında, haberlere reklam katma, tamamen gazeteciliğin veya yayıncılığın temel ilkelerinin dışına çıkarak, haber çarpıtma, taraflı haber verme, haberi çıkar için kullanma veya şiddetten tutun, cinsiyet ayrımına kadar her konuda yapılan yanlışlıkları izleyebiliyorum. Bir programda bir sanatçı çıkıp resmen küfrediyor veya sunucu konuk olarak çağırdığı bir bayanı resmen taciz ediyor, son derece açık bir biçimde. Eğer kanallar veya yayıncılar kendilerine bir otokontrol yapmazlarsa, bu tür, çok yanlış mesajlar, değerler ileten programlara karşı ne tür bir mekanizma ile korunacaktır bu toplum? Bu bence tartışılması gereken ve çok kafa karıştırıcı bir konu.

 

ÖM: Evet, bu çok önemli bir nokta tabii. Biraz önce, Avustralya’da yaşayan ve Türkiye’den gelen çeşitli etnik gruplardan söz ettik, Kürtler, Ermeniler, belki Rumlar var.

 

Bİ: Sadece etnik açıdan değil, dinsel inanç veya mezhep açısından da farklı gruplar var.

 

ÖM: Burada olan ayrımların orada da devam ediyor olması pek muhtemel. Bu konuda Türkiye’de medyada yükselen bir milliyetçilik dalgasından söz edebiliriz, bazen terörle mücadele programı adı altında şeyler yapılıyor. Sizin buradaki genel tavrınız ne oluyor? Mesela “sözde Ermeni soykırımı” demek zorunda hissediyor musunuz kendinizi?

 

Bİ: Hayır. Biz ‘terörist’ sözcüğünü de kullanamayız çünkü teröristlik de görece bir olay. Kimine göre terörist, kimine özgürlükçü, savaşçı da olabiliyor. Biz bunu kullanamayız ama terörist olan grupları da destekleyen bir ifade ya da herhangi bir program yapamayız, ama diyelim ki, Kürt sorunu üzerine bir programı yapmamızı da kimse engelleyemez. Biz bunu yaparız, her konuyu tartışabiliriz ama dengeli ve tarafsız olmak koşuluyla.

 

ÖM: Evrensel gazeteciliğin, dünyanın her yerinde geçerli olması gereken kuralları bunlar.

 

Bİ: Din ve mezhepler konusunda da aynı, bu konuda çok büyük sıkıntılarımız oldu geçmişte. Mesela belli gruplar, bizim programlarımızın ezanla açılmasını önerecek kadar ileri gittiler. Sonunda SBS bir karar verdi, bütün din programlarını kaldırdı, sözgelimi İtalyanca programda Pazar günü kiliseden yarım saat yayın vardı, bunların hepsi kalktı. “Biz bütün dinlere karşı eşit mesafede olmak zorundayız, hatta dinlere eleştiri getiren görüşlere de yer vermeliyiz” anlayışı ile hareket edilmekte. Ama tek bir koşulla, hiç kimseyi rencide etmeden, hiçbir dini inancı veya bir bireyin inancını hiçbir zaman aşağılamadan.

 

ÖM: Çoğulcu demokrasilerdeki bütün basın ahlak yasalarında geçerli olan etik ve temel ahlak kurallarına uygun olmak şartıyla.

 

Bİ: Zaman zaman bazı yayıncı arkadaşlarımız kendi politik veya dini inançlarına bağlı olarak o sınırı aşabiliyorlar, ama dinleyiciler bizim en büyük müfettişlerimiz.

 

ÖM: Epey süreden beri bir başka ülkede, Avustralya’da, kamu yayıncılığı yapan, önemli bir yayın kuruluşunda çalışan iki kişi olarak kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

 

AK: Ben SBS gibi bir kurumda çalışmaktan çok mutluyum, gerçekten de gurur duyuyorum, Avustralya’daki 27 yıllık yaşantımı devam ettirmemde, bu işimin çok önemli payı oldu doğrusu, o anlamda müteşekkir olduğumu söyleyebilirim. Onca yıl sonra, 6 aylık uzun bir tatil sürecinde, Türkiye’de sizin konuğunuz olmak da beni çok şereflendirdi, çok teşekkür ederim. Ben Açık Radyo ile SBS arasında yakınlıklar buluyorum, bu da beni çok mutlu ediyor.

 

ÖM: Çok teşekkürler. Herhalde dinleyiciden yakın bir ilgi ve yansıma bulduğunuz için de böyle hissediyorsunuz bunca yılın sonunda?

 

AK: Elbette.

 

ÖM: Bu da çok önemli. Bülent İbrişim’in “dinleyici denetimi” diye adlandırdığı mekanizma her zaman olması gereken bir şey sanıyorum.

 

AK: Demokles’in kılıcı!

 

Bİ: Bizler dinleyicileri bilgilendirirken, onlar da bizi eğittiler esasında, bu karşılıklı bir etkileşim ve ben orada bu çalıştığım süre içerisinde çok ciddi deneyimler kazandığımı düşünüyorum. Bir de böylesi bir ülkede, böylesi bir kamu kuruluşunda, böylesi bir yayın kurumunda çalışıyor olmamın dünyaya çok daha objektif bakabilmem, olayları çok daha farklı değerlendirebilmem ve ufkumu açması açısından da çok büyük bir yarar sağladığına inanıyorum. Türkiye’ye geldiğim zaman Türkiye’nin gündemini kaçırıyorum, Avustralya’da iken çok daha rahat yakalıyorum.

 

ÖM: Bu da çok ilginç doğrusu.

 

AK: Farklı medyadan izlediğiniz zaman, Türkiye’nin gündemini daha geniş bir çerçevede yakalıyorsunuz.

 

Bİ: Hatta SBS Radyosu'ndaki arkadaşlarım aradığında, “Türkiye’de neler oluyor?” diye ona soruyorum espri olsun diye!

 

ÖM: Ağaçlardan ormanı görememek gibi bir durum olabiliyor. Çok teşekkür ederiz. bizi aydınlattınız.

 

(1 Ağustos 2005 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)