Gezegenin Yaşlı Ağacı: Baobab

Botanitopya
-
Aa
+
a
a
a

Görkemli gövdesi üzerinde, kök gibi cılız dalların göğe uzandığı, sanki tepetaklakmış gibi görünen Baobablar, Afrika kültürünün önemli bir parçası. Habitatların kaybolması, yaşamını sürdürmesini sağlayacak kaynakların tüketilmesi sonucu, önlem alınmazsa bu güzelim ağaçların dünya üzerindeki varlıkları da ne yazık ki sona ermek üzere.

Baobab ağacı
 

Baobab ağacı

podcast servisi: iTunes / RSS

Tepetaklak olmasının nedenini bir Afrika miti şöyle açıklıyor: Afrika yaratılış mitine göre Tanrı, her hayvana bir ağaç vermiştir. En sona kalan sırtlana ise baobab ağacı düşer. Buna çok bozulan sırtlan, onu fırlatıp atınca da ağaç, tepetaklak yere düşer..

Jerzy Kosinski, Şeytan Ağacı kitabında ise baobla ilgili bir başka Afrika mitinden söz ediyor: "Baobab aslında bin yaşında demek” diye yazıyor, “Afrika'da nice kişiler bu ağacın hayatın kökü olduğuna, ilk insanın doğuşunu gördüğüne inanır. Yerliler baobab'a 'şeytan ağacı' derler. Şeytanın bir zamanlar bu ağacın dallarına takıldığını, sonra cezalandırmak için onu baş aşağı ettiğini söylerler. Yerlilere göre, şimdi dallar olan kısım aslında köklerdir. Bir daha baobab yetişmesin diye şeytan, tüm genç fideleri imha etmiştir. Yerliler bu yüzden dünyada yalnızca yetişkin baobab ağaçlarının kaldığını söylerler."

Baobab ağacıyla, eminim birçoğumuz ilk kez çocuk yaşta, Küçük Prens hikayelerinden birinde tanışmışızdır. Hikayede baobab ağacının tohumlarını şöyle anlatmaya başlıyor:  “Toprağın kuytularında gizlenmiş dururlarken arada birkaçının uyanacağı tutarmış. Bu tohum başlangıçta biraz çekingenlik gösterse de kendi halinde güneşe doğru uzamaya başlarmış. Eğer bu bitki yalnızca bir turp ya da bir gül goncası olsa büyümesinde hiçbir sakınca yokmuş. Ama öyle, kötü bitkilerdense hemen ortadan kaldırılmalıymış. Şu sıralarda küçük prensin gezegeninde çok korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı. Baobab tohumlarıymış bunlar. Toprağın içi bunlarla doluymuş. Fark etmekte biraz geciktiniz mi, iş işten geçer, bir daha onlardan kurtuluş olmazmış. Bütün gezegeni sararlar, kökleriyle de içten içe sıkıca kavrarlarmış. Eğer bir de gezegen küçücük, baobab tohumları da çok sayıdaysa işte o zaman parçalanıverirmiş gezegencik…” Hikayenin devamında Küçük Prens gezegeni baobaplardan nasıl koruduğunu "Bu bir çeşit disiplin," diye açıklar anlatıcıya ve devam eder: "Sabah uyandığınızda nasıl yüzünüzü yıkayıp temizliğinizi yapıyorsanız, gezegene de aynı şeyleri yapmalısınız; hem de daha büyük bir özenle. Bütün baobapları hemen sökmelisiniz, yoksa bir süre sonra iyice gül fidelerine benzerler. İşte o zaman hangisinin gül hangisinin baobab olduğunu anlamak da güçleşir.”

Saint Exupery burada metaforik olarak baobab ağaçlarını, aslında insanın “doğasındaki” hoş olmayan özelliklerle özdeşleştiriyor. Eğer onları fark edip erkenden söküp atmazsak, köklenip derinleşerek bütün kişiliğimizi ele geçireceğini anlatmaya çalışıyor. Kimi edebiyat eleştirmenlerine göre Baobabların başka bir karanlık anlamı daha var: Nazizm’in görsel metaforları olarak bu hikayede varlar. Saint-Exupéry’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı savaştığını ve Küçük Prens’i yazdığı sıralarda Nazizmin yükselişte olduğunu düşünürsek bu doğru bir tespit de olabilir.

