Açık Gazete'de Ali Bilge ile 'Ekonomi Politik': İstanbul seçimi

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle konumuz pazar günkü İstanbul seçimleri.

 

Fotoğraf: AA
Ekonomi Politik: 17 Haziran 2019
 

Ekonomi Politik: 17 Haziran 2019

podcast servisi: iTunes / RSS

(17 Haziran 2019 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

 

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar.

 

Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, merhaba Can.

 

ÖM: Can yok bugün, Ankara’da, onlar iklimle ilgili gelişmeleri takip etmek için sürekli dolaşıyor, bana da bırakıyor, bütün yükü benim sırtıma yüklüyor. Ne yapalım böyle!

 

AB: Gelecek hafta ne yaptıklarını sorarız.

 

 ÖM:  Sorarız hesabını. Bu arada doğum gününüz kutlu olsun!

 

AB: A çok naziksiniz, çok teşekkür ederim! Sağ olun!

 

ÖM: Küçük kuşlar fısıldadı kulağıma!

 

AB: Öyle mi? Sağ olun, çok teşekkürler. Hayatımızın önemli bir bölümünü de Açık Radyo’da geçirdik, ciddi bir kısmını, bundan dolayı da mutluyum elbette. 17 yılda her hafta Pazartesi burada sizinle beraber dünya ve Türkiye olaylarını değerlendirmeye çalışıyoruz, umarım izleyiciler ve dinleyiciler için de yararlı oluyordur. Hafta sonu bir derbi karşılaşması gibi oldu, İmamoğlu –Yıldırım açık oturumuna program öncesinde değindiniz mi ?

 

ÖM: Evet değindik, uzatıldı aslında, 3 saate yakın oldu.

 

AB: 1 saat uzatılmış galiba?

 

ÖM: Evet.

 

AB: Dün akşam tamamını olmasa da büyük bir bölümünü dinlemeye çalıştım. Dikkatimi çeken husus çok ‘cici’ bir program yapılmaya çalışıldı. Bu ‘cici’ program yapılırken, nasıl bir ülkedeyiz anlaşılmıyor, sanki Türkiye olağanüstü süreçlerden geçen demokrasi dışı bir ülke değil. Sanki , yapılacak seçim kazanılmış ancak otokrasinin masasında kaybedilmiş bir seçim değil, konu bu şekilde ele alınınca da olağanüstü, afaki, hukuk dışı sebeplerle ikinci kez seçimin yapılması da meşrulaştırılmış oluyor. Halbuki iptali meşru olmayan bir seçimdi, muhalefet tarafından kazanılmış bir seçimdi.

Programda dikkatimi çeken en önemli husus bu oldu. Sanki ikinci kez seçim yapılması çok olağanmış gibi ve olabildiğince ve çok cicili biçili bir programdı, yeterli değildi, vasat bir programdı . Ama zaten Binali Yıldırım, kaybedenler kulübü üyesi olarak seçimlere girdi. Sürekli kaybeden bir aday, siyasi hayatı boyunca çok üst görevlere gelmesine rağmen kaybeden bir aday, stepne gibi. Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım’ı nereye gönderse gitti, ne derse yaptı, irade koyma özelliği yok, asker bir Tayyipçi, bu tutumu onu çok üst mevkilere getirdi ama mali açıdan bilmiyorum ama siyaseten kaybeden konumunda olan bir kişi yaptı. Hatırlayın İzmir belediye başkan adayıydı, genelde bu ikili (Erdoğan –Yıldırım ) tarif edildiğinde edilgen unsur hep Binali Yıldırım, dolayısıyla kaybeden, yıpranmış, yorgun bir insan. Otokrat muavinliğindeki tarifi böyle ..

ÖM: Ama Binali beye yanlış duymadımsa bu şey meselesi de soruldu akşam, İzmir belediye başkanlığını kaybettiği, yani öyle bir cevap verdi ki şimdi size tekrarlamam zor olacak ama toparlamak zorlamak şeyleri ama kaybetmediğini söyledi aşağı yukarı İzmir’de, ben kaybetti zannediyordum pek çok insanla beraber kaybetmemiş meğerse!

