Bir ölü artı bir ölü iki değildir

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Bugün hayat, sağlık, salgın, hijyen, insanların ölülerini hakkıyla, onlarla vedalaşarak, yaslarını tutarak gömmelerine engel oluyor, ama sistem bu kadarla yetinmiyor, iktidarın bekası ve kontrolü yitirmemesi için ölülerin sessizleştirilmesini, onların adlarının, varlıklarının, kimliklerinin yok sayılmasını da dayatıyor. Ölenin adı olmuyor, geride kalanın yas tutma hakkı kalmıyor.

(Rober Koptaş'ın bu yazısı ilk olarak Gazete Duvar'ın Forum bölümünde yayınlanmıştır.)

Hepimizin ortak endişeleri var bugünlerde ve her birimizin ayrı ayrı endişeleri. Hepimiz bazı şeylerden korkuyoruz ve bunların üstüne her birimiz bir şeylerden daha da çok korkuyoruz. Benim de, tam da bugün, şu anda, ölülerimizin kim olduğunu bilememek, onlarla vedalaşamamak, onları hakkıyla gömememek, onların yasını tutamamak halimiz karşısında içim kararıyor, buhranlar ve isyanlar arasında biçare gidip geliyorum. Bu yazıyı da bana bu biçarelik yazdırdı en çok.

Judith Butler, Kırılgan Hayat’ta hangi ölünün yasını tutabileceğimize karar verenin bir iktidar mekanizması olduğunu gösterir. 11 Eylül saldırıları ve ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında Amerikan toplumunun bizzat kendi iktidar erki tarafından boynundan tutularak içine çekiştirildiği şiddet iklimini analiz ettiği bu kitapta Butler, Irak’taki Amerikan kayıpları kritik kabul edilen eşiğe geldiğinde (2 bin ölüm), New York Times gazetesinin sayfalar boyunca, ölen Amerikan askerlerinin fotoğraflarına ve hikâyelerine yer verdiğini, buna karşın ondan misliyle fazla olan Iraklı kayıpların (36 bin) gazetelerde asla yer bulamadığını ve neden bulamayacağını, bunun ne anlama geldiğini anlatır.

Böyledir, biz bu hikâyeyi iyi biliriz: Biz şehit veririz, teröristler etkisiz hale getirilir. Ölen güvenlik görevlilerinin yüzleri hemen ertesi gün gazetelerdedir. Onların adlarını, gözlerinin rengini, hangi anaların kuzusu olduklarını, nişanlılarıyla telefonda en son ne konuştuklarını bilir, öğreniriz. Buna karşın karşı tarafın kayıpları salt birer rakamdan ibarettir. O sözde “Biz”e yapılan saldırılar arasında bile ayrım vardır. Vodafone Arena adıyla anılan yeni İnönü Stadı’nın yakınında gerçekleşen saldırıda ölen polisler anısına oracığa hemen bir anıt dikilir, ancak Ankara’da bir başka saldırıda ölenler muhalif oldukları için stadyumlarda yuhalanır, yuhalatılır, tıpkı Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan’ın yuhalatıldığı gibi. Gerçekte biz ve onlar ayrımı ölümden sonra bile devam eder.

Bugünlerde de ölülerimiz var. Dünyanın dört bir tarafında varlar. Ancak biz Türkiyeliler başka yerlerdekinden farklı olarak ölenlerimizin kim olduğunu bilmiyoruz. Hayatları hakkında hiçbir bilgimiz yok. İsimlerini duymuyoruz, istisnalar hariç yüzlerini tanımıyor, hikâyelerini bilmiyor, onlar hakkında hiçbir şey öğrenemiyoruz. Bildiğimiz tek şey birilerinin öldüğü ve sıranın bize ve sevdiklerimize de gelebileceği. Salgın günlerinde kaçınılmaz olarak ağzından çıkan her söze dikkat kesildiğimiz Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bir süre onların yaşlı insanlar olduklarını vurguladı ısrarla. Ölmelerine üzülmemize gerek yokmuşçasına. Bu ölülerin, bu yaşlıların birer hayatı, birer yüzü, birer hikâyesi, sevdikleri, eşleri, çocukları, dostları yokmuşçasına. Sanki yerden öylece, ot gibi bitivermişlercesine.

