Eylül 2011

-
Aa
+
a
a
a

Dinlemek için:

 

İndirmek için: mp3, 41,6 Mb.

 

Ayın hemen başında ABD’de isyan –nihayet!– başladı. Daha doğrusu, Mart ayından bu yana dünyayı sarıp sarmalamaya devam eden ve Arap Baharı diye adlandırılan devrim dalgası, ilkbaharda Wisconsin’de başını şöyle bir gösteriverdikten sonra, sonunda, güz başlarken birdenbire Kuzey Amerika sahillerinden içeri vuruverdi ve dünyanın ilk önemli devrimini gerçekleştirmiş olan bu münbit toprakları 235 yıl sonra yeniden kaplamaya başladı.

 

Wall Street’i İşgal Edelim eylemi, Eylül’ün 17’sinde New York şehrinin finans merkezinin hemen yakınındaki Zuccotti Parkı’nda 11 yüksek okul öğrencisinin gecelerini ve gündüzlerini geçirmeye başlamasıyla doğdu. Çocukların elinde, reklam almayan Adbusters dergisinin usta tasarımcılarının elinden çıkmış olağanüstü güzellikte bir poster de vardı: Wall Street’in saldırgan piyasa iyimserliğinin simgesi olan o pek ünlü azgın boğa heykeli üzerinde şahane bir balerina tasviri. Kız, ayak parmaklarının üzerinde kusursuz bir denge gösterisi yaparak olanca zarafetiyle dansediyordu. Boğa’nın toynaklarının hemen altında kısa, vurucu kelimeler:  “#OCCUPYWALL STREET 17 Eylül. Çadır getir.” Hepsi buydu.

 

 

 

Başlangıçta bir futbol takımını oluşturacak kadar insan ancak vardı. New York şehrinin 3 dönümlük küçük bir meydanını, Zuccotti Park’ı eylemlerine mekân seçmişlerdi. İsyancılar bir süre sonra birkaç yüz kişi oldu.  Kamp alanı olarak yerleştikleri bu yerel mekâna eski Liberty (Özgürlük ya da Tahrir) adını geri kazandırdıklarını gösteren küçük bir tabela astılar hemen. Konuklarını onun altında ağırlamaya başladılar. Yerleşik basın ve ana akım medyanın çoğu –hepimizin çoktan âşina olduğu o sinik tavırlarıyla– önce kaale almama, derken “ne istedikleri belli olmayan dağınık bir grup” şeklinde küçümseme, aşağılama ve kendince alaya alma yolunu seçiyordu.

 

 

 

Derken, hafiften başlayıp artan polis baskısı, başından itibaren çok kararlı bir şekilde tamamen barışçıl olan eylemlere baskınlar, turuncu filelerle kafese almalar, genç kadınların gözlerine gaz püskürtüp kaçmalar, gittikçe büyüyen kalabalıkları resmen tuzağa düşürüp Brooklyn Köprüsü’ne çekip 700 küsur kişilik büyük gözaltı operasyonları derken yerel, yatay, yavaş bir gelişmeye tanık olduk ve iş, kimsenin, hatta muhtemelen çağrıyı yapıp olayı örgütleyenlerin bile beklemediği bir şekilde gelişti: Hiçbir partiye, kuruluşa, lidere bağlı olmayan, hiçbir hiyerarşisi bulunmayan, solcu etiketi bile kullanmayan, alışılmış “devrimci” klişe ve kalıplara uymayan, tüm kararlarını mutabakatla alan bu otonom doğrudan demokrasi hareketi görmek isteyen gözler önünde an be an serpilip gelişiyor şimdi, bir “bozkır yangını” gibi büyüyor, yavaşça bir kültür devrimi halini almaya doğru gidiyor ve bütün ülke sathına doğru yayılıyordu.

 

 

 

Kullandıkları slogan “biz yüzde 99’uz, onlar (varlıklı aileler, bankalar) yüzde 1” idi.