AB: Nasıl bir ortamda İstanbul’da ikinci seçimler oluyor, yenileniyor, yenilenme süreci nasıl gelişti? Buna biraz bakmamız gerekiyor. Bir kere, iç ve dış gerilimleri had safhada yaşayan bir Türkiye var, ekonomik bunalım var, dış politikada bunalım yaşıyoruz, diğer yandan dünyadaki yerimizi yeniden tarif ettiğimiz bir ortamdayız, batı-doğu ekseni arasında ne olduğunu tam anlamadığımız kaymaları yaşıyoruz. Güney sınırımızda devam eden iç savaşa dahiliz, güney sınırımızın ötesine yatırım yapıyoruz, kaymakam, yönetici vbg atamış durumdayız, sınır ötemizde askeri birliklerimiz var. Komşumuz Suriye’nin iç işlerine karışmış vaziyetteyiz , iç işlerine karıştığımız ülkenin 3,7 milyon vatandaşı da ülkemiz sınırları içerisinde yaşıyor. İç işlerine müdahil olduğumuz ülke bizi topraklarında istemiyor, Suriye’de bulunan iki büyük güçle de, neden orada olduğumuz ve orda nasıl olmamız gerektiği hususunda anlaşamıyoruz. 2 gün önce içinde bulunduğumuz ülkenin İdlib bölgesinde, gerilimi azaltmak için orada bulunan TSK unsurlarına silahlı saldırıda bulundu, biz de karşılık verdik. Ayrıca, Suriye’ye çok yakın Doğu Akdeniz’de muazzam bir sıcak bunalımın ortasında bulunuyoruz, Doğu Akdeniz’de doğalgaz ittifakı kuruldu, kurulan bu ortaklığın dışındayız. Orada büyük ülkelerin hem savaş gemileri var, hem de doğalgaz arama sondaj gemileri var, hem de bizim arama ve askeri gemilerimiz dolaşıyor. Vaziyet budur ve vahimdir..

Şimdi böyle vahim bir durumdaki ülkeyi bir otokrat yönetiyor. Bu otokrat da, dünyanın en önemli anakentlerinden biri olan İstanbul yerel seçim sonuçlarını kabul etmedi. Ülkenin yargısı da otokrata bağlı olduğu için seçimler yeniden yapılıyor. İşte böyle bir ortamda 23 Haziran’da yeniden yapılacak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerine gidiyoruz. Dolayısıyla bu seçim, hem otokratın siyasi geleceği açısından, hem de rejimi açısından önemli bir seçim olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen, Erdoğan devleti diye kısaca özetlediğimiz sistemin varlığını, güvenliğini, devamı sağlamak için sürekli yasalarla oynanıyor, yasal olmayan uygulamalarla, kuralsızlıklarla yapılan bir seçim zincirleri yaşıyoruz. Yani birileri diyor ki “Biz seçimle gitmeyiz” adeta! Nitekim böyle bir seçim, işte geçen hafta da söylemiştim, Bahçeli de bizi teyit etmiş, dünyanın gözü İstanbul seçimlerinde..

ÖM: Evet ben de onu gördüm, çok etkilendim doğrusu!

AB: Bu seçimi de, önceki seçimlerde olduğu gibi hukuksuz alanda yapılan seçimler olarak tarif etmemiz pekala mümkün. Dikkat çekerim: hukuksuz alanda seçim yapıyoruz. Devletin tüm mali kaynakları iktidarın elinde, yargı, güvenlik bürokrasisi, seçmenlerin tüm sicilleri dahi ellerinde. Geçersiz oyları tespit ederken psikiyatriste gidenleri bile tespit ettiler.

