Açık Gazete'de Ali Bilge'yle söyleşi: 'Sübjektif samimiyet'

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle konumuz 'Sübjektif Samimiyet'.

Fotoğraf: Reuters
Ekonomi Politik: 4 Mart 2019
 

Ekonomi Politik: 4 Mart 2019

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali bey!

 

Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, Günaydın Can, Selahattin merhaba! İyi haftalar.

 

ÖM: Evet, aslında gayet umutlu bir başlangıç yaptık, çok korkunç bir durum olmasına rağmen ortalıkta, gençliğin de büyük bir isyanı göze çarpıyor. Bakalım ne olacak? Noam Chomsky de “Her bir dergide her gün toptan bir felakete doğru yöneldiğimizi söyleyen bir çığlık manşet olmalı” demiş. Biz de Açık Gazete’de yani, “Birkaç kuşak içinde insan nesli hayatta kalamayabilir, çünkü bu sürekli insanların kafalarına sokulmak zorunda. Ne de olsa tüm insanlık tarihinde böyle bir şey hiç daha önce meydana gelmedi” diyor.

 

AB: Hep söylüyoruz ya, şu an dünyada tüm ülkelerin tek gündemde toplanması ve acil kararlar alması gereken bir yerdeyiz.

 

ÖM: Aynen ama yapmıyorlar, onun için de gençler ayağa kalktı. Yani Chomsky “Mevcut nesil insanlık birkaç kuşaktan daha uzun süre hayatta kalıp kalamayacağına dair insanlığın bir karar vermek zorunda. Bunun da hızlıca yapılması gerekir, çok zaman yok. Yani tereddüt etmek lafı evirmek, çevirmek, dolandırmak için zaman yok, gerçeği olduğu gibi söylemeliyiz ve Paris müzakerelerinden çekilmek (2015 Paris anlaşmasından bahsediyor, BM İklim) tarihin en ağır suçlarından biri olarak kabul edilmelidir” diyor.

 

AB: Hiçbir şeyin anlamı yok bunun dışında ama günlük hayatın içerisinde gelişmelere bakıyoruz ama temel, başat konu bu. Dolayısıyla birazdan başlayacağımız konularda böyle, dinleyiciler bizi nasıl görüyor bilmiyorum ama dünyanın ve Türkiye’nin gidişatından rahatsızlık duyulan o kadar çok konu var ki, biz de bunları dile getiriyoruz. İç açıcı bir şeyden söz etmek mümkün olmuyor. İsterseniz başlayalım?

 

ÖM: Evet lütfen.

 