Baobab, Küçük Prens’in hikayesinde sadece bir metafor olarak “şeytanlaştırılmış” olabilir ama dünyayı yok oluşa sürükleme konusunda insanoğlunun üstüne yok, orası kesin. Bunun hepimiz biliyoruz… Siz de takip etmişsinizdir, neredeyse 2000 yaşına varan bu muhteşem varlıklar;  gezegeni yok etmek şöyle dursun, ne yazık ki birer birer gezegenimiz üzerinden silinmeye başladı. Tropik ülkelerde kimi türleri yetişse de de Afrika’nın ‘hayat ağaçları’ maalesef ölüyor…  Madagaskar’a özgü 6 türden 2’si küresel ısınma, arazi açma çalışmaları ve ihmal yüzünden bugün tehlike altında. Adansonia perrieri’nin yaşam alanı tarım ve kalkınma nedeniyle kaybolurken, Adansonia suarezensis’in en büyük hayatta kalma tehlikesinin; yıldırım, su kaydı, siyah mantar ve kuraklık nedeniyle olduğu belirtiliyor. Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN)’nin Kırmızı Tehdit Altındaki Türler Listesi’nde yer alıyor. Bunun nedenlerini araştıran bilim insanları, küresel ısınmanın yanı sıra baobab tohumlarının yayılmasını sağlayan kimi hayvanların soyunu tükenmiş olmasına bağlıyor. Bazı baobab türleri polenlerini taşıyan yarasalara ve lemurlara göre adapte olmuş çiçeklere sahip, kimi türleri tozlaşmak için güvercin kuyruklu atmaca güvelerine iş birliği yapıyor. Son ikibin yılda Makigiller ailesinden birçok lemur türünün soyunun tükenmesi, adaya insanların gelmesi, tozlaşma ve meyvelerin dağılmasını geniş kapsamlı bir etkisi olabilir.

Baobabların bilimsel adı, Adansonia. Adını Fransız botanikçi Michael Adanson’dan alıyor. Senegal’e özgü birçok tropik bitkiyi sınıflandıran doğa bilimci, bu ağaçla da ilk kez 1750 yılında burada karşılaşmış. “Beni götürdükleri çayırda bir antilop sürüsü vardı ama muazzam gövdeli bir ağaç dikkatimi çekince avlanmayı bir anda unutuverdim” diye yazar sonra. 15. ve 16. yüzyılda yolcuların anlatılarında sözü geçen iki ağacın o zamandan beri hiç büyümediğini tespit eden Adanson, ağaçların 5000 yıllık olduğunu düşünmüş o yıllarda. Oysa modern ölçümler ağacın en çok 2000 yaşında olabileceğini gösteriyor. Yine tam yaşını tespit edemiyorlar bu ağaçların…

Bu dünyada uzun süredir varlıklarını sürdüren bu karizmatik ve görkemli ağaçların doğal yayılım alanı epey şaşırtıcı. En yaygın yetişen Afrika baobabı (Adansonia digitata)’nın 8 türü var. Afrika baobabı, deniz seviyesinden 450-600 metre yüksekte, daha kurak olan savana koşullarını tercih ediyor. Yüzyıllar boyunca da insanların hareketi ve tohumları taşıması sayesinde tüm Afrika kıtasına ve hatta ötesine yayılmış durumda. Avustralya’ya özgü tek tür olan (Adansonia Gibbosa) ise Batı Avustralya’nın Kimberly bölgesinde yetişiyor.

Diğer 6 Baobab türü, ağacın anayurdu olan Madagaskar’da yetişiyor. Baobab ağacının sert kabuklu meyvesinin belki bir milyon yıl önce suda sürüklenerek Madagaskar adası ile Afrika kıtası arasındaki o kısa mesafeyi aşmış olabileceği tahmin ediliyor. Buradan da Avustralya’ya daha uzun bir yolculuk yapmış olmalı. Zaman içinde, farklı çevresel koşullara uyum sağlamasıyla yeni türler ortaya çıkmış. Madagaskar’ın kuzeybatısındaki Majunga ve Hindistan’daki baobab popülasyonunun ise Arap tüccarlar sayesinde çoğalmış olabileceğine inanılıyor. Bu iki bölge 12. yüzyılın sonları ve 13. yüzyıl başlarında, Hint Okyanusu üzerinden ticaret yoluyla birbirine bağlanmıştır çünkü…

En yaşlı olanlarından, baobabın büyük büyük atalarından biri Madagaskar’ın güneybatısında bulunan ve yenilerde 1600 yaşında olduğu saptanan (Adansonia rubrostipa türü) bir ağaç. Afrika’daki yaygın türler (Adansonia digitata’lar) arasında ondan çok daha yaşlı, tahminen 1800 yaş civarında olanları da var.