ÖM: Evet biraz Ziya Paşavari bir durum oluyor, yani böyle bir saf yerine konma durumu var tabii ama ne yapalım öyle! Çok önemli bir noktaya temas ettiniz bence, sanki tamamen normalmiş havasındaydı. Beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi de oydu, yani ilk defa yapılıyor karşılıklı sanki bu dünyanın en zor şeyiymiş gibi 2 siyasi rakibin, üstelik de rakip olmaları da doğru değil çünkü kazanılmış bir seçimin arkasından yapılıyor ama hiçbir şey yokmuş gibi böyle Türkiye’de herşey demokratik ortammış gibi hem moderatörü hem de iki rakip hem de televizyoncular ve seyredenler filan hepimiz fevkalade normal bir ortamı izliyormuş gibi olduk.

AB: Bu anormallik koridorundan geçmemişçesine, cicili biçili, güllük gülistanlık bir ortam varmışçasına, sanki işleyen bir demokrasi var, yargı var, kuvvetler ayrımı var havasında bir tv programı yapılıyor. Sakil duran bir programdı, ülkemiz Türkiye normal değil , hiç iyi durumda değil.. 31 Mart’tan farklı bir ortamda da değiliz , 23 Haziran’ da da aynı YSK var, aynı yargı var, aynı otokrat var, kuralsızlığın kural olduğu ortam var, öncekine göre farklı olmayan bir seçim ortamındayız. Tek farkı vicdan farkı, vicdanlar ve çıkarlar değişime uğramaya başladı.

Bakın ben size şunu söyleyeyim, 1950 yılından 2017’ye kadar öyle veya böyle, bir şekilde seçim kanunlarına, seçim kurallarına riayet edilerek seçimler, bu ülkede yapıldı. Ben, bugünkü durumla, Türkiye’de bundan böyle gerçek bir genel seçim yapılacağını düşünmüyorum. Doğru ve dürüst bir seçim yapamayız. Seçimlerle ilgili kanunlar var, ama bu kanunlar uygulanmıyor, yaşadığımız seçimlerde anayasanın ve kanunların üzerine çıkan kararlar alındı. Yaşadıklarımızdan birkaç örnek verelim, örneğin sandık sayımının yeniden yapılabilmesi için itirazın olması, itirazın kabul edilmesi, itirazın süresi içerisinde olması ve tutanağa geçmesi gerekiyor, bir gerekçe gösterilmesi gerekiyor, delil olması gerekiyor. O da, sandık başında yapılan itirazın tutanağa bağlanması. Bu tutanak delil kabul ediliyor ve yeniden sayım için başvurularda bulunabiliyorsunuz ilçe seçim kuruluna, sonra il seçim kuruluna, daha sonra YSK’ya. Yasa ve yasanın bağlantısı olan anayasa böyle söylüyor. Bunlar olmadı, yasa hükümlerine uyulmadı , mesela sandık başı tutanakları olmadığı için CHP kaybetmişti 2014 yerel seçimlerinde. Yapılan itirazlar karar bağlanmadan ne oldu? İlçe seçim kurullarının bir kısmı sayıma başladı, yasal değil, yasaya itiraz sonuçlanan kadar beklenmesi , sürecin tamamlanması gerekiyor. Peki YSK ne dedi, bu konuda? YSK seçim kanununa aykırı olarak “başlamış sayımlara devam edebilirsiniz” dedi. Sayım kararları ve bütün bu süreç yasalara aykırı olarak yapıldı. Ortada yeniden sayım yapılması için delil yok, sandık başında tutanak yok, tutanağa dayalı itiraz yok , keyfiliğin hakim olduğu bir seçim sistemi halihazırda duruyor. 2017’de yapılan seçimlerde mühürsüz oyların kabul edilmesi de benzer şekilde yasalara aykırı uygulamaydı. Darmadağın olmuş bir seçim sistemimiz bulunuyor, İstanbul seçimlerine ilişkin YSK aldığı karar 7’ye 4’tü, o kararın gerekçelerini gördük, anormal bir süreçten geçiyoruz, doğal bir süreçten geçmiyoruz. Doğal bir süreçmiş gibi algı yaratılmasına vesile olmak doğru değildi.