AB: Biraz ekonomiye değinmek istiyorum, Türkiye’de çok uzunca bir süredir kuvvetler birliğine dayalı bir yönetim sergileniyor, tarafsız ve bağımsız hukuki kurumların olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Tek adama dayalı otoriter rejimde uygun ekonomi politikaları var. Aslında çok derin bir konu otoriter rejimler ve ekonomi politikaları meselesi... Seçimlere yaklaştığımız günlerde pek çok temel ekonomik esaslara aykırı hususla karşı karşıya kalıyoruz. Bunun altını çizelim, bir ülkede yargıda problem varsa, kuvvetler birliği varsa, hukukun olmadığı yerde veri ve bilgi güvenliği de yoktur. Ekonomik veriler ve bilgilere güven sorunu olduğu yerde, iktisadi gelişmeleri ciddi analize muhtaç bir şekilde takip etmekte yarar var. Ancak ülke medyasının yüzde 98’i kuvvetler birliğine dahil olduğu için ciddi analiz yapan ekonomi yazarına, muhabirine rastlamıyoruz ama biz gene mesleğimizin gereğini yerine getirelim. Kuvvetler birliği esasına göre yürütülen otoriter rejimde iktisat politikasından bahsettik. İşte veri bilgi güvenliğinde problem var, bunlardan bir tanesi kaynağı belli olmayan sermaye girişleri. Bu girişlerle ne oluyor? Sermaye girişleriyle döviz kurları üzerinde bazı oynamalar söz konusu oluyor. Bu eskiden beridir devam eden bir sorun ama şeffaflık azaldığında ya da olmadığında daha da bariz karşımıza çıkıyor. Diğer bir husus bankaların bilançoları mesela; geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilişkin çok ciddi açıklamalarla karşı karşıya kaldık. Uluslararası derecelendirme kuruluşunun Türkiye’deki bankaların bilançosundaki, takipteki kredi oranına ilişkin ortaya koyduğu rakam, oldukça yüksekti buna hemen Bankalar Birliği karşılık verdi. Ardından BDDK, yani bankaların üst örgütü , kamusal otorite ama bu kuruluşun bağımsızlığından artık söz edemiyoruz. Bağımsız idari otoriteler diye bir hukuki kavram girdi 2000’lerin başlarında. Ama artık bu kurumlar bu özelliğe sahip değil, Bankaların durumunu izlemekle görevli kuruluşta dahil ekonomide gerçeği göstermesi gereken rakamlar özellikle gizleniyor, yani sorunlu kredileri –‘yüzdürme’ tabir edilir bankacılık lisanında- minik bilanço oyunları ile takipteki kredilere atmaz, attırmazsınız, bu şekilde de onların iflası, konkordatosu ilan edilmemiş olur, yapılandırılmasına ilişkin hususlar söz konusu olmaz ve bankaların hastalıklı kredilerin yüzdürülmesi sonucunda bu oran düşürülmüş olur. Bu mesele, otoriter bir rejimde, şeffaf olmayan bir rejimde karşılaştığımız hususlardan bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir konu, yine bankalara faiz emri veriliyor, özellikle kamu bankaları üzerinden ve özel bankalara da son zamanlarda hedef veriliyor; “Şunun altına düşmeyeceksin, şunun üstüne çıkmayacaksın!” gibi. Son öğrendiğimize göre de, bankalara kredi hacmi hedefi veriliyormuş. Bankalara kaynak girişi gün geçtikçe azalıyor Türkiye’de, Türkiye’de kredi hacmi nasıl büyüyor? Kredi hacminin neredeyse tamamı dış krediler kaynaklı olarak büyüyor, bankaların bilançolarında, tüketici kredileri, bireysel krediler, cari krediler, yatırım kredileri, vb.

 

ÖM: Ne demek bu? Yani bunun büyümesi ne anlama geliyor?

 

AB: Dışarıdan kaynak buluyorsunuz, bu kaynağı belli bir faizle/oranda borçlanıyorsunuz dışarıdan, onu da gelip Türkiye’deki reel sektöre, şahıslara, hane halklarına kredi olarak veriyorsunuz. Bu kaynak girişi azaldığı için Türkiye’de kredi hacmi azaldı. Bu da durgunluğun, ekonomideki durgunluğun, şirketler kesiminin, hane halklarının zayıflaması, ücretlerin alım gücünün zayıflaması, enflasyon gibi durumlarla karşımıza çıkıyor, yani krizin etkileri, arka arkaya gelen ekonomik aktivitenin azalmasının sonucu olarak karşımıza çıkan bir durum. Öğrendik ki geçen hafta BDDK başkanı özel bankalara diyor ki “Siz kredi hacminizi yüzde 15 arttıracaksınız, yüzde 15’e çıkartacaksınız!” Aynı baskı faiz üzerinden geliyor, aynı baskı kredi hacmi üzerinden geliyor, işte takipteki kredi oranında problem var, kaynağı belli olmayan sermaye girişleri var, Katar Emir’i “15 milyar dolar göndereceğim” diyor. Bunlar geçtiğimiz günlerde yaşadığımız şeyler. Faizler suni bir şekilde baskı altına alınıyor, seçimlere giderken KOBİ’lere düşük faizle kredi paketi hazırlamak, onları teşvik etmek için yeni uygulamalar devreye sokulmaya çalışılıyor. Bunları vermenin, sübvansiyonda bulunmanın sonucu nereye geliyor? Sonucu hazineye bir yük olarak geliyor ve bu yükü de biz ödüyoruz. Bir de ne yapıyoruz? İşte tanzim satış uygulamaları yapıyoruz ki tanzim satışla gelen sebzelerin, bakliyatların da ithal edildiğine dair bir bilgi yeni geldi. Böylesi bir ekonomik yapı içerisindeyiz. Ootoriter rejim bağlantısı düşünülmeden bu meseleleri açıklamak zor, mesela dün itibariyle de CHP genel başkan yardımcısı Faik Öztrak’ın bir soru önergesi verdi -ki bu soru önergesi yerinde bir önerge, işsizliğin hesaplanmasına ilişkin, düşük kalmasına ilişkin bir hususa dikkat çekiyor 2017-2018’de. “Aslında 4 milyon sınırını aşacaktı ama (altını çiziyorum) çalışma çağındaki nüfus ve işgücü artışındaki olağandışı yavaşlama resim işsiz sayısının bu sınırın altında kalmasını sağladı. Ne oldu, Türkiye’de bir göç mü oldu ciddi rakamlarda ya da çalışma çağındaki nüfusu eritecek bir deprem mi var, salgın hastalıktı, şok mu yaşanıyor?” dedi.