Afrika baobabları inanılmaz boyutlara ulaşabiliyor. Yıllar içinde kaynaşmış birkaç bireyden oluşuyor bazıları belki ama, kimi ağaçların çevresi 20 metreye, 30 metreye ulaşabiliyor. Kaliforniya’nın dev melez sekoyalarından bile büyük. Madagaskar’ın batısında, Morondava’da meşhur Baobab yolundaki 25 (Adansonia grandidieri türü) ağaç, tam 25 metre yüksekliğinde.  Ait oldukları ormandaki ağaçların çoğu, tarım alanları açmak adına kesilmiş olduğu için bu dünyada ne zamandır var oldukları kesin olarak saptanamıyor.

Bu devasa ağaçların, Afrika’ya ya da Avustralya’ya örnek toplamaya gelen 19. yüzyıl kaşiflerinin ilgisini çekmiş, hayranlık uyandırmış olması da elbette şaşırtıcı değil. Baobab’ı kayda geçen ilk kaşiflerden biri, Thomas Baines. Baines, 1855 ile 1856 yılları arasında, A.C. Gregory’nin Kuzey Avustralya seferi sırasında bu kıtaya özgü Adansonia gregorii’nin yapmış. Avustralya’da “boab” diye bilinir bu ağaç… Daha sonra 1861 ve 1862 yıllarında kuzey Botswana’da yapacağı seyahatlerde de birçok baobab ağacını çizimleriyle kayda almış. Birazdan twitter’da paylaşacağım 1858 tarihli tablosunda, Zambezi’de Lue Nehri Kıyısında resmettiği devasa Baobab ağaçları var.  Aynı ağaçların 160 yıl sonra, bugün çekilen fotoğraflarıyla kıyasladığımızda, yıllar içinde çok az değişmiş olduğunu fark ediyoruz.

Kew Kraliyet Botanik Bahçeleri’nin arşivinde, Baines’in 24 Haziran 1863 tarihinde William Jackson Hooker’a yazdığı bir mektup da var. Hooker, o tarihte botanik bahçesinin yöneticisidir. Namibya, Onganga’dan yazmıştır mektubu ve bu bölgede Hooker ile ortak arkadaşları olan James Chapman ile birlikte yaptıkları seyahatin ayrıntılarını anlatmaktadır. Botswana’da Koobe ve göller bölgesini dolaşırken topladığı örnekleri ve eskizlerini gönderdiğini söyler.

Mektubunda Baines, topladığı örnekleri tarif ediyor, bir yandan da Hooker’a Koobie’de gördükleri baobab ağaçlarından; Zambezi nehri kıyısı boyunca buldukları farklı ağaç parçalarının özelliklerinden söz ediyor. Zambezi’ye ve Victoria şelalelerine varmadan önce baobablarla ve diğer büyük ağaçlarla karşılaşmış olduklarını anlıyoruz mektuptan. Nehir boyunca gördüğü, baobab ağaçlarına benzeyen ve yerli dilinde “kokomboyou” denen bir ağaçtan da bahsediyor ve seyahatinin diğer ayrıntılarına geçiyor.

Chapman ve yerlilerden oluşan bir kafileyle birlikte burada tanıştıkları -Matabili, Makololo, Makobas, Bushman, Makalakas ve Batoka gibi- birçok kabilenin farklı adetleri, sınıfsal yapıları üzerine gözlemlerini de aktarıyor. Tabii Baines sadece bir kaşif değil, bir misyonerdir de… Mektup yazdığı tarihte seyahatine ara vermiştir. Zambezi’de, bir sonraki seyahati için fon ararken bir yandan örnek topladığını, resim ve çizimler yapmaya devam ettiğini anlatır.  

Baobab ağaçlarıyla kabileler iç içe, bütünleşik bir yaşam sürer; yaşamda olduğu gibi ölümde de… Afrikalı büyücü ozanların öldüklerinde, baobab ağaçlarının boş gövdesine gömülme geleneği, o yıllarda Thomas Baines gibi diğer Avrupalı kaşifleri de çok şaşırtmıştır. Afrikalılar, hayatları boyunca doğaüstü şeylerle ilişki içinde olan bu insanların, toprağı ya da suyu kirleteceğini düşündüğü için onların ölü bedenlerini ağacın içine yerleştiriyordu. Ölüler burada sıcak ve kuru havanın etkisiyle çürümeden, mumyalaşıyordu.

Baobabların devasa boyutları, dünyadaki başka hiçbir ağaca benzemeyen tuhaf görünümü ve ağacının kabuğundan meyvesine türlü türlü şifası nedeniyle olsa gerek, yerli halkların kültüründe bambaşka anlamlar yüklenmiş.  Afrika’nın hayat ağacı imgesi baobab’tır… Tinsel bir yanı vardır baobab ağaçlarının, tapınak işlevini üstlenir. Afrika kültüründe baobapların çoğunun kendi adı da vardır ve öldüklerinde cenaze töreni düzenlenir. Toplumsal bir sorun olduğunda, şef veya kabile üyeleri baobab ağacının altında buluşarak, konuşup tartışarak sorunlarına çözüm bulmaya çalışırlarmış. Bu buluşma, kabile üyeleri arasında güven ve saygının güçlendirilmesini sağlıyor.