Türkiye’de demokratik ve doğru seçimlerin yapılamayacağına dair önceki yıllarda uluslararası kuruluşların yayınladıkları pek çok rapor var. AGİT’ten BM’ye, AB parlamentosu komisyonlarının raporları bulunuyor. Ülkede seçimlerde kurallar uygulanmıyor, kural hakimiyeti yok, hakim olan iktidarın , kuralın ötesine geçmeyeceğinin kimse bana garantisini veremiyor. Böyle bir ortamda 23 Haziran seçimlerini yapıyoruz , 23 Haziran seçimlerine gelene kadar o süreci hiç unutmamamız gerekiyor. Kafayı bir gecede boşaltma eğilime sahip bir toplumuz, Türkiye’nin demokratik esaslardan uzak bir rejimle yönetildiğini ve o rejimin kendine uygun bir seçim düzeni olduğunu görerek bu gelişmelere bakmak lazım.

O anlamda baktığınızda da , dün akşam televizyon programında vaka-i adiyeden bir seçim yapılıyormuşçasına bir intibaının yaratılmış olması, bunu isteyenler için artı bir şey kazandırmış olabilir ama sonuçta adaylardan Binali Yıldırım, söylediğim gibi kaybedenler kulübünün çok önemli bir unsuru kendisi, başından beri istemeye istemeye aday olmuş bir kişi, biliyorsunuz liderine “Abi senin damatla oğlan burada olacaksa ben olmam, aksi takdirde aday olurum" diyecek kadar gönülsüz -bu yansıdı kulislere- bir kaybedenler kulübünün üyesi olarak karşımıza çıktı. Normal şartlarda kaybetmesi mukadderat olan bir kişi ama devletin tüm olanakları tahsis edilmiş vaziyette. Anladığım kadarıyla devletin reisi bazı gelişmeleri görüyor gibi, seçimleri bırakıp Kazakistan’daki toplantıya gitti değil mi?

ÖM: Sonra da döndü galiba ama emin değilim; ben takip etmedim bu sıralar cumhurbaşkanını.

AB: Akıldan yoksun bir durumla karşı karşıyayız. Bakın ilçe seçim kurulları için YSK önce bir suç duyurusunda bulundu, sonra baktı ki burada görevli hakimler hakkındaki tasarrufu Hakimler Savcılar Kurulu yapıyor, oraya suç duyurusunu yöneltti. Bu sandık kurulları için 'kamu görevi olmayanları sandık kurullarında görevlendirildiklerine' dair bir gerekçeyle şu anda inceleme sürüyor. Geçmişte çok olağan yapılan bir uygulamayı YSK iktidarın isteği doğrultusunda yasal bulmadı. Ayrıca ilçe seçim müdürlerinin görev yerleri değiştirildi, 23 Haziran seçimlerine giden yol böyle taşlarla döşenerek geldi. Bu da, önümüzdeki dönemin ne kadar sert geçeceğini de gösteriyor.

23 Haziran İstanbul seçimlerinin sonuçlarına göre, yapılması gerekenler iktidarın kaybetmesi ve kazanması durumuna göre yapılması gerekenlerin konuşulması gerekir. Yeni siyasi yolların düşünülmesi, muhalefet ittifakının yeni siyaset alanlarını düşünmesi gereklidir. İttifak sadece İstanbul seçimleri için değil , elbette İstanbul seçimleri önemli bir eşik, İstanbul seçimleri ve genel olarak yerel seçimler demokrasi kapısının aralanması için önemli oldu, kapı ile eşik arasında önemli ölçüde bir açılma sağlandı. 30 büyük şehrin 15 inde sağlanan başarıya, İstanbul seçimlerinin de eklenmesi söz konusu olduğunda, dikta- psiko eşiğin aşılması anlamında, Erdoğan rejiminin geriletilmesi anlamında, rejimin onaylanmadığı anlamında, demokratik adımların atılabilme ümidinin yükselmesi anlamında önemlidir. Dolayısıyla muhalefetin; yerel seçim ittifakını, İstanbul seçimi ittifakı olmanın ötesinde, genel bir demokratik ittifaka yükselmesi , ittifakın demokrasi cephesine dönüşümünü sağlaması, yeniden kuvvetler ayrılığına , parlamenter sisteme, demokratik esaslara, hak ve özgürlüklere dönük bir rejimin kurulmasına ilişkin bir anlayışla muhalif ittifakın güçlendirilmesi gereklidir. Bakın ülkemizde 70 bin öğrenci hapiste, binlerce KHK’lı, yüzlerce aydın içeride, bakın evvelsi gün 50 kişi hakkında geçen senenin Mayıs ayındaki yaptıkları ekonomi haberciliği nedeniyle 2 yılla 5 arasında hapis isteyen davalar açıldı. Türkiye’de ekonomi haberciliği yapamıyorsun! Düşünün ..

