Radyo ve Radyoculuk Üzerine Bir Sohbet

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

Radyocu Matthew Lasar ve belgesel film yapımcısı, senarist Sharon Wood Açık Radyo stüdyosunda konuğumuzdu. Açık Radyo yayın yönetmeni ve Açık Gazete programı yapımcılarından Ömer Madra ve KPFA Radyosunda uzun yıllar boyunca “Music of the World” programını yapan, şimdilerde de radyomuzda “Music of the World Istanbul” programını hazırlayıp sunan Kutay Derin Kuğay ile radyo ve radyoculuk üzerine sohbet ettiler. 

Matthew Lasar:

California Üniversitesi Santa Cruz Kampusu Tarih bölümü öğretim üyelerinden. Radyo ve Telekomünikasyon tarihi üzerinde de uzun bir süredir çalışmalar sürdürüyor. 

Bu konuda yayınlanan kitapları: 

Radio 2.0: Uploading the First Broadcast Medium, ABC-CLIO Praeger, 2016

Uneasy Listening: Pacifica Radio's Civil War, London: Black Apollo Press, 2005.

Sharon Wood:

Deneyimli belgesel film yapımcısı. Nobel Ödüllerinin hikâyesini anlatan And the Oscar Goes To…filminin (2014) senaristlerinden biri.

Lucas film ekibi içinde uzun yıllar çalışırken konuları Tolstoy’dan Birinci Cihan Harbi’nde Ortadoğu’ya kadar uzanan 18 ayrı tarih belgeselinin senarist, yapımcı ve yönetmeniydi. Ayrıca, KPFA On the Air adlı radyo belgeselinin de yapımcılarından.

Konuklarımızı Açık Radyo yayın yönetmeni ve Açık Gazete programı yapımcılarından Ömer Madra ile KPFA Radyosunda uzun yıllar “Music of the World” programını yapan, şimdilerde de radyomuzda “Music of the World Istanbul” programını hazırlayıp sunan Kutay Derin Kuğay ağırladı.

Türkçe çeviri için dinleyicimiz İpek Akyel’e teşekkür ederiz.

 

ÖMER MADRA: Hoş geldiniz, Sharon ve Matthew. Sizleri Açık Radyo’da ağırlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz.

MATTHEW LASAR:  Burada olmak büyük şeref.

SHARON WOOD: Kesinlikle öyle. Teşekkür ederiz. Çok teşekkürler.

ÖMER MADRA: Asıl biz teşekkür ederiz. Evet, ilk soru: Radio Yesterday (Radyo Dün) kitabını yazma fikri size nereden geldi? İşe nasıl başladınız?

MATTHEW LASAR: Her şeyden önce, bu gerçekten harika radyo istasyonunda, Açık Radyo’da olmak muhteşem bir şey – öncelikle bunu söylemek isterim. Sorunuza gelince, sizin de bildiğiniz üzere, “Radio 2.0 – İlk Yayın Medyasını Yüklemek” adını taşıyan bir kitap yazdım: Günümüzde dijital radyo yani internet radyosu üzerine…Ve sanırım insanların bu kitabı okuduklarında en çok şaşırdıkları şeylerden biri, aslında bunun ta 1920’lere, yani radyonun başlangıç günlerine kadar gitmesi oldu. Ta Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçek anlamda yayına başlayan radyo günlerine kadar gidiyor.

Burada dikkatimi çeken şeylerden biri, içinde bulunduğumuz şu dijital çağda radyo ile ilgili düşüncelerimiz oldu. Bugünün radyo algısı gerçekten de o eski günlerde insanların radyo hakkındaki fikirlerinden epeyce farklı. O zamanlar sanırım bütün dünyada radyo insanları bir araya getirmeye yarayan bir fırsat olarak görülmekteydi. ABD’de, Birleşik Krallık’ta, Kanada’da, Türkiye’de, Hindistan’da ve başka yerlerde bölgesel, ulusal ve toplumsal alanlarda radyonun insanlara önemli yardımları olacağı düşünülmekteydi. Sanırım (Hindistan lideri) Nehru, Bütün Hindistan’ı kapsayan bir radyo kurarak, hızla yayılan ve genişleyen devasa devleti bir arada tutmaya yarayacak bir unsur olarak algılıyordu bunu. Yani siyasi liderler bu doğrultuda da radyoyu açık diyalog kurabilmek için bir şans olarak görüyorlardı: Toplumu hızla daha ileri götürebilmenin araçlarından biri olarak.