Bu ve bunun gibi ekonomik gidişata ilişkin performanslara baktığımızda sorunlu bir ada içerisinde olduğumuzu görüyoruz. Bunlardan biri de bütçe. İzleyiciyi pek yormadan bu konuya geçmek istiyorum, geçtiğimiz günlerde bir rapor yayınlandı, TÜSİAD- Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırmalar Forumu tarafından merkezi yönetim bütçesi takip raporu yayınlandı, üç aylık evrelerle takip ediliyor bütçe performansı. Bu yararlı bir çalışma, raporu masaya yatırsak beş saat konuşuruz. Ancak birkaç hususa değineceğim. Raporda 2018 Eylül sonuna kadar merkezi yönetim bütçe uygulama sonuçlarına ilişkin bir değerlendirme yapıldı. Bu değerlendirme, maliyeci, Hazine eski Müsteşar yardımcısı emekli ekonomi bürokratı Ferhat Emil’le birlikte bir kurumsal danışmanlık firması tarafından hazırlandı. Rapora hızlı bir şekilde ama dikkatlice bakma imkanım oldu, bu rapordan, biraz önce bahsettiğim ekonomide bilgi ve veri güvenliği hususlarıyla bağlantılı olarak birkaç hususu açıklamak istiyorum izninizle.

Bir iki çarpıcı rakam verelim ama öncelikle bu çalışmayı yapan arkadaşlara teşekkür edelim, daha sonrada iktisatçılara, medyanın yüzde 98 sinde ekonomi muhabirleri kaldıysa onlara, medyanın yüzde 2’deki bulanan arkadaşlara da, bu raporu okumalarını tavsiye edelim. Çok haber çıkar bu rapordan, örneğin 2018’in dokuz ayında bütçede mal ve hizmet alımları nasıl dağılmış? Merkezi bütçeye bağlı kuruluşlar mal ve hizmet alımları yaparlar, personel harcamaları yaparlar, yatırım harcamaları yaparlar temel olarak. Türkiye’de bu 2018’in Eylül sonuna kadar mal ve hizmet alımlarında en çok kaynak nereye harcanmış? Savunma hizmetlerine.

 

ÖM: Savunma dediğimiz savaş endüstrisi yani?

 

AB: Evet savaş ağırlıklı, savunma- savaş için mal ve hizmet alımı yüzde 21,2. Peki iç güvenlik ve adalet hizmetlerine ne kadar harcanmış? O da yüzde 18,9. Yani polise, adalet bakanlığına ve savunma-savaş için toplam mal ve hizmet alımları için hizmet ve mal alım bütçesinin yüzde 40’ı kullanılmış.