ÖM: Ben de ona hemen şunu ekleyeyim isterseniz, yani ABD merkezi haber kuruluşu Bloomberg’in 2 muhabiri hakkında geçen yıl Ağustos ayında Türk lirasındaki ani değer kaybından Türk bankalarının nasıl etkilendiğine ilişkin bir haber nedeniyle 2-5 yıl hapis cezası istemiyle dava açıldığını da aktarmış. 20 Eylül’de görülecekmiş İstanbul’da duruşması. Çok çarpıcı bir şey yani. Cumhurbaşkanı Erdoğan da soruşturma hakkında yaptığı açıklamada da “dövizi tırmandırmaya çalışanlar bedelini ağır öder” demişlerdi bu ekonomi muhabirliği dediniz de oradan aklıma geldi benim de, BBC haberi.

AB: Kastettiğim buydu, Bloomberg haberiydi ama başkalarına da sıçradı, pek çok kişi için suç duyurusunda bulundu BDDK ve SPK. Ülkemizde, ekonominin gidişatına ilişkin vatandaşın yaşadığını yansıtan haberin bile suç olduğu bir ortamdayız, böyle bir ortamda İstanbul seçimlerini yeniliyoruz! Biz demokratik bir rejimde değiliz, demokratik rejimde bunlar olmaz, dolayısıyla bir anormallikten geçiyoruz. Bu anormalliğin değişime tabi tutulması için İstanbul seçimlerinin muhalefet tarafından kazanılması elbette çok önemli ama yetmez. Muhalefetin çok geniş bir ittifak yelpazesi içerisinde demokrasiyi yeniden kuracak bir ön kabuller sözleşmesini ortaya koyması lazım. Yani bir hürriyet-i misakın kabul edilmesi lazım.

Şimdi Can olsaydı bunu nedir diyecekti, hürriyet-i misakı bizim tarihimizde Demokrat partinin birinci kongresinde kabul edilmiştir. 10 Ocak 1947’de Demokrat parti birinci kongresinde hürriyet-i misakı, yani hürriyet bağdaşması, sözleşmesi kabul edildi. Hürriyet-i misakın kabul edildiği kongreye sunulan raporda; anayasanın bazı hükümlerinin değiştirilmesi, demokratik olmayan aykırı yasaların kaldırılması, yeni bir seçim yasası hazırlanması ve en önemlisi cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının birbirinden ayrılması isteniyordu. Demokrasi tarihimizin hürriyet-i misakı bu kongrede kabul edildi. Nitekim 6-7 ay sonra bu konularda gelişmeler oldu, seçim yasası yeniden düzenlendi ki 50 seçimlerine o seçim yasasıyla gidildi. Basın ve dernekler kanununda yeni düzenlemeler yapıldı, bugünün STK’larına özgürlük tanıyacak yasal düzenlemeler meclis tarafından gerçekleştirildi. CHP genel başkanı İsmet İnönü aynı zamanda cumhurbaşkanıydı, cumhurbaşkanlığı süresi içerisinde genel başkanlık görevlerini genel başkan vekillerine bırakacak bir düzenleme yaptı. Tam olarak ayrılmadı ama partiye karışmayacağını hatta bütün cumhurbaşkanlığı gezilerine, toplantılarına Demokrat partiden bir temsilci de yanına alarak yapacağını ilan etti. Türkiye’de 1950 seçimlerine böyle girildi. Hürriyet-i misakı geliştirilerek 46 seçimlerinden çok farklı bir ortamda 50 seçimlerine ulaşıldı.