Ve kanımca, sizin radyonuz da birçok bakımdan böyle özelliklere sahip. Yani diğer birçok radyo istasyonuyla kıyaslandığında, sizin radyo o ilk radyolarla, onların kurucularıyla hâlâ aynı ruha, aynı düşünme tarzına, aynı yaklaşıma sahip. Şimdilerde mesela Spotify var, hani şu, herkesin şahsına özel dinleme seçenekleri sunan. Veyahut ta, ABD’de Pandora diye bir şey var, herhangi iki radyo istasyonunun sinyalinin aynı olmadığı bir şey...

Ama ben şimdi size biraz eski radyo vizyonunun nasıl yitip gittiğini bazı örnekler vererek anlatmak istiyorum. Mesela, 1961 yılında New York City’de WABC adlı bir radyo istasyonu vardı. Büyük bir AM radyo istasyonuydu bu ve o kadar güçlü bir sinyali vardı ki geceleyin ABD’nin eyaletlerinin dörtte üçündeki dinlenebilmekteydi. Yani, bu radyoyu ABD’nin nerdeyse her yerinden dinlemek mümkündü.

ÖMER MADRA: Muhteşem bir şey bu!

MATTHEW LASAR: Evet! Aslında dinlenirlik oranları da bayağı yüksekti. New York radyosuydu ama Philadelphia’da da epey yüksek dinlenirliğe sahipti. Ülke çapında en çok dinlenen üçüncü radyo istasyonuydu. Ayrıca Rick Sklar diye de bir adamları vardı, orada program direktörü olarak çalışan biri. O zamanlar New York’da çok sayıda AM radyo istasyonu vardı ve hepsi de “Top 40 Radio” denen yayını yapıyorlardı. Siz de biliyorsunuzdur mutlaka, şu En Sevilen 40 Şarkı listesi yani. Bunun özü şuydu: Sürekli, döndüre döndüre belli bir sayıdaki parçayı çalıp duruyorsunuz. Tam bu sırada da Beatles rüzgârları esmeye başlamıştı. DJ’ler arasında epey bir rekabet vardı. Ve işte Nick Sklar da bu ortamda kendi radyo istasyonunda büyük bir atılım gerçekleştirmek istedi.

ÖMER MADRA: Adı neydi demiştin?

MATTHEW LASAR: Rick Sklar. S-K-L-A-R. Adam bu amaçla müdüre gitti, basit bir programcıydı kendisi aslında.  Müdüre gidip, “Biliyorsun, Kennedy yönetimi Fransa’yla anlaşıp Mona Lisa’yı Louvre müzesinden New York Metropolitan Müzesine getirtti. Sadece laf olsun, eğlence olsun, torba dolsun diye!...”Var mısın, biz de dinleyicilerimizin hepsinden Mona Lisa çizim ve tabloları yapmalarını, sonra da bunları bizim radyoya göndermelerini isteyelim?” dedi. “Bütün yapacağımız, bu tabloları toplamak – hepsi bu! Zaten muhtemelen çok fazla insan yanaşmayacaktır buna. Ama biz bütün dinleyicilerimizi bu vesileyle bir araya getirmiş olacağız!” dedi.

Genel Müdür’ün buna tepkisi ise: “Berbat bir fikir bu, manyakça birşey” oldu. Ama Sklar ısrarcıydı: “Ben bunu yapmak istiyorum! En iyi ve en kötü Mona Lisa kopyalarına da 100er dolar ödül veririz, fena mı olur yani?” diyordu.

Bunun üzerine radyonun genel yayın müdürü de topa girdi: “Bu o kadar saçma bir fikir ki, neden bir de en büyükle en küçük Mona Lisa versiyonlarına birer ödül vermeyelim?” dedi

KUTAY KUĞAY: Her çeşit müşevvik kabul ediliyor yani?