İktidar, devletimiz, neyi bilmemiz, neyi bilmememiz gerektiğine karar veriyor. Ülkemizde salgın kaynaklı olarak hayatını ilk kaybedenin emekli general Aytaç Yalman olduğunu ordu içinde haber kaynaklarına sahip bir gazeteci sayesinde öğreniyoruz. Oradan anlıyoruz bakanlığın bizden bilgi gizlediğini. Yine bakanın “yaşlılar ölüyor” vurgusunu tekzip edercesine eski bir CHP’li milletvekilinin yeğeni, 33 yaşındaki Dilek Tahtalı öldüğünde görebiliyoruz ölümün gencecik yüzünü. Babasını virüs nedeniyle kaybetmiş, aynı akıbete ablası da uğrar mı korkusuyla hastane kapısında bekleyen bir kadın, Belma Kaplan, “Çanakkale’de ölüm yok diyordunuz, işte babamın cenazesi” diyerek bilim kurgu filmlerinden tanıdığımız türden görüntüler ve bin bir tedbirle, cenaze namazsız, musalla taşına dahi konulmadan gömülen babası Eyyüp Kaplan’la ilgili gerçeği gözümüze soktuğunda irkiliyoruz. Ölümün yüzü, yüzleri bizden gizlenmek, kaçırılmak isteniyor, çünkü belli ki durumun ancak bu şekilde idare edilebileceği, kerameti kendinden menkul bir “başarı”nın ancak bu tür bir kontrol ve gizleme mekanizmasıyla mümkün olabileceğine inanılıyor en tepede bir yerde.

Yukarıdaki vakaların kahramanları, öyle şıp diye derkenara, minder dışına itilen, düşman, iç düşman, hain, terörist, bölücü, dış mihrak, affedersin Ermeni diye kolayına hedef tahtasına oturtulan, oturtulabilen kesimlerden gelmiyor. Onlar gibi ölümleri ve dirimleri ulusal bir çıkar ve pay dağıtımının eleklerinde elenip sessizleştirilen figürler değiller. Aksine, kendilerini ülke, devlet, cumhuriyet, din ve milliyet, yani müesses nizam namına ne varsa onlarla aidiyet ve sahiplik bağıyla bağlı hisseden insanlardan söz ediyoruz. Ancak güç ve iktidarın baskı ve kontrol mekanizmaları sadece ötekileştirilenler için değil, onlarınkinden daha şedit olmasa da çok daha sinsi bir şekilde o makbul vatandaşlar için de işliyor daima. Bütün sistem esasen onların kontrolü ve olan bitene rızası üzerine kurulu. İşte bugünkü gibi apokaliptik olağanüstü haller de, tıpkı Gezi zamanı olduğu gibi, baskı enstrümanlarını onlara dün gözü kapalı rıza gösterenler için de görünür kılmaları ve düzenin foyalarını ortaya saçmalarıyla, kendilerini paryaya mesafeli sayanların aslında nasıl da kolay feda edilebilir olduklarını, devranın günü gelince kendilerini de yok sayarak dönmeye programlı olduğunu anladıkları kaotik bir duygu durum yaratıyor. Bugün hayat, sağlık, salgın, hijyen, insanların ölülerini hakkıyla, onlarla vedalaşarak, yaslarını tutarak gömmelerine engel oluyor, ama sistem bu kadarla yetinmiyor, iktidarın bekası ve kontrolü yitirmemesi için ölülerin sessizleştirilmesini, onların adlarının, varlıklarının, kimliklerinin yok sayılmasını da dayatıyor. Ölenin adı olmuyor, geride kalanın yas tutma hakkı kalmıyor. Böylece efendi ile parya, sahip ile yanaşma, asli ile talinin kaderi tarihsel bir an için kesişiyor, kaderler bütünleşiyor.

