"Sağlık krizi bizleri iklim değişikliğine hazırlanmaya sevk ediyor"

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

“Yıllardır ilk defa, evlerine tıkılı kalmış bir milyar insan, şu unutulmuş lüksü keşfetti: kendilerini sık sık, gereksiz yere oraya buraya çeken şeyi düşünme ve onu fark etme zamanı. Bu uzun, acı verici ve beklenmedik perhize saygı duyalım.”

(Le Monde‘da yayımlanan Fransızcasından ve Critical Inquiry‘de yayımlanan İngilizcesinden Öznur Karakaş’ın çevirdiği Bruno Latour’un bu yazısı Terrabayt’ın internet sitesinden alınmıştır.)

Genel bir kapatılmaya Paskalya perhizi döneminin beklenmedik bir biçimde tesadüf etmesini, dayanışma icabı hiçbir şey yapmaması ve savaş cephesinden uzak durması istenenler epey hoş karşıladı. Bu zaruri perhiz, bu seküler ve cumhuriyetçi Ramazan, neyin önemli, neyin gülünç olduğu üzerine düşünmeleri için iyi bir fırsat olabilir.

Virüsün müdahalesi adeta bir sonraki krize prova işlevi görebilir: o noktada, yaşam koşullarının yeniden düzenlenmesi ve itinayla üstesinden gelmeyi öğrenmemiz gerekecek gündelik varoluşun bütün ayrıntıları, hepimizin karşısına bir güçlük olarak çıkacak. Diğer pek çok kişi gibi ben de bu sağlık krizinin, bizleri iklim değişikliğine hazırladığı, bizleri ona karşı hazırlanmaya sevk ettiği ve yönlendirdiği hipotezini öne sürüyorum. Bu hipotezin hala teste tabi tutulması gerekiyor.

İki krizin birbiri ardı sıra yaşanmasını sağlayan şey, ani ve acı verici bir biçimde, -salt insanlardan ibaret- klasik toplum tanımının anlamsız olduğunun farkına varılmasıdır. Toplum hali, her an, çoğu insan biçimine sahip olmayan pek çok aktör arasında iştirake bağlıdır. Pastör’den beri bildiğimiz üzere, bu mikroplar için böyledir; ancak internet, hukuk, hastane organizasyonu, devlet lojistiği, ve dahi iklim söz konusu olduğunda da durum budur. Elbette, virüse karşı “savaş hali”nin etrafında koparılan onca gürültüye rağmen, bu durum zincirin sadece bir halkasıdır, maske veya test stoklarının idaresi, mülkiyet haklarının düzenlenmesi, yurttaşların alışkanlıkları, dayanışma jestleri de bulaşıcı ajanın virülans derecesini tanımlarken bir o kadar önemlidir. Bağlantılarından biri olduğu ağın tamamı göz önüne alındığında, aynı virüs Tayvan’da, Singapur’da, New York’ta veya Paris’te aynı şekilde davranmaz. Pandemi, geçmiş kıtlıklardan veya mevcut iklim krizinden daha “doğal” bir olgu değildir. Toplum, uzun zamandır, toplumsal sahanın dar kısıtlamalarının ötesine geçmiştir.

Bunu ifade ettikten sonra, bu benzerliği daha ileri taşıyabilir miyim emin değilim. Ne de olsa, sağlık krizleri yeni değil, ani ve radikal devlet müdahalesi ise şimdiye kadar belli ki çok yaratıcı olmadı. Bunu görmek için, Başkan Macron’un şimdiye kadar acınası derecede yoksun olduğu o devlet başkanı figürünü üstlenme hevesine bakmak yeterli. Terör saldırılarından evla -ki bunlar ne de olsa sadece polis işidir- pandemiler, liderlerde ve muktedirlerde izahtan vareste bir tür “koruma” hissi uyandırır – “sizi korumak zorundayız”, “bizi korumak zorundasınız”- bu da devlet otoritesini yeniden güçlendirir ve aksi takdirde ayaklanmalarla karşılanacak olanı talep etmesine izin verir.

Ancak bu devlet, yirmi birinci yüzyılın ve ekolojik değişimin devleti değil, on dokuzuncu yüzyılın, bio-iktidar tabir edilen devletidir. Merhum Alain Desrosieres’in diliyle, layığıyla istatistik diye adlandırılan şeyin devletidir bu: yukarıdan görüldüğü haliyle bölgesel bir şebeke üzerinde uzmanların iktidarıyla yönlendirilen bir nüfus idaresi[1]. İşte bugün yeniden uyandırıldığını gördüğümüz şey tam da bu. Tek fark, bir ulustan diğerine kopyalanması, ta ki dünya çapında hakim olana kadar. Mevcut durumun orijinal tarafı, bana kalırsa, dışarıda sadece polis kuvvetlerinin uzantısı ve ambülans sesleri varken evde hapis kalarak, kolektif olarak, doğrudan Michel Foucault dersinden çıkmış gibi görünen biyoiktidar figürünün karikatürize bir biçimini oynamamız. Diğerleri evlerine çekilebilsin diye her halükarda çalışmaya zorlanan pek çok görünmez işçi– ki tanımları gereği kendilerine ait bir evde tecrit edilmeleri imkansız göçmenleri saymıyorum bile- bu resmi bozsa da. Ancak bu karikatür, tam da artık bizlerin olmayan bir zamanın karikatürüdür.