ÖM: Evet bu önemli bir mesele. Biraz ekonomik duruma da değineceğiz herhalde ama ona geçmeden bir tek şey ilave etmek istiyorum. Ben tamamını izlemedim dünkü İmamoğlu-Yıldırım görüşmesini Fox televizyonunda yaklaşık 3 saat süren canlı yayınını Lütfü Kırdar Kongre Merkezinde fakat izleyenlerle de sorduğumda İstanbul sadece konuşulacak dendi ve tamam İstanbul konuşuldu fakat İstanbul’un dünyadaki bu iklim yıkımıyla ilgili olarak dünyadaki en tehlike altında olan şehirlerden biri olduğunu da biliyoruz bütün büyük sahil şehirlerinin sular altında kalması ve altyapılarının mahvolması tehlikesi var. Bundan tek kelime ile bahsedilmediğini sanıyorum, bunu da not olarak koyalım.

AB: Evet evet, yeşil alanla ilgili benim hatırladığım Yıldırım birkaç cümle sarf etti. İstanbul da güllük gülistanlık efendim, İstanbul’da adım başı yeşil alan gibi.

ÖM:“En çok biz yaptık” dedi Yıldırım.

AB: Yeşil alanın kişi başına 15 metrekare olması geriyor. Birgün gazetesinden Kardelen Tatar’ın haberinden söyleyeyim, TUMOB il koordinasyon kurulunun hazırladığı rapor, İstanbul şehrindeki yıkımı anlatıyor. Kişi başı olması gereken 15 metrekare yeşil alan, mezarlık, kavşak ve bulvar gibi pasif alanlar dahil 5.98 metrekare imiş. Dünya ortalamasında olması gerekenin 1/3’üne düşmüş.

ÖM: Ama “En çok biz geliştirdik” dedi mesela Binali bey.

AB: Ama durum ortada, İstanbul’un yıkımı da ortada, İstanbul’un hadi 25 yılı bıraktım 17 yıldaki talanı tarihi miras talanı ortada , kendileri itiraf etti İstanbul’a yıkım yaptıklarını. Erdoğan’ın söylediğini “Onu ben söylemedim” demiş Erdoğan kabul etti biliyorsunuz İstanbul’u bozduklarını. Şimdi vaziyet böyle.

Ekonomiye gelince.. başlangıçta da söylediğim gibi öyle bir ortamda yapıyoruz ki her şeyin anormal olduğu bir ortam, basın özgürlüğü yok, ekonomi haberciliği yapılamıyor, bu arada şunu da belirteyim ekonomi haberciliğine karşı basın örgütlerinden de bu konuda bir ses çıkmadı. Özellikle kendi adıma çok üzülüyorum, genel başkanlığını, uzun yıllardır yönetim kurulu üyeliğini yaptığım 1986 yılında kurduğumuz Ekonomi Muhabirleri Derneğimiz var, ne diye duruyor o dernek, onu da anlamış değilim. Hiç ses yok, tık yok!