MATTHEW LASAR: Aynen öyle! Böylece dört adet ödül çıktı ortaya: en iyiye, en kötüye, en büyüğe ve en küçüğe birer ödül: Her birine 100er dolar!...

ÖMER MADRA: Peki jüri kim olacaktı?

MATTHEW LASAR: Dur bekle, birazdan geliyorum ona da. Böylelikle bunu yazıya döküp şirkete ve avukatlarına yolladılar. Avukatların dediği şuydu: “İyi de kim karar verecek peki, siz yapamazsınız bunu?” Bunun üzerine onlar da halkla ilişkiler müdürüne gittiler. Onun cevabı da şu oldu: “Bu civarda bir otel var. Yanı başında Central Park, üstelik Salvador Dali de orada kalıyor, çıkıp mahallede dolaşacak elbette ve …etrafta dolaşacak. Bizimkiler de: “A sahi, neden Salvador Dali jüri olmasın?” dediler. Böylelikle Dali bu etkinliğin jürisi oldu.

KUTAY KUĞAY: AM radyoda böyle bir şey yapmak mümkün yani…

MATTHEW LASAR: Büyük ressam Salvador Dali, yani… Bu o kadar da mesele olmayacak. Ne var ki, beklenmedik bir şey oldu: Tam 30.000 kişi resim yolladı! Bunların bazılarının boyutu öylesine devasa idi ki, sergileyebilmek için bir polo sahası kiralamak zorunda kaldılar. Aslında tüm bu tabloları gösterime sunabilmek için büyük bir alışveriş merkezinin tüm alt katını olduğu gibi kiraladılar bir de! En büyük resme ödülü verildi, sonra birisi mikro-noktalama teknolojisiyle çıkageldi: yani Mona Lisa tablosunu mikro-nokta teknolojisiyle yeniden üretmişlerdi. Sadece mikroskopla görebileceğiniz bir tabloydu bu, öylesine küçüktü yani bu resim!

Ben çocukken hatırlıyorum da, annemle babam beni Mona Lisa’yı görmeye götürmüşlerdi, Metropolitan Müzesi'nin önündeki upuzun kuyruğa girmiştik…Sonunda içeri girdik ve daha üç saniye kadar bakabilmiştik ki görevli: “Hadi tamam ilerleyin bakalım,”dedi bize! Biz de gidip bir yerde sosisli sandviç yedik. Neyse, bu da WABC'nin yaptığı yarışma kadar heyecan vericiydi aslına bakarsanız.

Ve fakat bu yarışma sayesinde tüm New York şehrini bir araya getirmişlerdi. Bu yaratıcı toplu paylaşım aracılığıyla!…Düşünebiliyor musunuz yapılanı?

Ben kitabımda işte buna değindim ve şu soruyu sordum: günümüz Amerika Birleşik Devletleri’ nde herhangi bir ulusal radyo istasyonunun, bir AM ya da FM radyo istasyonunun, böyle bir girişimde bulunabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Gerçekten de böyle bir şeyin gerçekleşebileceğini bugün hayal etmek bile imkânsız. Ama 20. yüzyılın ortalarındaki radyo böyle bir şeydi işte! Amerika Birleşik Devletleri’ nde 20. yüzyıl ortalarında hükümetin yönetmeliklerine göre şekillenen radyo böyle şeyler yapmak durumundaydı. Yönetmelik maddelerinden birine göre bu tip kamusal etkinlikler üzerine programlar yapmak zorunluydu. Bunu yapmak zorunda oldukları gibi, bir de bunları yaptıklarını hükümete ispatlamak zorundaydılar, iyi mi? Sağ ya da sol olmuş hükümetin pek de umurunda değildi. Proje muhafazakâr ya da liberalmiş, hiç dertleri değildi. Yeter ki kültürle ilgili kamusal faaliyetlerin, kültürel faaliyetlerin sözü edilsin. Bunlar kamuda paylaşılıyordu. Radyoda böyle düzenlemeler getiren kişi Herbert Hoover idi. Kendisi sonradan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı oldu ama bundan önce ticaret bakanlığında görev yapmaktaydı. Devlet memuru olarake şöyle bir tespiti vardı: radyo bir kamu hizmetidir!