 

ÖM: Bu muazzam bir orantı!

 

AB: Evet, yani dediğim gibi bütçenin fasılları, yatırım harcamaları hariç onlara girmeyeceğim, personel harcamaları hariç, mesela personelde en büyük harcama milli eğitim bakanlığıdır, yüzde 40.

Bu raporun önemli vurgusu da şu; yeniden yapılandırmalarla, aflarla, yani bir seferlik gelir elde etmek üzere kurgulanmış bir bütçe olduğunun altını çiziyor. Ekonomide gidişat kötü olunca mali disiplinde de bozulmalar söz konusu oluyor, işte bedelli askerlik, imar barışı, sonra vergi yapılandırmaları gibi uygulamalarla bayağı bir gelir topluyoruz. Yani diyor ki devlet “Ben senin kusurlu, yanlış, hukuk dışı yaptığın ya da devlete ödemediğin verginin bir kısmını alacağım sadece , ya da affedeceğim kaçak yapını şu kadar para verirsen, yahut paranı öde bedelliden yararlan, ciddi askerlik yapma, bedelli askerlikten .” 9,5 milyar lira sağlanmış.

Rraporun pek çok kısmı var, bunlardan en önemlisi Sayıştay raporlarıyla ilgili, onu başka bir zamana bırakalım ama dikkat çeken bir şey var, yani bu raporun keşfettiği bir özellik, durum diyeyim. Bütçede ‘özel bütçeli kurumlar’ başlığında bir grup vardır, bunların başında da üniversiteler gelir, üniversiteler bütçe dışı da gelirler elde ederler. Özel bütçeli kurumların, üniversitelerin ‘öz gelirleri’ başlığı altında bütçede izlenen bir gelir türüdür bu. Bu kurumlar merkezi bütçeden de pay alırlar ama ayrıca gelirleri vardır; işte hastane gelirleri, üniversitelerin elde ettikleri gelirleri filan vardır. Kamusal hizmetler yerine getirilirken elde ettikleri bu gelirler dışında genel bütçeden de katkı alırlar. Dediğim gibi özel bütçeli kurumları büyük çoğunlukla üniversiteler oluşturmaktadır. Elde ettiği gelirlerde de özel gelirlerdir. Burada ilk garabet durumla karşılaşıyor raporu hazırlayanlar, çünkü özel bütçeli kurumların gelir ve gerçekleşme tahminlerinde, tahmin edilenin çok üstünde - yıllar itibariyle ytüzde 70-80-90-95 hatta 100’e varan- bir gerçekleşme olduğunu, yani çok yüksek özel gelir artışı olduğunu tespit ediyorlar

 

ÖM: Üniversiteler gayet karlı yani?

 

AB: Evet çok karlılar, yani dersiniz ki bunlar teknoloji geliştirdiler, MIT, Harvard, Stanford, vb. gibi ve bunu da şirketlere sattılar ya!

 

ÖM: Öyle olmamış mı?

 

AB: Bütçe hazırlanırken şöyle bir yöntem izlenir, dersin ki tahmini olarak 10 milyar lira özel gelir elde edeceğim, bu 11 olur, 12 olur, 9 olur ama yüzde 100 artması beklenmez, 20-25 olması, muazzam rakamlar. Bunu araştırmışlar ‘Neden tahminin çok üstünde gerçekleşme oluyor’ diye, nedir bu? Bunun şöyle merkezi devlet performansına bir faydası oluyor, merkezi devrede bütçe açığını yılsonuna geldiğinizde bu artış genel bütçe açığını da azaltıcı yönde bir etkide bulunuyor. Üniversitelerin hali pür durumu belli yani Türkiye üniversiteleri takip ediyoruz , durumları belli, eğitim hoca kalitesi vs., sahte tez ve makale yazmada dünya üçüncüsü olduk!