 

Hareket, kısa zamanda Austin, Jersey, Houston, Los Angeles ve Philadelphia gibi kentlere yayıldı. En az 25 eyalette binlerce kişi sokaklara döküldü. Göstericiler, küresel krizin sorumlusu olarak gördükleri Wall Street’in yanısıra, sosyal adaletsizliği ve siyasi sistemi protesto ediyorlardı. ABD Başkanı Obama, göstericilerin kızgınlığını anladığını, sistemin işleyişi ile ilgili hayal kırıklığı yaşadıklarını ifade etti. Dünyanın dört bir yanında Amerika’daki Wall Street eylemlerine destek için gösteriler vardı. Kanada, İtalya, İngiltere, Almanya, İrlanda ve İspanya’da, finansal sistem, sosyal eşitsizlik ve işsizliğin protesto edildiği büyük gösteriler yapıldı. İtalya'nın başkenti Roma'da 200 bin kişinin katıldığı gösterilerde, polis ve eylemciler arasında çatışmalar çıktı. Yaklaşık 150 kişi yaralanırken, en az 20 kişi tutuklandı.  Halkın sokaklara döküldüğü bir diğer ülke İspanya'da 60 kentte gösteriler vardı. Başkent Madrid'de toplanan binlerce kişi, siyasetçilere ve bankalara, ekonomik krizin faturasını ödemeyecekleri mesajını verdi.

 

Aralarında İngiltere’nin Londra, Almanya'nın Berlin ve Frankfurt, İrlanda’nın Dublin ve Kanada’nın Toronto kentlerinin de olduğu, dünya üzerindeki 82 ülke ve bin şehirde de, ekonomik kriz ve siyasetçiler tepkilerin odağındaydı. İşgal hareketinin, Londra ayağında protestocular,  turistlerin kentteki en önemli uğrak yerlerinden St Paul Katedrali etrafına kuruldu. Wall Street eylemlerine bir destek de İstanbul'dan geldi. İnternet üzerinden toplanan yaklaşık 50 kişilik grup, Taksim Gezi Parkı'nda fikirlerini paylaştı. Gösterilerin merkezi New York’ta ise, protestocular yine polis müdahalesine maruz kaldı. Times meydanına akın eden binlerce gösterici, özellikle bankaları ve büyük şirketleri protesto ederken, polis en az 70 kişiyi tutukladı.. Wall Street benzeri protesto yapmak isteyen Chicago'da 175, Arizona eyaletinde 100, başkent Washington’da da 20 protestocu tutuklandı. Mart ayında işaretlerini gördüğümüz kusursuz fırtına nihayet Amerika kıyılarına vurmuştu.

 

Ekonomik kriz yaşayan Yunanistan’da ise Papandreu hükümeti, yeni tasarruf paketini açıklıyor, emekli maaşlarında daha fazla kesintiye gidilip, emlak vergisinin kapsamı genişletiliyor ve 30 bin devlet memuru işten çıkarılıyordu. Savunma Bakanı  Beglitis, Yunan halkının bundan sonra daha yoksul bir yaşam süreceğini kabul etmesi gerektiğini söylerken, yeni vergilere tepki gösterenlerden Başbakan Yardımcısı Pangalos, “Ödemiyorum” grubuna katılıp,  “Venizelos gelsin beni tutuklasın” diyordu. Son veriler, ülkedeki işsizliğin geçen yıla göre yüzde 4,4 arttığını, 1 yılda 211 binden fazla insanın işsiz kaldığını gösteriyordu. Yani zaten baştan beri tek amacı öncelikle Alman ve Fransız bankalarını kurtarmak olan paket Yunanistan lehine işlemiyordu. İtalya ve İspanya’da parlamentolar, seçmenlerin büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına rağmen yeni mali kısıtlamalar ve vergi artışları içeren yeni tasarruf önlemlerini onaylıyor ve demokrasi açığının altını bir kez daha çiziyorlardı.

 

Demokrasi açığı demişken, Fransa Romanlara uyguladığı ayrımcılığı sürdürüyor,  Lyon kentindeki iki kampa düzenlediği operasyonla 450 Roman’ı daha sınırdışı ediyordu. Gafları bakımından İdris Naim Şahin’i aratmayan Fransa İçişleri Bakanı, operasyonların sadece “suç işleyen” Romanlar’ı hedef aldığını söylüyor, çeşitli suçlardan yargılananların yüzde 10'unun Roman olduğu gibi saçma sapan bir istatistik de veriyordu.

 

Brezilya'dan ise bir çevre zaferi haberi geliyordu. Mahkeme, Amazonlar'da inşa edilecek ve yapımı halinde bölge yerlilerinin “kan çıkar” dediği tartışmalı dev hidroelektrik santral projesini durduruyordu.

 

 

 

Brezilya hükümeti, kararı temyize götürmeye hazırlanıyordu ama zafer şimdilik aktivistlerindi.

