Fotoğrafla resmin etkileşimi: Bir dargın, bir barışık ilişki

Foto Müze
-
Aa
+
a
a
a

İcadından sonraki ilk zamanlarında fotoğraf ne kadar resme benziyorsa o kadar başarılı kabul ediliyordu. Tabii ressamlar da konularını ve detayları ince ince işleyip, gerçekmiş gibi resimler yaparak fotoğrafa yaklaşıma çabası içindeydiler. Zamanla bu iki sanat birbirini pek çok açıdan etkiledi. İşte bu haftaki konumuz fotoğrafla resim arasındaki, bir dargın bir barışık ilişkiye dair.

Fotoğrafla resmin etkileşimi: Bir dargın, bir barışık ilişki
 

Fotoğrafla resmin etkileşimi: Bir dargın, bir barışık ilişki

podcast servisi: iTunes / RSS

Geçtiğimiz programlarda da söz ettiğimiz gibi, fotoğraf sahneye çıktığında ressamlar büyük bir telaşa kapıldı. Üstelik bu yersiz bir telaş da değildi. Portre ressamlarının çoğu işinden oldu. Ekonomik durumları gittikçe kötüleyen kimi ressamlar da çareyi fotoğrafçılık yapmakta buldular.  Üstelik içlerinde bu yeni icadı ‘ruhsuz ve duygusuz’  olarak niteleyenler de vardı.

İlk fotoğrafçıların büyük kısmının ressam ve gravürcü olması, iki sanat arasındaki etkileşimi güçlendiren nedenlerden. Bu isimlerin en başında fotoğrafın mucidi Daugerre’i saymalıyız. Çağdaşlarından etkilenmiş olan Daguerre,  Gericault ve Delacroix gibi dönemin önde gelen ressamlarını yakından takip eden biriydi. 

Ardından, Gustave Le Gray, Roger Fenton, Emile-Jean Horace Vernet, Frédéric Goupil Fesquet, David Octavius Hill, Charles Negre, Charles Marville, Gaspard-Félix Tournachon Nadar isimleri sayabiliriz ki fotoğraf tarihinde iz bırakmış bu kişilerin mesleki geçmişlerinde ve fotoğraf çalışmalarında resim sanatının etkileri rahatlıkla gözlenir. 

Pek tabii ki fotoğrafçılığa geçenlerin dışında, mesleklerine devam eden ressamlar da vardı. İlginçtir ki onlarında birçoğu resim yaparken fotoğrafın nimetlerinden faydalanmayı ihmal etmedi. Özellikle Oryantalist ressamlar… Resimlerinde kullandıkları Doğuya özgü detayları; ya fotoğraflara bakarak ya da satın aldıkları kıyafet ve eşyaları inceleyerek tuvallerine geçirdiler. Bilindiği gibi Doğu’ya ait mimari öğeler olsun, kumaş desenleri olsun ya da sedef kakma mobilyalar olsun; bunlar gibi pek çok obje özellikle Batılı ressamlar için akılda tutulamayacak detay ve zenginlikteydi. Bu sebeple fotoğraf; atölyesinden dışarı çıkmadan iş üreten bu ressamlar için büyük bir yardımcı araç oldu.

Oryantalist ressamlarımızdan Osman Hamdi'nin de sık sık fotoğraftan yararlandığı biliniyor. Mimari unsurları, süslemeleri ve yazıları gerçek durumlarıyla yansıtabilmek için fotoğrafları karelere bölerek resimlerine aktardı Osman Hamdi. Ayrıca onun tablolarında sıkça karşımıza çıkan sarıklı erkek figürü de kendisi. Osman Hamdi’nin bu tabloları yaparken, çeşitli zamanlarda çektirmiş olduğu kendi fotoğraflarına bakarak yaptığı biliniyor.  

Osmanlı sarayında ressam olarak görevlendirilen İtalyan Fausto Zonaro da Oryantalist resimlerinde, özellikle harem sahnelerinde karısı Elisa'nın çekmiş olduğu fotoğraflardan bolca yararlandı. Paris'te 18 ay fotoğraf eğitimi alan ve istediği zaman hareme girip çıkabilen Elisa'nın çekmiş olduğu fotoğraflardaki genç hanımlar, eşi Zonaro’nun resimlerine kaynaklık etti.