 

ÖM: Evet onunla ilgili bir ilginç şeyimiz de 'Açık Bilinç' programında geçen hafta güzel bir program yapma fırsatımız oldu Deutsche Welle Türkçe’den Tunca Öğreten’le, para ile tez yazımı konusunda araştırmacı gazeteciliğin ilginç bir örneğini vermişti. Epey konuşma fırsatımız oldu Güven Güzeldere sayesinde.

 

AB: Ayrıca 500 dünya üniversitesine girmiyor Türkiye’den hiçbir üniversite, eskiden tek tük girerdik. Üniversiteler bu halde iken üniversitelerin gelirleri nasıl arttı? Bunun peşine düştüklerinde demişler ki herhalde bu tahmin yanılgısı ama bu yüzde 100, 80’e 90’a varan bir tahmin yanılgısı nasıl olur? Bunu bir samimiyet testine tabi tutmuşlar, yani kavramsal olarak da objektif samimiyet, 'sübjektif samimiyet' aramaya çalışmışlar, objektif samimiyet yani tahmin yapmada bilgi tecrübe imkanlar yoktur, bunun sonucunda tahmin yanılgısı söz konusu olabilir, gelir-gider kalemlerinde böyle bir yanılgıya düşersiniz ama burada görülmüş ki yapılan araştırmalarda sübjektif bir samimiyet meselesi var.

 

CT: O ne demek efendim?

 

ÖM: Evet yeni bir kavram 'sübjektif samimiyet'. Güzel...

 

CT: Art niyet mi?

 

ÖM: Yok asla!

 

AB: Bütçeyi gerçekçi biçimde hazırlamama niyeti bozukluğu. Bunu niye yapıyor? Samimiyetsizlik, neden? Çünkü tahmin aşımını bir başarı olarak gösteriyor. Bu başarı da bir iktidar alanı yaratıyor rektörlere ve yöneticilere, çünkü normal şartlarda bu gelirlerin öğrencilere başka alanlara ayrılması gerekirken, o iktidar alanının ayakta kalmasını sürdürülebilirliğini sağlayacak alanlara harcamalar yapılıyor. Takdir yetkisi kullanımı ile birlikte bir iktidar-güç aracı oluyor, rapor da bunu söylüyor. Raporu hazırlayanların yaptığı araştırmalarda, özel gelir tahminlerinin bilinçli olarak düşük tutulması ve düşük tahmin sonrasında gerçekleşme ile yüksek bir başarı performansı elde edilmesi gibi bir durumun bilinçli olarak yapıldığı tespit ediliyor. Sübjektif samimiyet! bilinçli olarak tercih ediliyor, başarılı bir performans tablosunun da üniversite yönetimine iktidar alanı yarattığı sonucuna varıyor rapor... Yaptıkları görüşmelerde de bu husus teyit ediliyor ..

 

ÖM: Dediğiniz 'sübjektif samimiyet', öyle mi kavram?

 

AB: Sübjektif samimiyet!

 

ÖM: Biz bunu Can’la karar verdik AGBS’ye aktarıyoruz, yani Açık Gazete Büyük Sözlüğü.

 

AB: Çok iyi bir ekleme olmuş olur, buna başka şeyler de eklenir. Bütçe zaten labirentler halinde bir doküman, labirentlerden biri de KÖİ kamu özel işbirliği sonucu yapılan ve devreye giren yatırımlar, bu konuya da değiniyor rapor. Sayıştay raporlarının şeffaf bir şekilde açıklanmamasına değiniyor. Bütçe hazırlanışı, tekniği, açıklığı, izlenilirliği, performansı, bütçe içeriği bir ülkenin rejiminin karakterini belirler. Otoriter rejimin aklımıza gelen uygulamalarını biraz önce sıraladım. bütçe de de durum böyle... Çünkü parlamentoda, komisyonlarda ve Genel Kurul'da bütçeyi irdelemek çok sınırlı, artık bütçe biliyorsunuz saraydan geliyor.