Ekonomide daralma malum, işsizlik, istihdam azalıyor, bu arada bütçe açığı artıyor, Türkiye’nin kamu dengesi bozuk, hazine acayip şekilde borçlanma histerisine girdi. Nereye elinizi atsanız elinizde kalıyor ve bu arada Moody's diye bir kurum var, biliyorsunuz bu kuruluşlara derecelendirme kuruluşları deniyor. Gezegenimizde hakimiyet kurmuş olan finansal küresel sistemin bulunuyor, dünya toplumlarına iklim felaketi gibi felaket yaşatan küresel finansal sistem var. Bu finansal sistemin çok asli unsuru bu derecelendirme kuruluşları, eğer bu sisteme entegre olmuşsanız bunlarla ilişki içindesiniz demektir. Türkiye’ de küresel finansal sisteme ciddi entegre olmuş durumda çünkü oralardan borç alıyor. Borç almanın bir koşulu var, derecelendirme kuruluşları sizi inceliyorlar, bir kredi notu veriyorlar, o kredi notuna göre de siz gidiyorsunuz borç alabiliyorsunuz, özel sektörünüz, bankalarınız, devletiniz ona göre borçlanıyor. Borçlanma miktarı ve faizde kredi notunuza göre belirleniyor. Türkiye uzunca süredir borçlanma miktarını minimal ölçülerde ve yüksek faizle gerçekleştiriyor. Şimdi ihtiyacınız olan borçlanma olmayınca içeride ekonomide daralma oluyor, ekonomik aktivite yükselmiyor, üstelik batık bir özel sektörünüz var, taze kaynağa ihtiyacınız bulunuyor, kaynağı da bu piyasalardan alıyorsunuz, şimdi bu piyasalar da ülkelerin iç-dış gerilimlerini, ekonomik ve siyasal gerilimlerini değerlendiriyor ve bir not veriyor. Şu anda biz, 3 büyük derecelendirme kuruluşunun tamamından çok kötü not almış durumdayız. Fitch ve Standard&Poors ve Moody's ile tamamından en kötü nota ulaşmış durumdayız. Yani, ‘yatırım yapılacak seviyede değilsin notu’, bu not. ‘Spekülatif’ deniyor bu tür notlara, bu ülkeye borç verirken’ çok çok dikkat etmelisin, hatta vermesen çok iyi olur, verirsen de faizi çok yüksek tutmalısın, miktarı çok tutma’ demek istiyor. Türkiye’nin genelde borçlandığı yerler belli, batı dünyasında Londra piyasasında borçlanıyorsunuz, New York’ta borçlanıyorsunuz, buradaki belli ölçülerde Euro üzerinden Frankfurt borsasında borçlanıyorsunuz ama ağırlıklı ilk ikisi oluyor, Londra ağırlıklı olmak üzere. Dolayısıyla bu tür kuruluşların değerlendirmeleri , - 2008 krizinde bu kuruluşların işlediği suçlar ortaya konmasına rağmen - halen geçerli, sistemden ayrılamadığımız ölçüde burada bunları dinlemek durumundasınız.

23 Haziran seçimleri sonrasında muhalefet açısından yapılması gerekenlerin neler olduğunu konuşmaya devam edeceğiz, seçim sonuçlarına göre muhalefetin izlemesi gereken stratejiler neler olur, toplumsal muhalefetin demokrasi güçlerinin, demokrasiden yana kesimlerin izlemesi gereken strateji ne olmalı? İkincisi iktidar ne yapabilir? Onun adımlarını da izlemek, görmek ve tahmin etmek durumundayız. Bunun bir siyasal tarafı var, bunun da ekonomik tarafı var. Seçimlerden sonra iktidar tarafı otokrat rejim ekonomide ne tür kararlar alınabilir? Biliyorsunuz hafta sonu ekonomide devam eden rejime karşı bir öneri duyduk, Bahçeli “Yeni bir kambiyo rejimi olmalı” dedi. Bu gerçekten ama gerçekten çok önemli bir değişimdir. Türkiye 1929 dünya bunalımı sonrasında Türk parası koruma kanunuyla -1547 olması lazım- kambiyo rejimini değiştirdi. Bu rejim 1989’a kadar devam etti, 89’da önce 28 sonra 32 sayılı kararla kambiyo rejimi liberalize oldu Türkiye’de. Yani eskiden devletten devlete, devlet kurumlarından diğer ülke kurumlarına bağlantılı ve uluslararası kuruluşlardan borç alan ülke pozisyonundan çıktık, şirketler, bankalar, hazine ve devlet kurumlarına da uluslararası finansal sistemden borçlanma imkanı sağlandı. 1989 önemli bir milattır. Şimdi Türkiye’nin döviz rezervlerinin düştüğünü, fakat döviz rezervlerinin ne olduğunu bilmiyoruz, ekside mi artıda mı, brüt mü net mi tartışmalarını geçen haftalarda analiz ettik. Ancak dövizde durum hiç parlak değil, Türkiye taze borçlanamıyor, banka mevduatlarının %55’e yakını döviz mevduatına döndü bildiğim kadarıyla. TL’ye güven yok ve belli küçük adımlarla kambiyo kısıtlamaları da son yıllarda oldu. Döviz almanız durumunda 1 gün valörle hesabınıza geçmesi ve döviz alımlarımda vergilendirmeler gibi.