Ressamlar sadece fotoğrafı kareleyip büyüterek resim yapmıyordu, 1860'ların başından itibaren çoğu, çalışmalarında projeksiyondan da faydalandı. Resimlemek istedikleri fotoğraf karesini, projeksiyon makinesi sayesinde istedikleri büyüklükte tuvale yansıtıp ardından bu görüntülerin üzerini yağlıboya, suluboya, guvaş veya pastel boyalarla boyayarak resim yaptılar. Hatta projeksiyondaki görüntüyü,  ışığa duyarlı hale getirilmiş tuvale, doğrudan doğruya aktardıkları bilgisi de kaynaklarda var.

Kendi çektiği fotoğrafları kullanan ressamlar kadar, fotoğrafçıların çektiklerini de kullananlar da çok. Mesela; Jean- Auguste Dominique-Ingres Gustave Courbet, Edgar Degas, Toulouse Lautrec, Edward Munc, Francis Bacon gibi resim dünyasının en önemli isimlerini sayabiliriz.

Bizim topraklarımızda da aynı şekilde, fotoğraf ve resmin iç içeliği gözleniyor. Mesela, İstanbul'da uzun süre yaşayan ve Osmanlı darphanesinde baş hakkaklık yapan James Robertson’ın da resimle bağı var. Hatta bir ara açtığı stüdyosunda, çektiği fotoğrafları suluboya ile renklendiriyor.

Yine Osmanlı Dönemi'ne damgasını vuran bir diğer önemli stüdyo Abdullah Biraderlerin kurucusu Viçen Abdullah ve kardeşi Kevork Abdullah da, resim bilgileri sayesinde son derece başarılı işler ortaya koydular. Ünü dünyaya yayılan bu stüdyonun, yani Abdullah Biraderlerin en büyük üyesi, abi Viçen Abdullah, fildişi üzerine minyatür boyamada usta ve bir ara dagereotipleri elle renklendirdiği bilgiler arasında.  

Osmanlı döneminden başlayıp Cumhuriyet dönemine uzanan oldukça uzun bir süre faaliyet gösteren Phebüs fotoğrafhanesinin kurucusu Bogos Tarkulyan da resim eğitimi almış ve portre ressamlığı yapmış sanatçılarımızdan. Tarkulyan'ın renklendirdiği fotoğraflarla ll. Abdülhamid'in beğenisini kazandığı ve ödüllendirildiği biliniyor. İşte bu stüdyoda ressam Ohannes Kürkciyan’ın fotoğraftan yağlıboya portreler çalıştığını, İstanbul Askeri müze ve bazı özel koleksiyonlardaki örneklerden gözlemleyebiliyoruz. Öyle ki Kürkciyan kendi ismiyle birlikte, çalıştığı atölyenin yani Febüs’ün ismini de eserlerinde belirtmiş.

Bir diğer ressam fotoğrafçı da Ferit İbrahim. Hoca Ali Rıza ile de yakın ilişki içinde olan İbrahim’in başarılı portre fotoğraflarının ardında yatan, resim bilgisidir. Aynı zamanda ilk foto muhabirlerimizden olan Ferit İbrahim, stüdyosunda sık sık tuvalinin başına geçerek resim de yapmaktaydı.

Fotoğrafla resmin iç içeliği sanatçıların mekânlarında da gözleniyor. Resim atölyelerini ziyaret eden fotoğrafçılar kadar, eserlerini fotoğrafhane vitrinlerinde sergileyen ve satışa sunan ressamlar da var.  Mesela, önemli fotoğrafçılarımızdan Pascal Sebah'la kardeşi Kosmi Sébah’ı ele alalım. İki kardeş, 1860 yılında aynı stüdyoda çalışmaya başlıyorlar. Fakat Kosmi Sebah 1875 yılında Beyoğlu'nda kendi adına bir stüdyo açıyor ve burada kendi çektiği fotoğrafların yanı sıra, İstanbullu ressamların tablolarını da satışa çıkarıyor. Yani ressam ve fotoğrafçılar arasındaki ilişkiler de mekânlar da iç içe…

Aynı şekilde ve az önce sözünü ettiğimiz Abdullah Biraderler de stüdyonun vitrininde Osman Hamdi Bey, Sarkis Diranyan ve Stanisław Chlebowski gibi ressamların resimlerini sergiliyor.  Ayrıca Osman Hamdi Beyin dünyaca ünlü hocası Jean-Léon Gérôme 1875 yılında ikinci kez geldiği İstanbul’da dostları Abdullah Biraderler’de kalmış ve bazı tablolarında onların fotoğraflarından yaralanmış. 