 

Memleket meselelerine dönersek. Eylül ayında Türkiye ile Dünya bir çeşit paralel kâinat sendromundaydılar. 1 Eylül Barış Gününde sivil toplum kuruluşları,demokratik kitle örgütleri,partiler ve sendikalar Kadıköy’de biraraya geldi, artan operasyonların sonlandırılması ve silahların susması istendi. Ancak miting daha başlayamadan, polis gaz bombasıyla müdahale edecek,  38 kişi, PKK adına eylem ve propaganda yapmak ve kamu malına zarar vermekten tutuklanacaktı. Barış sözde kalıyor, hem KCK operasyonları hem de PKK saldırıları sürüyordu. Tunceli’de halı sahada futbol oynayan polislerin PKK’lılar tarafından taranmasıyla, bir başkomiser ile onu izleyen eşi hayatını kaybediyor, Hakkari  Şemdinli’de yaşanan çatışmada bir polis ve bir asker ile, ateş altında kalan, biri 14 yaşında çocuk dört sivil, Hakkari Yüksekova’da polis zannedilerek ateş açılan bir mühendis, Siirt Pervari’de Jandarma Karakolunu hedef alan saldırıda altı asker, Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde polis aracını hedef alan silahlı saldırıda bir polis, Bitlis’teki polis meslek yüksekokuluna saldırıda bir polis okulu öğrencisi, Ankara Kızılay Kumrular caddesinde patlayan bombayla beş sivil, Batman’da bir polis aracını hedef alan PKK saldırısında, çapraz ateş altında kalan bir kadın ve dört yaşındaki küçük kızı, Bitlis’te düğünden dönerken araçlarına yapılan uzun namlulu ve roketli saldırıda dört kadın…

 

Liste saymakla bitmiyor, şiddet almış başını gidiyordu. Elazığ ve Diyarbakır’da toplam 12 öğretmen kaçırılıp, serbest bırakılıyordu. Diyarbakır, Siirt, Batman, Şırnak ve Mardin'deki sivil toplum kuruluşları, “sivil çığlık” başlığıyla ortak bir açıklama yaparak, saldırıları şiddetle kınadı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Tunceli’de 2 bin askerin katılımıyla büyük bir operasyon başlatılıyor, Türkiye’nin sınırötesi harekat yapmasına olanak sağlayan tezkereyi bir yıl uzatan düzenleme Meclis Başkanlığı’na sunuluyordu. Gidişatın vahameti ortadayken Eylül’ün sonuna doğru, BDP’nin Meclis boykotu sona erdi. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, barış hareketini ve diyalog zeminini tekrar oluşturmak için, 1 Ekim’den itibaren Meclis’e dönme kararı aldıklarını açıklayacaktı.

 

Şiddet olayları son hız devam ederken bir yandan da KCK operasyonları sürüyor ve çözümsüzlük sanki pekiştirilmek isteniyordu. 10 günde 400 kişi gözaltına alınmış, bunların 94’ü tutuklanmıştı. Başbakan’ın "terörle mücadele, siyasetle müzakere" açıklamasını değerlendiren BDP 3 bin 500 Kürt siyasetçi tutuklandığını açıkladı. Aynı günlerde, birkaç ay önce varlığı hükümet yetkililerince defaatle reddedilen MİT ve PKK arasındaki görüşmelerin ses kaydı basına sızdırıldı ve yoğun tartışıldı. Siyasilerden farklı tepkiler geliyor ama önemli olan, halkın hiçbir kesiminden büyük tepki gelmiyor olmasıydı. Artık müzakerelerin olağan karşılanması belli belirsiz bir umut yaratıyordu. Ses kaydına kamuoyunun büyük kısmının sessiz kalmasını değerlendiren BDP eşbaşkanı Demirtaş, örgüt-devlet temasına ilişkin "demek ki kamuoyunda kıyamet kopmuyor" diyerek bu noktaya dikkat çekiyordu.

 

Eylül ayında, süregelen Türkiye- İsrail gerilimi de tekrar tavan yapıyor, uzun süredir beklenen BM’nin Mavi Marmara raporu açıklanıyordu. Raporda Türkiye'nin özür, tazminat ve Gazze ablukasının kalkması taleplerinden, sadece tazminat konusu, o da tavsiye olarak yer alıyor, İsrail’den resmi özür yerine üzüntüsünü uygun biçimde dile getirmesi isteniyordu. Raporun en absürd yanı ise Gazze ablukasının yasal olduğunun belirtilmesi olurken, İsrail’in Mavi Marmara’ya yaptığı baskının ‘aşırı ve mantıksız’ olduğu belirtiliyor ve dokuz kişiyi öldüren İsrail komandolarının kendilerini korumak zorunda kaldıkları ifade ediliyordu.