“Seni yaşamdan ve ölümden koruyorum” diyebilen bir devletle – ki bu, izini sadece bilim insanlarının takip edebildiği, etkileri ancak istatistikler toplayarak anlaşılabilen viral bir enfeksiyondan koruyorum demektir- “seni yaşamdan ve ölümden koruyorum çünkü bağlı olduğun bütün bir halkın yaşayabilme koşullarını ben idame ediyorum” diyen bir devlet arasında dağlar kadar fark vardır.

Açık ki böyle bir devlet yoktur, belki bunun için şanslı bile sayılırız. Daha da endişe verici olansa, böylesi bir devletin bir krizden diğerine atacağı hamlelere nasıl hazırlanabileceğini görmememiz. Sağlık krizinde, idare, o pek klasik eğitimci rolünü üstlenir ve yetkisi eski ulusal sınırlara mükemmelen tekabül eder- aniden Avrupa sınırlarına dönmenin arkaikliği, bunun acı verici kanıtıdır. Ekolojik mutasyon durumunda ise, bu ilişki tersine döner: küreselleşmiş üretimden kaçmaya çalışırken halkların çok farklı şekillerde hangi bölgelerde hayatta kalmaya çalışacağını, çokbiçimli halklardan, çoklu ölçekte öğrenmesi gereken bizzat idaredir. Bu durumda, yukarıdan önlemler dikte etmeye hiçbir şekilde muktedir olmayacaktır. Sağlık krizinde, ellerini yıkamak ve ilk okulda olduğu gibi dirseğine öksürmek gibi şeyleri yeniden öğrenmesi gereken tek tek cesur kişilerken, ekolojik mutasyon durumunda, kendini öğrenci konumunda bulan devletin ta kendisidir.

Bunu bir düşünün. Diyelim Başkan Macron kalktı, Churchill edasıyla, gaz ve petrol rezervlerini yerde bırakmayı, tarım ilaçlarının ticaretini durduracağını, derin çift sürmeyi kaldıracağını, ve muazzam bir cüretle, bar bahçelerine ısıtıcı konulmasını yasaklayacağını öne süren bir önlem paketi ilan etti. Sarı Yelekliler isyanını tetikleyen gaz vergisi ise, böylesi bir beyanın ardından ülkeyi yakıp yıkacak olan isyanı varın siz düşünün. Yine de, Fransızları kendi iyilikleri için ölümden koruma talebi, ekolojik krizde, sağlık krizinden çok daha meşrudur çünkü iklim krizi, bir süreliğine değil sonsuza dek, kelimesi kelimesine herkesi etkiler, sadece birkaç bin kişiyi değil.

Ancak “virüse karşı savaş” söyleminin bunca geçersiz olmasının başka bir nedeni daha var: sağlık krizinde, insanların bir bütün olarak virüslere karşı “savaştıkları” doğru olabilir – her ne kadar virüslerin umurunda olmasak da, hiç öyle bir niyetleri olmadan boğazdan boğaza geçip bizleri öldürerek yollarına gitseler de. Ekolojik mutasyon durumunda işler trajik bir biçimde tersine döner: bu defa, ağır virülansı [öldürücülüğü] gezegenin bütün sakinlerinin yaşam koşullarını değiştiren patojen, virüs falan değil insanlığın ta kendisidir! Ancak bütün insanlar değildir söz konusu olan, sadece bize karşı savaş ilan etmeden bizlere savaş açanlardır bu bahsi geçen insanlık. Ulus devlet bu savaşa tamamen hazırlıksızdır, ona dönük hiçbir düzenlemesi, tasarımı yoktur çünkü bu savaşta cepheler çoktur ve hepimizi etkiler. İşte bu yüzden virüse karşı “genel seferberlik” hiçbir şekilde bir sonraki krize hazır olacağımızı göstermez. Tek ordu değildir ufkunda hep yeni bir savaş olan.

Ancak, son olarak, kim bilir; ister seküler ister cumhuriyetçi olsun Paskalya zamanı muazzam dönüşümlere sebebiyet verebilir. Yıllardır ilk defa, evlerine tıkılı kalmış bir milyar insan, şu unutulmuş lüksü keşfetti: kendilerini sık sık, gereksiz yere oraya buraya çeken şeyi düşünme ve onu fark etme zamanı. Bu uzun, acı verici ve beklenmedik perhize saygı duyalım.

 

------------------------------------------------------------------

[1] Alain Desrosières, The Politics of Large Numbers: A History of Statistical Reasoning,  trans. Camille Naish (Cambridge, Mass., 2002).