Fotoğraf sahneye çıktığında, yüzlerce yıllık resim sanatının bu yeniyetme sanata baskı yapması, etkisine alması da gayet normal. 

İşte bu baskıyı üzerinde hisseden bir grup İngiliz fotoğrafçı 1850'lerde,  fotoğrafın da resim gibi önemsenmesini ve sergilenmesini istiyor ve High-Art akımıyla bu isteklerini dile getiriyor. Bu fotoğrafçılar, fotoğraflarında günlük olaylardan uzak İncil, şiir ve efsanelerden aldıkları konuları; hem simgesel, hem de ahlaki konuları işlemeye başlıyorlar. Hatta önce çizimle desenler hazırlayıp sonra da modelle çekim yapıyorlar. Ki bunlarda üst üste çoklu baskı gibi çeşitli yöntemler kullanıldı.  O dönemde fotoğraf ne kadar resme benziyorsa o kadar başarılı kabul ediliyordu. Tabii ressamlarda konularını ve detayları ince ince işleyip, gerçekmiş gibi resimler yaparak fotoğrafa yaklaşıma çabası içindeydiler.

Bu arada, fotoğrafın resmin tahtını sarsacağını düşünen ressamlar; fotoğrafın mekanik yolla üretildiğini ve çoğaltılabilirliğini öne sürerek fotoğrafın sanat olamayacağını söyleyip saldırmaya başladılar. Bunun üzerine fotoğrafçılar da karşı saldırıya geçerek fotoğrafla resim yaptıklarını öne sürdüler. Ancak bu çekişmelerin her iki sanata da faydalı olduğu, yön verdiği zaman içinde ortaya çıktı. Zira resmin asıl görevinin gerçeği kaydetmek ve aktarmak olmadığı anlaşıldı. Böylece resmin ufku açıldı, kendine yeni yollar bulup gerçek kimliğine ve özgürlüğüne kavuştu. Yani fotoğraf, resmin kendini yeniden tanımlamasına ve ifade etmesine vesile ve ölçü oldu.

Başka katkılardan da söz edebiliriz. Fotoğraf teknolojisi, zaman içinde görme biçimlerini de değiştirdi.  Mesela hareketlerin dondurulmasıyla elde edilen yeni gerçeklikten söz edebiliriz. 1879 yılından itibaren fotoğraf alanında jelatinli gümüş bromürün kullanımı yaygınlaştı. Hem kullanımı kolay hem de hızlı olan bu yöntem sayesinde anın dondurulması mümkün oldu. Böylece gözün takip edemeyeceği kadar hızlı hareketlerin kaydı da mümkün oldu. Yani zıplayan, atlayan, koşan ne varsa onu net olarak kaydetme imkânı doğdu. Enstantane fotoğraflar, bilinen bazı gerçeklerin yanlışlığını da ortaya çıkardı. Örneğin İngiliz Eadweard Muybridge’in çektiği bir dizi fotoğraf sayesinde, o güne kadar resmedilmiş atların bacak hareketlerinin yanlış çizildiği anlaşıldı. Bu durum aynı zamanda, resimde o güne kadar gelen gelenekçi yapının da sorgulanmasını sağladı. Neydi gelenekçi yapı dediğimiz şey? Gördüğünü değil bildiğini yapan ve kendinden önceki ressamları tekrar eden anlayış… Oysa fotoğraf, atın ayak hareketlerinde olduğu gibi gerçekleri tüm çıplaklığıyla, tartışmasız ortaya koydu. Bu anlamda fotoğraf görme biçimlerini de değiştirmiş ve sarsıcı bir etki yaratmıştır diyebiliriz.

Fotoğraf teknolojisinin resim sanatına bir katkısı daha oldu; Hareketin kaydedilmesi. Kastettiğim şey, düşük enstantane çekimlerde,  hareket eden nesnelerin flu çıkması, sabit duranların ise aynı kare içinde net olarak kaydedilmesi…

İşte, fotoğraf makinesinin hareketi kaydedebilme özelliği resim sanatında bir akımı doğrudan etkiler; Fütürizmi. Bu akım, geçmişin köhneleşmiş birikimine karşı yeni bir toplumsal dinamizmin heyecanını savunuyordu. Fütürist resimlerde, tıpkı krono fotoğraflarda olduğu gibi, nesnelerin hareketleri aynı kare içinde üst üste yer aldı.  Fütürizmin önemli temsilcilerinden Giacomo Balla uzun süre fotoğrafla ilgilenmiş biriydi. Sonradan resimlerinde fotoğrafın bu özelliğini kullandı. Böylece o güne kadar yapılamayan hareket ve dinamizm, fotoğraf sayesinde resme aktarılmış oldu.

