Kayıp ve Yas

Makale - Yorum - Analiz
-
Aa
+
a
a
a

Muktedirin yaşadığı şeddeli yenilginin yarattığı şokun çökkünlüğü bir önceki ile kıyaslanamaz büyüklükteydi...

 

Fotoğraf: CHP

Osman Elbek'in T24 yazısı

Bu yazı, bir fikri takip yazısıdır.

31 Mart seçimlerinin hemen ardından kişisel ve toplumsal kayıpları irdelemeyi amaçlayan yazımda yer alan iddia ve saptamaların yenilenen İstanbul seçimleri sonrasında gözden geçirilmesidir.

O gün gidenin ardından bu dünyada kalan kişiler açısından kaybın ağırlığını belirleyen kaybedilenin kimliğidir demiştim. Yitip giden geride kalan kişiler için ne kadar önemliyse, onlar için ne kadar fazla bir değer taşıyorsa kaybın acısı o kadar katlanır diye eklemiştim.

Anlaşılan o ki İstanbul, ekonomik ilişkiler açısından muktedir için kaybedilmesi göze alınamayacak kadar önemli ve siyaseten yitirilemeyecek kadar değerliymiş.

Aşk değil tutkuymuş yani. Başka birisiyle paylaşılamayacak kadar hırsmış. Başkasına layık görülemeyecek kadar kibirmiş...

Ama biliyoruz ki aşk ne kadar özgürlükse, tutku o kadar esarettir. Aşkın öznesi, tutkuda nesneye dönüşür. Mülke ve mülkiyete tabi kılınıp boğulur. An gelir “Ya Benimsin Ya Kara Toprağın” hezeyanıyla öldürülmeye bile kalkışılır.

 

Oysa aşk -tutkunun aksine-, aşığın gitme ihtimalini ilk günden kabul ederek, onu her gün kaybetmemeye çalışmaktır. Maşuğun kendisinde eriyip kaybolmasını isteyen bir teklik histerisi karşısında, bir imkânsızlık düşü olarak iki kalarak biz olmaktır aşk.

Aşk, aşıktan bağımsız olarak maşuğun bir özne olarak yaşama hakkını tanımaktır. Bu hakka saygı göstermektir. Ve günü geldiğinde kendisinin gideceğini bilip “Ben Ölürsem Sevdiceğim Sağ Olsun” diyebilmektir.

Ama kendisinden başka kimseleri sevemeyen narsistler asla aşık olamazlar. Olsa olsa kendi tutkularının esiri olurlar.

Çünkü narsistler kendilerinden başka hiçbir şeye değer vermezler. Paramparça olmuş egoları nedeniyle kendilerinden başka hiç kimseyi görmezler. Gözleri, tıpkı nehirde akseden yüzüne aşık olan Narkissos gibi sadece kendilerine dönüktür.

Başarı ve yeteneklerini abartırlar, sınırsız zekâ ve güç üzerine hayaller kurarlar. Kendilerinin eşi bulanmaz özellikte birisi olduğuna inanırlar. Ancak bu özelliklerinin herkes tarafından fark edilemeyeceğini düşünerek sınırlı ve değişken bir arkadaş grubuyla temas ederler. Hiç kimsenin kendilerinin derinliğini anlayamayacaklarını zannettiklerinden dolayı çevrelerindeki insan grubunu sürekli değiştirirler. Çünkü beğenilmek, çok beğenilmek, hep beğenilmek isterler. Kendilerine yönelecek en ufak bir uyarı ve siteme dahi tahammül edemezler. Her zaman kişileri ve olayları kendi çıkarları için kullanmaya çalışırlar. Tahmin edilemeyecek kadar pragmatistirler. Her şeyi, her başarıyı, her mevkiyi hak ettiklerini düşünürler. O hak ettikleri hedefe ulaşmak için her yolu kendileri için hak olarak görürler.

Empati yapamazlar. Tuz buz olmuş egoları nedeniyle kendilerinden başkasını hissedemezler. Başka bir kişinin gözlerinden dünyaya bakamazlar. Başka insanların ihtiyaçlarını zerre kadar önemsemezler. Ama herkesi kıskanırlar.

Hasettirler. Küstahtırlar.

Onlar için öteki’nin tek anlamı, öteki olarak kendilerinden başka bir değer olması değil, tam aksine muktedirliklerinin kanıtı olarak ele geçirilecek bir hedef olmasıdır sadece. Her hedef gibi ele geçirildikten sonra anlamsızlaşan ve ona ihanet edilen bir hedef...

Ne hazin ki ele geçirilecek hiçbir hedef onların egolarının kırılganlığını onaramayacaktır.

Onlar bedensel yok oluşa kadar ruhsal iğdiş edilmişliğin ıstırabıyla hem kendilerine hem de muktedirlikleri oranında çevrelerine elem vereceklerdir.

Bilelim ki, her faşizmin altında patolojik bir narsisizm ve pek çok kişi tarafından paylaşılmış patolojik bir narsistik dava saklıdır.

Şok ve İnkâr

7 Nisan 2019 günü benlikte travmaya neden olan her kayıp bir “şok” ile başlar. Kişi duyduğuna, gördüğüne, apaçık ortada duran gerçeklere inanmaz. Gerçekliği anlamsız biçimde reddeder diyerek reddedişin çoğu zaman rasyonel gerekçelerle de açıklanamayacağını yazmıştım.