Baobab her zerresiyle yaşam kaynağıdır. Ağaçların yumuşak kabuğu hasat edilip, kabukların dövülmesiyle elde edilen lifler, halat yapımında ya da kumaş dokumalarında kullanılıyordu.   Ağacın bu kısmının alınması zarar vermediği, zaman içinde ağaç kendini yenileyebildiği için sürdürülebilir bir endüstri olmuş yerli halk için. (Kew Kraliyet Bahçelerinin Economic Botany Collection’unda  yer alan, antilop yakalamak için kullanılan ağ da baobabın kabuk liflerinden yapılmış. Botanikçi ve doktor John Kirk’in, David Livingstone’un Zambesi seferi (1858-1864) seferinde alıp müzeye bağışlamış.)

Yerli halk ağacın her bölümünden sonuna dek yararlanıyor. Baobab meyvesi, Afrikalılar için çok değerli bir besin kaynağı. Yüksek oranda C vitamini içeren, çok zengin bir besin.  Baobab ağacının yaprakları ve çiçekleri de taze olarak tüketiliyor; tohumları kahve çekirdeği gibi kavruluyor. Kuru yaprakları yemeklere ekleniyor ve geleneksel tıpta bulaşıcı hastalıkların tedavisinde şifalı bitki olarak kullanılır. Zarar görmüş meyveler yakılır, külleri sabun yapmak için palm yağıyla karıştırılıyor.  

Dünyamızı Biçimlendiren Olağanüstü Bitkiler kitabında Helen ve William Bynum, Batı Afrikalı Mandingo Halkı meyvesinin ticaretini de yaptığını, baobabların Mısır ve Ortadoğu’da da yüzyıllardır bilindiğini yazıyor. Özellikle suyla karıştırılıp ferahlatıcı bir içecek yapılan meyvesi sevilirmiş. 16. yüzyıl sonunda Venedikli bir doğa bilimci Kahire pazarlarında satılan bu meyvenin adının “bu hobab” olduğunu kaydetmiş. Ama aslında adı “bu hibab” yani bol çekirdekli meyve” anlamına da geliyor olabilirmiş.

Afrikalılar tükettikleri meyvenin sert dış kabuğunu tabak ya da kap olarak kullanır. Daha yaşlı ağaçların dev, içi boş gövdelerinde biriken bol miktarda su kuru mevsimlerde de halkın işe yarıyordu. Gövdesi, 120 bin litre su depolayabilme özelliğine sahip. Suyu kolayca almak için bazen ağacın gövdesine musluk da takılır. Evet, gördüğünüz gibi Baobab, Afrika’nın hayat ağacı, kültürün özü… Baobabların yok oluşu çevresel bir trajedi olmasının ötesinde hem ekonomik hem kültürel açıdan ona bağlı olan topluluklar için de büyük bir yıkım.

Kosinski’nin Şeytan Ağacı kitabında geçen Afrika miti “ağacı cezalandırmak için Şeytan’ın onu baş aşağı ettiğini, bir daha baobab yetişmesin diye tüm genç fideleri imha ettiği için dünyada yalnızca yaşlı baobab ağaçlarının kaldığını” söylüyor ama ağaçlara asıl kötülüğü yapanın insanoğlunun ta kendisi olduğu ortada.

Bitkiler uzun süreli kuraklıklara adapte olabiliyor belki ama iklim değişiklikleri doğaya kendini yenileyebileceği zamanı ve fırsatı tanımıyor.  İnsanoğlunun dünyaya olan etkisinin en üst düzeye çıktığı  ‘İnsan Çağı’ da denen Antroposen döneminde bu etkileyici ağaçların yokoluşuna şahit oluyoruz. İronik olansa neredeyse hiç sera gazı üretmeyen Afrika kıtasının iklim değişikliğinin tahmin edilemeyen sonuçlarına katlanmak zorunda olması. Küresel iklim değişikliğine neden olan diğer ülkelerin bedelini,  ne yazık ki sayısız nesillere sessizce  tanıklık eden Afrika’nın en büyük, en eski sakinleri olan baobablar ödüyor.

Şarkıcı / YorumcuParça AdıAlbüm AdıSüre
Frank Peter Zimmerman Sol Majör Opus 40 keman ve orkestra için Romance Beethoven 07:18