Bu meselenin, birilerinin ölüsünün ardından gerektiği gibi üzülemiyor, onları birer sayıdan ibaret görüyor olmamızın beni bunca sarsması, beni durduğum, hareketsiz kalakaldığım yerde, evin, dört duvarın içinde sersem edip dört döndürmesi herhalde tutamadığım yaslarla, adını anamadığım ölülerimle ilgili en çok. En çok da erken kaybettiğim, ölümünden önce yıllar yılı hastalıklarla eriyen, bir tür adı konmamış karantinada olduğu için tabağı çanağı yıllar yılı bizimkinden ayrı tutulup ayrı yıkanan, son yılında neredeyse hiç göremediğim, vedalaşamadığım, cenaze gününde de korkup ölü bedeninin yanına gidemediğim, eline, yanağına son bir öpücük konduramadığım, vedalaşamadığım babamla. Tutmadığım o yaslar, üzülmediğim o üzüntüler gün geldi ayağım her tökezleyip buna bir sebep aradığımda karşıma çıktılar. Böylece öğrendim, gömülmemiş ölülerin, tutulmamış yasların, hikâyesi anlatılmamış ve hikâyesiyle hesaplaşılmamış hayatların ruhumuzu birer hayalet gibi huzursuz ettiğini. Biz farkında olalım olmayalım benliğimizin inkâr ettiğimiz, yok saydığımız ölümlerle, kayıplarla da kendini var ettiğini. Bize ait olmadığını sandığımız hayatların yüklerini omuzlarımızda farkına varmadan taşıdığımızı ve o yükleri bir kenara bırakabilmek için de hikâyelerimizin kaynağına dönmemiz, onları yeniden inşa etmemiz gerektiğini.

Yıllar önce, bir sevdiğim, canı Pepo dedesini kaybetmişti. Pepo dede Yahudi’ydi, inancınca gömüldü. İlk kez bir Yahudi cenazesinde bulunuyordum ve mezarlıkta, ölüyü defnettikten, dualar edildikten, gözyaşları döküldükten sonra uzunca bir masa hazırlandığını, hemen oracıkta, yumurta, yanında biraz nevale yenilip rakı içildiğini gördüm, şaşırdım. Şekli şemaili değişebilir ama geleneklerimiz iyi kötü birbirine benzer. Buralarda da, başka yerlerde de, insan evladı ölümü en çok ritüellerle idrak eder. Bizimkiler kilisede kahve içip helva yer mesela. Sizler evlerde, sanki o an tek ihtiyaç yemekmiş gibi konu komşu, hısım akraba çorbaya kaşık sallarsınız. Ölüler gömülür, gözyaşları dökülür ve hayat sürer gider. Bizler ancak böyle devam edebiliriz hayata. Bugün yakınlarını kaybedenlerin ise böyle bir şansı olamayacak ve bunun belki şu an tahayyül dahi edemeyeceğimiz amansız etkileri onları ve belki sonraki kuşakları karabasanlara boğacak.

Beri yandan, bu topraklar mezarsız gömülenlerin, kaybedilenlerin, ölümü, ölüsü kabul edilmeyenlerin, yası tutulmayanların, tutulamayanların ülkesi. Anadolu’nun ve Suriye’nin yolunda belinde, dağ kenarında, yar başında, bir kuyunun dibinde kalmış Ermeni ve Süryanilerin ahı her yerde. Cumartesi Anneleri yirmi küsur yıldır sevdiklerinin kemiklerini, mezarlarını soruyor devletin ruhsuz suratına karşı sessiz çığlıklarla. Taybet Ana, Taybet İnan günlerce sokakta kaldı, Hacı Lokman Birlik öldürüldükten sonra zırhlı araca bağlanıp sürüklendi, bahtsızların bahtsızı Cüneyt Cebenoyan ablasını katleden örgütten yıllar yılı bir özür bekledi, Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Sel oğulcuğunu kaybettiği günden beri hakikati, sadece hakikati söyleyen sesinin duyulmasını istiyor, Aysel Tuğluk’un annesi Ankara’da defnedildiği mezardan bir linç güruhu yüzünden çıkarıldı.