 

Raporun açıklanmasını takiben Türkiye İsrail’e yaptırım kararı alıyor ve diplomatik ilişkileri ikinci  katip düzeyine indiriyordu. Rapor üzerinden savaş çığırtkanlığı da başlıyor önce Başbakan Erdoğan’ın İsrail’i ‘şımarık oğlan’ olarak nitelemesi ve bundan sonra Doğu Akdeniz’de Türk gemilerinin daha sık görüleceğini söylemesi üzerine alışıldık bazı basın yayın organları açıkça savaş hesapları yapmaya başlıyorlardı. Bu sırada Filistin yönetimi lideri Mahmud Abbas, Amerika ve Avrupa’nın yoğun engelleme çabalarına rağmen, ülkesinin tam üyelik başvurusunu BM Genel Kurulu'na sunuyor, aynı günlerde İsrail hükümeti, Doğu Kudüs'te bin 100 yeni yerleşim inşasına onay veriyordu.

 

Bugünlerde Kıbrıs Rum Kesimi’nin, Akdeniz'de başlattığı sondaj çalışmalarına, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Kıta Sahanlığı anlaşması imzalayarak yanıt veriyor ve Piri Reis gemisi, Türk donanmasından gemiler eşliğinde, sondaj çalışmaları için Doğu Akdeniz’e gönderiliyordu. Amerika’nın füze kalkanı kapsamında, NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye kuracağı radar üssünün yeri Malatya Kürecik olarak açıklanıyor ve Washington ve Ankara arasında imzalar tabir caizse füze hızıyla atılıyordu. Elbette ki Rusya ve İran başta olmak üzere Türkiye’nin komşuları bu durumdan memnun olmadıklarını yüksek sesle dile getiriyorlardı. Türkiye’nin komşularla sıfır sorun politikası, sıfır komşu, sonsuz soruna dönmüş gibiydi.

 

Belki de sıfır sorun politikası, işkenceye sıfır tolerans ile karıştırılıyordu. Komşulara sıfır tolerans ve işkenceyle sıfır sorun. İşkence sonucu ölen Engin Çeber ile ilgili davada Yargıtay, mahkeme kararını usulden bozuyordu; Metris Cezaevi ikinci Müdürü Fuat Karaosmanoğlu ve üç gardiyan işkence suçlamasıyla müebbet hapse mahkum edilmiş, sanıklar karara itiraz etmişti. Yargıtay’dan bir bozma kararı da Şemdinli davası için geldi. Hakkari Şemdinli’de Umut kitapevinin bombalanmasıyla başlayan  Şemdinli Davası’nda 1 kişiyi öldürmek ve 4 kişiyi yaralamaktan 8 yıl hapis cezası alan uzman çavuş Tanju Çavuş’un cezası, Yargıtay tarafından bozuldu. Olayı “meşru müdafaa” olarak nitelendiren Yargıtay, Çavuş’a ceza verilmemesine hükmetti.

 

Bunca militarist söylem ve eylem arasında umut verici gelişmeler de oluyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, daha önce ülkelerin inisiyatifine bıraktığı vicdani ret hakkını, özgürlükler arasına alarak, üye ülkelerden  bu alanda yeni düzenleme istiyordu. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye’ye Aralık ayına kadar bu konuda gerekli değişiklikleri yapması çağrısında bulunuyor. Vicdani retçileri ağır ve mükerrer biçimde cezalandıran Türkiye, zorunlu askerlik yapmak istemeyenlere alternatif hizmet yolları üretmemesi halinde, bazı yaptırımlar ile karşı karşıya kalacağı bilgisini alıyordu. Er Uğur Kantar’ın Kuzey Kıbrıs’ta büyük bir sinizmin eseri olarak Disko diye adlandırılan o cehennemi disiplin koğuşunda ağır ve sistematik işkenceyle ölmesi sonucunda Meclis İnsan Hakları Komisyonu, “askerlikte kötü muamele” iddialarını ele almak üzere bir alt komisyon kuruyordu. İnsan Hakları Komisyonu başkanı Sefer Üstün, kötü muamele iddialarıyla ilgili çok sayıda şikâyet geldiğini söylüyordu.

 

Öte yandan, mahkum hakları konusunda acı bir gelişme yaşanıyordu. Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde bir cezaevi nakil aracında beş mahkum, kilitleri çözülmediği için göz göre göre yanarak can verdi. Bu olay üzerine Adalet Bakanlığı tutuklularının ifadelerinin uzaktan alınmasına imkân sağlayacak bir sisteme geçilmesi kararını alıyordu. Akşam yemeğinden sonra günaydın demek gibi bir şeydi bu bir yandan, ama bir yandan da, zorla da olsa nihayet atılmış bir reform adımı diye sevinebilirdik –  züğürt tesellisi olarak.

 

OcakŞubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık