Cazlı - Sazlı Şirket-i Hayriye "Vapor"ları

-
Aa
+
a
a
a

Batılılaşma III

Eğer günün birinde bir özel televizyon kanalında, özellikle de TRT radyo ve televizyonlarında bir halk musikisi ya da, “sanat musikisi” programına rast gelirseniz; ilgili oldukları musiki dalının erdemlerini karşısındakilere yırtınırcasına kanıtlamaya çabalayan ses sanatçılarını, bestecileri ve program yapımcıları izleyeceksiniz demektir. Meslek erbabı ilgi alanlarına giren musikinin konuşulacak pek çok yanı dururken, yıllardır tutturdukları söylemi yinelemeye girişirler. Söyleme göre: “Türk musikisi ve Türk halk musikisi eşi bulunmaz güzellikte bir musikidir. Öyle onu herkes anlayamaz, anlayan anlar. Anlamak için toprağı, suyu gökleri sevmek, bunlara sevdalı olmak gerekir. Ne hoştur oysa musikimiz!..”

Söylem aşağı yukarı böyledir, fazlası vardır eksiği yok. Doğrusunu itiraf etmek gerekirse söylem bütün çırpınmalara karşın son derece beceriksizce dile getirilmektedir. Ne demek ister, anlamak zordur. Muhavere çoğu zaman ağza sakız olmuş bir takım klişe sözcük ve tamlamalarla sürdürülür. Alçak gönüllü olmak ister görüntüsündeki söylem, gizli övünme payları ile bezenmiştir. Öznelliğin egemen oldu konuşmalarda söz konusu olan kendisi değilse söylem, muhataba ya da üçüncü şahıslara düzülen övgüler biçiminde gelişir. “Söyleyenin, çalanın ve dinleyenin yüreğine, gönlüne, sazına, teline sağlık, sımsıcak, her şeyin başı sevgi, yüreğinizde her zaman sevgi, dostluk olsun, güzellikler, keyifler vb.” gibi bir takım basma-kalıp sözcükler her ezginin sonuna “istek parçası” gibi takılır. Sanırsınız ki söylenmemesi sanki bir eksikliktir. Böyle yapılarak ana fikir pekiştirilmeye çalışılır. Temelde tüm bu çabanın bilinçaltında tek dinamiği bulunmaktadır: Söz konusu olan musikinin değerlerinin bilenleri, farkında olanları ayrıcalıklı bir yere koymak. Adı konmamış da olsa bu tutum bir yerde; savunma güdüsüdür aslında. Öznel gerçeklik, yandaşlar bulmak gayretiyle dinleyenlerin ve izleyenlerin bilinçaltına sokulmaya çalışılır. Neticede; bir anlaşılmamış, değeri bilinmemiş, hakkı yenmişler topluluğu yaratılmaya çalışılır.

Halk musikisi toparlanamayacaktı

Bu kesintisiz savunmanın kökleri; Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1926-27), konservatuar eğitiminde Türk musikisine getirilen yasaklarda yatmaktadır. Bu musikiyle uğraşan pek çok sanatçının ruhunun ve beyninin bir köşesinde yasaklanmanın izlerini bulmak mümkündür. Tedirginlik, yapılan işten kuşku duyma, endişe ruhları kemirir ama ortaya çıkışı (tezahürleri) ise; karşıtları (muhalifleri) ilgili musikinin erdemlerine ikna etme çabası olarak gösterir kendisini. Övgü ise aslında, bir savunma biçiminden başka bir şey değildir.

Türk musikisi faaliyetleri o yıllarda; konservatuar (Dar’ül Elhan) bünyesindeki İlmi Heyet’in derleme ve nota yayımı çalışmaları ile sınırlandırılmıştı. Yasaklama on beş yıl kadar sürmüş, bir dönem radyo yayınlarını da kapsamı içine almıştı. Gerçi bu yasak halk musikisi için geçerli değildi. Aksine halk musikisi giderek önem kazanmaktaydı. Çağdaş Türk musikisinin Batı’daki örnekleri gibi “halk musikisi hazinesine doğacağı ve bu zenginliği eserlerine yansıtan besteciler eliyle gerçekleşebileceği” kanısı yaygındı.

Yasak bir süreçti, son buldu. Ama yarattığı “travma” büsbütün ortadan kalkmadı, zamanın gücü izlerini silmeye yetmedi. Yasaksız olan, gözde olan halk musikisi hızla aşındı, itibardan oldu. “Alaturka musiki” (Türk sanat musikisi) zaman içinde toparlanıp bir popüler çizgi yakalayabildi. Halk musikisinin toparlanması ise kolay olamadı. Uzun bir yalnızlık sürecini bir başına yaşamak zorunda kaldı. Bu nedenle günümüz halk musikisi sanatçıları kendilerini daha çok ifade etme ihtiyacı duymaktadır. Halk musikisi programlarının söylem “çarpıcılığı” bir bakıma da bu nedenledir. Zurna, davul, kaşık, kabak kemane çalan saz ekibinin smokin giyip papyon takması, uzun hava söyleyen türkücü bayanların tüylü kostümünü tamamlamak için, dirseklerine ulaşan eldivenler giyerek ekrana çıkması başka nasıl izah edilebilir.

“Saz cazı öldürdü”

Oysa 4 Ağustos 1939 tarihinde Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında “Şehrin İçinden” köşesinde yayınlanan bir haber; alaturka sazın alafranga caza karşı kazandığı zaferi muştulamaktadır. Öte yandan, “Sazlı Vapur" başlıklı yazı dikkatle incelendiğinde alaturkacıların zafer kazanmış taraf olarak, bütün bu çaba ve gayretlere niye ihtiyaç duyduklarını anlamak mümkün değildir. Selâhaddin Güngör imzalı yazı özetle şöyledir:

«Caz, sazı öldürüyor! Şikayetleri ortaya atıldığı zaman, saz taraftarları şark ruhunun ezeli tevekkülü ile boyunlarını bükmüşlerdi: “Mukadder [yazılmış, değişmez] netice eğer bu ise, ne diyebiliriz?…” Fakat mukadder netice, umulduğunun tamamıyla aksine tecelli etti. Yani caz, sazı öldüreceği yerde, saz cazı öldürdü.

Geçen senelere kadar sazlıya refakat eden [eşlik; burada rakip] bir cazlı vapur vardı. Bu iki vapurun, anayı evlattan, dayıyı yeğenden, hatta karıyı kocadan ayırdığı oluyordu. Caz ile saz arasındaki bu anlaşamamazlık, yolculara da sirayet etmişti. Birçok kimseler son dakikaya kadar, cazlıya mı, sazlıya mı bineceklerini kestiremeyerek iki iskele üzerinde dolaşıp duruyorlardı. Nihayet caz, gitgide gözden, daha doğrusu kulaktan düşmeye başladı. Yolcuların yarı yolda, birer ikişer, hatta gurup gurup cazlıdan sazlıya geçtiklerini duyuyorduk. Boğaz suları üzerinde zaman peyda olan bu zenci velvelesi, ateşi çok geçmeden suya temas etmiş bir zeytinyağı fitili gibi caz diye söndü. Sazlı vapur, o günden beri rakipsizdir. Her arkada bıraktığımız hafta, onun yolcu adedini artırıyor.

Artık varsa sazlı vapur, yoksa sazlı vapur. Ertesi günün pazara rastlayışı kafalardaki son tereddüt izlerini de siliyor. Bir buçuk günlük hafta tatiline sazlı-sözlü bir vapur seyyahati ile başlamış olmak için herkes akın akın köprüye koşuyor.»

Yazının devamı son derece ilginçtir. Yazarın anlattıklarına göre “altı saatlik tenezzühün [gezinti] karşılığı yetmiş beş kuruştan ibarettir.” Gemide türlü yiyecekle donatılmış zengin bir büfe hazır bulunmaktadır. Tercih edilen içkiler bira ve rakıdır. Alaturka saz takımıyla ilgili ayrıntılar ise şöyledir:

«Saz takımına ayrılan camlı köşkün etrafında toplananların çoğu, ellilik, altmışlık adamlar… Gençler bilâkis, denize yakın bulunmayı tercih ediyorlar. Üsküdar’dan itibaren, saz meclisi hareket peyda etmeye başladı. Meşhur bir kadın okuyucu en baskın sesiyle denizi çın çın öttürüyor. “Saçlarıma ak düştü”. (…) Derken daha civelek havalar birbirini takip etmeye başladı:

“Ayşem çıkmış yollara bakar / O bakışları canlar yakar / Yarim şimdi gelecek diye / Çifte çifte lambalar yakar!..” Ve buzlu şişeler; buğulu buğulu açıldıkça saz söze, naz niyaza karışıyor. Curcunalı bir âlem ki deyme gitsin.»

Mehtabiye geleneği

Yaz geceleri sandallarla yapılan sazlı-musikili tenezzüh (eğlence) Boğaziçi için yeni değildir. On dokuzuncu yüzyıldaki adı, “mehtabiye”dir. Bir olasılık; bu türden eğlencelerin kökleri Bizans’a kadar uzansa gerektir. İstanbul kentinin özellikle de Haliç ile Boğaziçi’nin coğrafyası bu esini o kıyılarda yaşayanlara her fırsatta, özellikle de mehtaplı yaz gecelerinde duyurmuş olmalı. Şirket-i Hayriye sonradan da Şehir Hatları fırsat buldukça bu geleneği sürdürerek yaşatmaya çabalamıştır. Deniz Kızı Eftalya Hanım’ın jübilesi gemiler ve sallar eşliğinde yapılan bir donanmayla kutlanmıştı. Sanırım on-on iki yıl önce tenezzüh gezileri düzenliyordu Şehir Hatları. Yaklaşık doksan yıl sürdü. Şimdilerde özel motorlar görüyor aynı işlevi. Anlaşılan Şirket-i Hayriye İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında, gelmekte olan savaş sıkıntısını ruhunun derinliklerinde duymakta olan İstanbul halkına hoşça vakit geçirtmeyi hedeflemişti. “Neredeydik, ne olduk” türünden sosyal nostalji sohbetlerinde, “Boğaziçi’nde bir zamanlar tangoların çalındığı vapurlarla yolculuk yapıldığı” sık dile getirilir. Çağdaş olmanın, alafrangalaşmanın bir ölçüsü gibi gösterilir Boğaz’ın tangolu vapurları.

Tanzimat’tan bu yana yasalarla, bazı buyruk ve dayatmalarla benimsetilmeye çalışılan “yenileşme, muasırlaşma” girişimleri, gerekli bilincin yeterince uyandırılmaması, geniş kitlelere benimsetilememesi yüzünden güdük kalmıştır. Pek çok hayırlı girişim sırf bu nedenle “cazlı vaporların” akıbetine uğramıştır. Başlangıçta benimseniyormuş gibi görünmüşse de kalıcı olamamıştır, geniş halk kitlelerine anlatılamamış, onların malına dönüşememiştir. Zıtlaşmanın cazın yenilgisiyle neticelenmesi yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi; İkinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’da ve bizde dehşetli bir boyuta ulaşacak olan “Ulusçuluk” akımının kaçınılmaz bir neticesidir. Uzun karartma gecelerini radyo başında geçirmekte olan bir ulusun, ajans haberleri arasında radyoda kendi musikisini duymak istemesinden daha doğal ve gerçekçi bir şey olamazdı herhalde. Cazın itibar yitirmesi, sazın yükselmesi bu yüzden anlaşılır bir durumdur. Bir yerde; doğal bir sonuçtur. Benzer türden “anlamlı” günlerde Hasan Mutlucan’ın sesinden kahramanlık türküleri yayınlamak, bu türden ihtiyaçların ve alışkanlıkların eseri olsa gerektir.

Özetlemek gerekirse: Bir özentinin ve alafrangalaşmanın ön şartı gibi yolcularına alafranga musiki dinletmeye çalışan “Cazlı vaporlar” gözden düşerken, “sazlı vapurlar” revaç bulmuştur. O yıllar Dar’ül Elhan’ın -İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyeti- halka açık konserlerine başlayıp yasağı fiilen ortadan kaldırdığı yıllardır aynı zamanda. Ama bu yengiye karşın “alaturkacı”ların keyfi nedense bir türlü yerine gelememiş, yılların tedirginliği üzerlerinden atılamamıştır. Bir çelişki gibi görünen bu durumun bir önemli nedeni vardır: Yirminci yüzyılın armağanı, sığlaşma.

Musikiyle birlikte şiirle, edebiyatla, hat sanatıyla, tarihle uğraşan, güzel sanatların hemen her türüne ilgi duyan musikişinasların yetişmemesi rastlantı değildir. Sadece sazını çalıp, şarkısı, türküsünü “çığıran” icracılar dönemi, aynı zamanda sanatı üzerine fikri üretmeyen kuşaklar yetişmesine neden oldu. Tüm sanatlarda olduğu gibi musikide de “bütünlük” esastır, oysa.