Türkiye’de pek çok insan rejimin değiştiğinin pek farkında değil, otoriter rejimin bütçe anlayışı, otoriter rejimin ekonomik gelişmeler, veriler ve bilgiler üzerindeki baskıcı uygulamalarından örnekler verdik... Yasama, yürütme ve yargı gücünü elinde bulundurduğunuzda ne oluyor? Demokrasilerde var olan ekonomide işleyiş mekanizmaları yok oluyor. İşte otoriter rejim ve ekonomi dediğimizde şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz... Ülkenin yönetimini ele geçiren grup, o ülkenin kapitalizmini de yönetiyor ve güdümlüyor. Piyasa ya iş ve işçi dünyasına, özel kuruluşlara baskı yapabiliyor, işsizlik rakamından takipteki alacaklara, kredi hacmi hedefi belirlemeden faiz baskısına kadar uzanan, tanzim satışlara kadar süren bir şekilde özel sektör üzerinde bir güdüleme içerisinde oluyor. Türkiye ekonomisi halının altına süpürülen pek çok çerçöple yerel seçimlere adımını atıyor, atmak üzere. Otoriter rejimin en önemli karakteristiği demokrasiyle kapitalizm arasındaki ilişkinin kopmasıdır, Türkiye buna örnek bir ülke. Ülke ekonomisinin yönetiminde , iktisadi olayların everilmesinde ilişkinin koptuğunun örneklerini ortaya koymaya çalışıyoruz. İyi kötü batı kapitalizmi ile demokrasileri arasında bulunan ilişki otoriter rejimlerde söz konusu değil. Yani böyle bir rejimde hem piyasa dünyası hem iş/emek dünyası kendini ifade edemiyor, bağımsız olması gereken kurumlar, Merkez Bankası, bankalar, sektörel düzenleyici kurumlar, tek adam rejimine dayalı bir şekilde çalışıyor, demokraside olması şekilde işlemiyor. Ekonomi ile ilgili bugün bununla yetinelim isterseniz, raporun detaylarına da gireriz, bu raporda çok haber var, çok yorum çıkarılır, çok değerlendirme yapılabilir. TUSİAD’ın da bunu okuduğu kanaatinde değilim.

 

ÖM: Vakitleri olmamıştır.

 

AB: Çok çekiniyorlar, ters düşmemeye özen gösteriyorlar, okumalarını önerelim biz.. Okuduklarında rahatsızlık duyarlar mı bilmem ama teknik ve çok usturuplu bir dille rapor çok hususa değiniyor, önerilerde bulunuyor. Elbette biz yorumcuyuz, gazeteciyiz, raporları daha geniş bir kitlenin hizmetine daha basit –anlaşılır bir şekilde sunmak- zorundayız, böyle bir tekniğe sahiptir gazetecilik. Rapor özetle diyor ki, bütçe bir labirenttir, bu labirenti çözmek gerçekten çok teknik bir iş, yani normalde bütçe işi zordur, siz de okumuşsunuzdur, Bedri Gürsoy mu geliyordu?

 

ÖM: Evet. Bize gelmedi de başka İsmail Türk

 

AB: Onu da saygıyla analım. Diğer bir konumuz vardı , ‘Ne olacak bu beka sorunumuz?’ var malum, nedir beka sorunu? Güneyde bir tampon bölge, ona odaklanmış durumdayız.

 

ÖM: Öyle anlaşılıyor.

 

AB: Güvenlikli bölge. Bu konuda ne durumdayız? Lavrov’un bir açıklaması oldu.

 

ÖM: Rusya dışişleri bakanı Sergei Lavrov evet.

 

AB: Milli savunma bakanımız Hulusi Akar ve Genelkurmay Başkanı Güler ABD’ye gittiler. Buradan istedikleri bir sonucu elde edemediklerini açıklamalardan anlıyoruz.. Bazı hususlarda basına yansıdı Lavrov diyor ki “Sen İdlib’de bize verdiğin sözleri yerine getirmedin.” HTŞ neydi?

 

CT: Heyet Tahrir Şah.