Şimdi bu sonsuz ve uğursuz silsileye bir de, üzerine apansız, gizli saklı toprak örttüğümüz insanlar ekleniyor. Çarkın dişlileri zaten daimi olarak öğüttüğü paryalarla yetinmiyor, efendilerden olanları da hedef alıyor. Bir general dahi, askeri tören olmadan, bir sabah apar topar gömülüveriyor. Resmi olarak ölüm olmadığı açıklanan bir şehirde çekilen bir videoda bir tabutu ağızlarına kadar korunaklı uzay kıyafetleri içindeki görevlilerin taşıdığını görüyoruz. Tabutlar kireçleniyor, mezarların üstüne beton atılıyor, yeni mezar alanları açılıyor şehrin bir yerlerine. Kişisel dramlar nihayetinde toplumsal olana bağlanıyor. Hiçbir ölünün resmini görmüyoruz, adını bilmiyoruz, gözlerine bakamıyoruz, hikâyesini dinlemiyoruz. Derkenardaki ölüler gibi tıpkı. Varsa yoksa sayılar, grafikler, tedbirler, amanlar, sakınlar. Onlar sevdikleriyle vedalaşamıyor, sevdikleri onları son bir kez öpemiyor, cansız bedenleri yıkanırken başlarından aşağı iki tas su dökemiyor, soğumuş ellerine dudaklarını değdiremiyor, cenaze törenlerinde sevdiklerine sarılarak ağlayamıyor, üzüntülerini, yaslarını yaşayamıyorlar.

Oysa Elias Canetti’nin dediği gibi, “Herkes ölümüyle Tanrı gibi biricikleşmelidir. Bir ölü artı bir ölü iki değildir.” Sağlık bakanı aksini savunuyor, o onun işi. Devranın dönmesi için bugün de buna ihtiyaç var belli ki. Ancak bizler iyi biliyoruz, bir ölü artı bir ölü iki değildir. Bir ölü bir hayattır. Mesele evrensel ve insani. Butlerlar ve Canettiler uzaktan, dışarıdan geliyorsa, içimize dokunmuyorsa eğer, Canetti’nin sözünü kitabına epigraf yapan Zeynep Sayın’a kulak verelim. O, Ölüm Terbiyesi’ni, mezarları esirgenen, mezarına saldırılan ölülere yapılan kabalığa, üstüne silgi çekilen tarihe karşı, unutulmuş bir nezaket ve ölüm terbiyesini, uzun ve İslami boyutu da olan bir geleneği hatırlatmak arzusuyla yazdı. Neticede biz de insanlığın bir parçasıyız, benzer dertlere benzer dermanlar aramak muradındayız. Ölülerimizi gömmek, başlarında iki damla gözyaşı dökmek, onları hak ettikleri şekilde anmak da dermanın kendisi. Bunu fiziken yapamasak da manevi olarak yapmakta inat etmeliyiz, çünkü, ilk kez Diyarbakır’da duyduğum o güzel deyişle, inat da bir murattır. Öteki türlüsü, kuşaklar boyunca bizi huzursuz edecek, kuşaktan kuşağa aktarılacak, yarın bizi, öbür gün çocuklarımızı, daha öbür gün onların çocuklarını, onları çıldırtanın ne olduğunu bir türlü bilemedikleri çaresizliklere sürükleyecek bir delilik hali olacak.

Babası göç etmekte birkaç yıl erken davrandığı için ailecek 1915’teki cehennem çukurundan kurtulan ama sonrasında, halkının ölümleri aşıp Yeni Dünya kıyılarına ulaşan bakiyesinin feri kaçmış gözlerinin içine bakarak büyüyen William Saroyan, “Birileri yazmalı. hakkında bir şey yazılmadan kimse bu dünyadan göçüp gitmemeli” demişti. Yazmalıyız. Bugünlerde ölenlerin, ölülerimizin hikâyesini anlatmalı, onlarla konuşabilmeliyiz. Bir internet sitesi kurup ölenler hakkında ne biliyorsak oraya tek tek işler miyiz, haberler kitaplar mı yazarız, filmler, belgeseller mi çekeriz, nasıl yapar, nasıl ederiz bilmiyorum ama ölenlere, ailelerine ve kendimize hürmetle, kayıplarımıza yüzlerini vermeli, üzerlerine çekilmek istenen örtüleri aralayıp o yüzlere bakabilmeli, onların üzerinden silgiyle geçmemeliyiz.