Tıpkı muktedirin rasyonel gerekçelerle açıklanamayacak biçimde İstanbul seçimlerine itiraz etmesi ve hukuk dışı bir kararla seçimi iptal ettirmesi gibi.

Oysa ortada apaçık bir gerçek vardı: İstanbul gönlünü başka bir hırsıza kaptırmıştı.

Onca zamandır havuza dönüştürülmüş medya aracılığıyla her gün fırça yemekten, bir ergen gibi atılan triplerden, her yerde hep aynı yüzü görmekten, herkesin hain ilan edilmesinden bıkıp usanmıştı.

Daha önemlisi yeni aşık, ona başka bir dille seslenmekteydi. O da bu sese kulak vermişti. Birlikte biraz zaman geçirerek onu daha yakından tanımak istiyordu.

Aşığın, maşukun bu halini anlaması ve gerçeği kabullenmesi gerekiyordu. Hem belki bu flörtten beklediğini bulamayacaktı İstanbul. Dahası aşığın yaşayacağı kayıp ve özlem duygusu, aşkın insanı insanileştirdiği gibi muktedire de ölümlü bir fani olduğu gerçeğini yeniden hatırlatabilirdi. Onu yeniden insani vasıflara kavuşturabilirdi.

Olmadı: kibir ve tutkusu izin vermedi. İstanbul da bir daha geri dönmemek üzere terk etti muktediri.

Çökkünlük

Her kaybın ardından gözlenen çökkünlük dönemi 31 Mart sonrasında fazla değildi oysa. Ne de olsa yarışın sonucunu foto finiş belirlemişti.

Yani maşuğun gönlü tümüyle kaymamıştı yeni aşığa.

O gün itibariyle aşığa düşen olanı biteni layıkıyla değerlendirmekti. Nefret söylemleri ve hain suçlamalarının nedenlerini ortaya koymak, yüzyıldır yok sayılmak istenen bir halkın temsilcileriyle yeniden temaslar kurmak ve tanzim kuyruklarında ekmeğinin derdine düşmüş insanların önünde sergilenen israf ve şatafattan dolayı özeleştiri vermek gerekiyordu.

Eğer herşey yitip gitmediyse, eğer İstanbul’a gerçekten sevdalanılmışsa ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için neyi değiştireceğini bulmak, ötekini suçlamaktan vazgeçip sahici bir yüzleşmeyle yanlışlarını düzeltip hayata devam etmek şarttı.

Ancak yapılan bunun tam aksiydi.

Oysa bu dünyada çivi çiviyi sökmedi hiçbir zaman. Soylu’ların öfke ve nefret kusan dili hiçbir yaraya derman olmadı hiçbir zaman.

Ama gelin görün ki sadık emanetçi tarafından sürdürülen kısacık bir icraatın içinden molasının ardından bildiğimiz yüzyıllık oyunlar sahneye konuldu. Ahlâk, etik, onur kavramları maşuğu elde etme pahasına insafsızca çiğnendi.

Aslında doğruyu ifade etmek gerekirse başka da bir yol kalmamıştı onlar için. Çünkü insani sınırları çoktan aşmışlardı. Gezi’de bu ülkenin geleceğini yok etmeye kalkışmışlar, bıyıkları terlememiş çocukların annelerini miting meydanlarında yuhalatmışlar, ölüme bile saygısızlık ederek bir annenin cenazesini yedi gün sokaklarda bekletmişlerdi.

Adına Türkiye denilen bu ülkede siyasi iktidarın sınırsız öfkesinden nasibini almayan hiç kimse kalmamıştı.

Memleketin tamamında esen korku rüzgârlarının aksine muktedirin katında yatlar, katlar, çekler, köprüler ve binbir yolla aktarılan milyon dolarlık rakamlar uçuşmaktaydı.

Hayat kimileri için çekilmez oldukça, kısıtlı bir çevre için o oranda güzelleşmekteydi. Ülke içeride ve dışarıda zora ve zorluklara gark oldukça, kimileri için o oranda sefa katlanmaktaydı.

İstanbul seçimlerinin yok yere iptal edilmesi tüm bunların üzerine eklenen bir damlaydı sadece. Milyarlarca damlanın üzerine eklenen son bir damla...

Gelin görün ki an geldiğinde bir damla hayatın tüm akışını değiştirir. İstanbul örneğinde olduğu gibi maşuk, aşığın değişmeye gönüllü olmadığını, aksine kendisini kandırmaya ve bu sayede elinde tutmaya çalıştığını fark etti. Ancak bu tutum herşeyden önce maşuğun aklına, fikrine, zekâsına, onuruna ve sevgisine hakaretti. Bu nedenle aşığa temelden ve esastan bir hayat dersi oldu 23 Haziran.

Muktedirin yaşadığı şeddeli yenilginin yarattığı şokun çökkünlüğü bir önceki ile kıyaslanamaz büyüklükteydi artık.

Maşuk, kastre ederek fallik gösterenini kesmişti. Kibirini ve gücünü ayakları altına almıştı tutkusuna yenilenin...