 

AB: “Onu yerine getirmedin bunlardan arındıracaktın, bunların kontrolünü sağlayacaktın Astana ve Soçi sürecinde üstlendiğin işleri yerine getirmedin, biz onun yerine getirilmesini bekliyoruz” diyor Lavrov. “Orada sen Suriye devletinin İdlib’e girmesini istemedin, ben halledeceğim dedin ama bunu yerine getirmedin” diyor. “Ayrıca bu terör örgütü tanımlamasında seninle hemfikir değiliz” diyor. “Ayrıca bir güvenlikli bölge oluşturulacaksa burada sen tek başına olamazsın” diyor. Ne oluyor şimdi? Soçi, Astana nereye? Soçi’de üç ülkenin ortak bildirisinde Suriye devletinin toprak bütünlüğünün korunmasının altı çiziliyor, egemenlik hakkını altını çiziyor, Türkiye bunların altını imzalıyor Suriye’nin egemenliğini, bütünlüğüne zarar verecek süreçlerde müsamaha gösterilmeyeceğini İran’la Rusya ile birlikte imzalayan Türkiye, ancak Şam’da büyükelçisi bile yok 2012’den bu yana.

 

ÖM: Evet çok çarpıcı bir durum var.

 

AB: Lavrov adres gösteriyor “Siz Şam’la hareket etmedikçe burada bir şey yapamazsınız” diyor, ayrıca Suriye Kürtlerinin durumu ile de değerlendirme farklılığı ortada, İran ve Rusya ”Kürtlerle sorunu diyalogla çözmelisiniz" diyor. Öbür tarafa baktığımızda ABD ve batı dünyası ile ters düşüyorsunuz, bu konuda S-400 hikayesi de bu denklemde başat yerini koruyor. Rusya ve Amerika arasında Suriye’de güvenlikli bölge tartışmalarıyla yani bu ’beka sorunuyla’ yerel seçimlere gidiyoruz. Halının altına süpürülen çöplerle, ekonomik sorunlarla, girdaplarla yerel seçimlere gidiyoruz, ‘beka sorunu’ milliyetçi dalgayı yükseltiyor ama oradaki durum da bu, gerçekler bu. Adam diyor ki “Adana mutabakatı var ortada, sen git Suriye ile görüş!” diyor. “Fırat’ın doğusunda her iki ülkede hem Amerika hem de Rusya tek başına bir şey yapamazsın” diyor ama hergün Fırat’ın doğusuna operasyonla yatıp kalkıyoruz. Bütçede de en büyük harcama, hizmet ve mal alımlarında savunma, iç güvenlik, polis ve adalet üzerine yapılıyor. Hapishaneler yapılıyor, kaç tane hapishane yapıldı!

 

ÖM: Evet demin sözünü ettiğiniz ekonomi genel değerlendirmesine ben de küçük bir ilavede bulunayım izninizle. Mesele aslında ekonomi değil sadece, sizin de işaret ettiğiniz gibi bütün kurumlarda bir laçkalaşma, çözülme, hatta yok oluş olduğu zaman önde gelen çeşitli düşünürlerin de söylediği gibi asıl büyük sorun kurumların işlemez hale gelmesi. Bu demokrasiyi bitirecek en temel şeydir, bütün toplumu çökertecek şey, onu ayakta tutan kurumların yok olmasıdır ki burada o gözüküyor işte.

 

AB: Ben referandum sonrası da söylemiştim, yani halen de o düşüncedeyim; Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen bu otoriter rejimle bu lokomotifin bu vagonları sürüklemesi, yürütmesi mümkün değil ve aksıyor. Bunların altını hep çiziyoruz, demokrasiyle kapitalizm arasındaki ilişki kaybolmuş durumda, kurumlar yıpranmış, mahvolmuş durumda, böyle devam ediyoruz.

 

ÖM: 'Sübjektif samimiyet' ana konumuz AGBSY’ye kaydettik! Çok teşekkürler.

 

AB: İyi yayınlar, hoşça kalın!