Zaman içinde fotoğrafta da farklı yaklaşımlar ortaya çıktı. Ressamlar ve fotoğrafçılar arasında yaşanan tartışmalar, fotoğrafçıların kendi aralarında da görüldü. Empresyonizm (izlenimcilik) ve natüralizm gibi disiplinleri de içinde barındıran pictorialist (resimsel) akım, High-Art'dan farklı bir anlayışı içeriyordu. Alfred Stieglitz'in başını çektiği izlenimciler High-Art fotoğraf akımını başıboş bir yaklaşım olarak değerlendirdiler ve fotoğrafın daha bağımsız olması gerektiğini öne sürdüler. Peter Henry Emerson da, öncülüğünü yaptığı Natüralist akım için fotoğrafın kendi değerlerinin yeterli olduğunu savundu. Emerson fotoğrafa müdahaleyi reddedip, doğayı olduğu gibi yansıtılmayı öneriyordu. Ve giderek izlenimci ressamlar gibi anlık duyumları vurgulamaya başladı. Yine bu dönemde eleştirmenler de fotoğrafın pek çok özelliğinin bulunduğunu, bu nedenle de resim sanatını taklit etmesine gerek olmadığını savundular. Ve eğer taklitçilik devam ederse fotoğrafın,  kendi sanatsal kişiliğinin gelişmesini engelleyeceğini vurguladılar.  

Fotoğraf tek başına tüm bu çekişmelerin ya da olumlu-olumsuz etkileşimin nedeni değildi elbet. Gerçek neden, fotoğrafın da keşfini sağlayan gelişmeler ve toplumda yarattığı değişikliklerdir. Bunda Sanayi Devrimi’ni hazırlayan nedenler kadar devrimin kendi de büyük etki yarattı. Önce İngiltere'de başlayan sonra tüm Avrupa'ya yayılan Sanayi Devrimi, buharlı makinelerin yapımının, dolayısıyla makineleşme çağının başlangıcıdır. Yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin yarattığı endüstri de resim-fotoğraf ilişkisini etkileyen nedenlerden. Tüm bu gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni sosyal sınıflar, ressamları aristokrasinin ve kilisenin etkisinden kurtardı. Ressamların sipariş üzerine resim yapmayı bırakmaları onları bir anlamda özgürlüğe kavuşturdu. Artık toplumda beğeniler de değişmeye başladı. Kilisenin ve aristokrasinin elinden kurtulan ressamlar artık,  kendi duygu ve düşüncelerine göre resim yapmaya başladılar ve bunları da yeni gelişen burjuva sınıfının beğenisine sundular.

Aynı dönemde bizim topraklarımızda, fotoğraf alanında böyle kuramlar üretilmedi. Ancak az önce de söz ettiğim gibi, ilk fotoğrafçıların sahip olduğu yüksek kültür seviyesi ve resim bilgisi sayesinde; her iki sanatta da ortak olan ışık, kompozisyon, gibi estetik ögelerin fotoğraf alanında da kullanımı mümkün oldu. Ayrıca bu fotoğrafçılar, stüdyolarının isim ve logolarını, resmin yüzlerce yıldır kullandığı değerlerden seçtiler. Phebüs, Apollon, Venüs gibi Yunan mitoloji ve sanatına ait unsurlar, stüdyolarımız tarafından isim olarak seçildi. Bir başka örnek Foto Ressam… İlk Müslüman fotoğrafçılarımızdan Rahmizade Bahattin Bediz'in kalfası Rıza Bey uzun yıllar Şevket Bey'den resim dersleri almış, daha sonra da akademi de eğitim görmüş bir isim... Resne'de uzun yıllar çalıştıktan sonra Ankara'ya yerleşen Rıza Bey stüdyosuna bu ismi taktı.

Galatasaray'daki stüdyolardan Foto Pastel de buna örnek verilebilir. Ayrıca fotoğraf damgalarında ve fotoğraf kartlarında sıkça rastlanan palet-fırça resimleri de yine bu etkinin izlerini taşıyor.