Karşımızda seçim sonrasında IMF’ye gitmeyeceğini söyleyen bir otokratik rejim var, aslında gitmekten başka da bu sistem içerisinde çaresi yok.. Gitseniz de bir türlü, işte kapı gibi S400 problemi var. Birleşik Devletler IMF’nın patronu, en büyük oy onda, bütün stand-by deneyimlerimize, tarihimize baktığımızda ABD onay verirse IMF’de razı olur, böyledir bu işler.

1947’de IMF’ye üye olduk, 1961’den bu yana pek çok stand-by , IMF anlaşmaları yaptık. Burada başat güç ABD’ dir, IMF yönetiminde ağırlığı çok büyüktür. Peki IMF’ye gitmeyeceksen ne yapacaksın ? Kaynağı nereden bulacaksın , kim verecek parayı Putin’ mi verecek? Yoksa siyasal sistem değişikliği gibi ekonomi rejimini, bilhassa bu rejimin esası olan kambiyo rejimini mi değiştirmeyi düşüneceksin! Bahçeli’nin yeni kambiyo sistemi önerisini,- konuyu açmamış nasıl bir öneri onu da bilmiyoruz ama- çok önemli. Seçimden sonra Erdoğan rejimin, ne tür adımların atılabileceğine dair bir işaret mi? -spekülatif bir konuşma yapmak istemiyorum ama- gerçekten ciddiye alınması gereken bir durum. Sonuç olarak Bahçeli, Erdoğan rejiminin ortağı.

ÖM: Bayağı yapısal adımların da sürekli ertelenmesi dolayısıyla da mesela Deutsche Welle Türkçe’den de bir şey var “Yeni kredi paketi dertlere çare olacak mı?” şeklinde bir ekonomik haber analizi var, şirketlerin borç krizi sürerken yeni bir kredi paketi açıklandı. Bunun ekonomiyi canlandırıp canlandırmayacağı tartışılmış fakat tabii çok önemli bir kart borcu takibinin arttığı, 253 bin kişinin kredi kartı borcundan dolayı takipte olduğu ve %25’lik bir şeye varmakta olan işsizlik oranlarıyla beraber ciddi bir ekonomik problemler yumağı olduğu da herhalde

AB: Bunları kurtarmamız için kaynak lazım, kaynak nerede? Geçmişte 2001 krizinde 'İstanbul Yaklaşımı' diye bankalar arasında oluşturulan reel sektörü kurtarma paketi hazırlandı ama kaynak bulundu? O zaman IMF’den gelen kaynakları kullandık. Türkiye hazinesinin, kamu bankalarının rehabilitasyonu sağlandı filan. Bunlar tabii emekçi kesimlerden sağlanan paralarla sağlandı. Sonuçta krizden çalışanların sırtına yüklenerek çıkılır günümüzün dünyasında, IMF parasını da emekçiden aşırdığımız la öderiz, sabit gelirliler çeker yükü. Nitekim seçimden sonra ciddi bir vergi paketi gelebilir hem vergi hem de daralma ama kamu maliyesi çok kötü O yüzden çok palyatif birbirine zıt kararlar alıyor, ekonomi yönetiminde bir bütünsellik filan da yok, şaşmış durumda rota. Yani biz bu halde seçimleri yeniliyoruz ama hepimiz hafta sonunun derbeder derbisini konuşuyoruz. Gündemi tv programına oraya sarkıttılar, dikkati oraya sarkıttılar diyelim ve burada kapatalım.

ÖM: Evet kapatalım lütfen. Çok teşekkür ederiz.

AB: Seçimlerden sonra görüşmek üzere Ali bey.

ÖM: Görüşmek üzere. ÖM: İyi yıllar, hoşça kalın!

AB: Teşekkür ederim, çok naziksiniz, sağ olun!