Radyo istasyonlarından bazıları, yani bazı şirketler “sadece frekans lisansını almak istemiyoruz, bütün spektrumu isteriz” gibi taleplerle getirdiklerinde Hoover “Olmaz!” demişti. “Böyle bir şeyi yapamazsınız. Bu, nehirlerin sahibi olmayı talep etmek gibi birşey. Radyo dalgaları ortak (kolektif) değerlerden biridir

ÖMER MADRA: Müştereklerden bahsediyoruz yani.

MATTHEW LASAR: Evet, aynen: müştereklerden. Ve Hoover, esas itibariyle sadece radyo frekansının kullanma hakkını, ruhsatını alabileceğiniz konusunu kanuna bağlamıştır. Çünkü bunu kamu hizmeti olarak görüyordu.

Bu ayrıca Britanya'da da böyledir, Meksika'da da kesinlikle böyledir. Titizlikle yapılmış yönetmeliklerin size dayattığı şu: istasyonunuzda bol bol Meksika müziği çalmak zorundasınız, öyle kafanıza göre yalnızca ABD müzikleri çalamazsınız.

Kanada'da ise Kanada Yayın Birliği'nin kurucusu Graham Spry’a göre bu bir kamu sistemi olmalıydı. Muhafazakârlar ona karşı çıkmışlardı: “Eğer kamusal bir sistemse bu,” diye soruyorlardı “o zaman sahibi ve kullanıcısı da devlet olacaktır; öyle değil mi? Bunu istediğinden emin misin?”

Spry’ın Kanada parlamentosunda buna verdiği cevap şöyle olmuştu:  “Bakın, bununla herhangi devleti mi yoksa Amerika Birleşik Devletleri’ni mi kast ediyoruz? Çünkü eğer ticari bir sistemse bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Kanada radyo yayıncılığını tamamen boyunduruğu altına alacağının garantisi demek olur. Ve bu da milli karakterimizi kaybetmemiz anlamına gelir”.

İşte bu insanlar sayesinde radyonun, insanların birlikteliğini sağlayan, onların aynı yerde, aynı zamanda birlikte hareket ettiklerini düşünmelerini teşvik eden bir araç olması öngörüldü. 

KUTAY KUĞAY: Aynı zamanda, insanları birbirine bağlamaya yarayan bir araç olarak da görülüyor radyo.

ÖMER MADRA: Kesinlikle öyle…

MATTHEW LASAR: Evet, bir aradalığı sağlamaya yarayan bir araç!... Üzerinde konuştuğumuz bu ilkeler, yazdığım ilk kitapta yer alıyor.

Bu, benim radyo ile ilgili yazdığım ilk kitap değil. Bildiğiniz gibi, iki kitap yazdım: Birincisi Amerika Birleşik Devletleri’nde dinleyici destekli ilk radyo istasyonu üzerine: yani Berkeley'deki KPFA radyosu. Ve burada hemen altını çizmeliyim ki, Berkeley KPFA radyosu dünyadaki en uzun soluklu ticari-olmayan dinleyici destekli radyodur – halen yayının sürdürmektedir – devlete bağlı değildir, herhangi bir kiliseye veya üniversiteye de bağlı değildir, sadece ve sadece kendisine bağlıdır, yani bağımsızdır.

KPFA’in kurucusu Lewis Hill de radyoyu işte tam da bu sözlerle tanımlardı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’ de vicdanî retçi bir pasifistti kendisi. Daha sonra Dünya Savaşı patladığında vicdanî retçi arkadaşlarıyla birlikte yollandıkları o ücra kampta oturmuş düşünmekteydiler: “biz bir yerde yanlış yapmış olmalıyız, ama acaba nerede?” diye.

ÖMER MADRA: Tecrit edilmişlerdi yani?

SHARON WOOD: Evet, tecrittelerdi.”

MATTHEW LASAR: Tecrit kampına tıkılmış durumdaydılar. İşte orada “Neyi yanlış yaptık da buraya tıkılıp kaldık?” diye düşünüp duruyorlar. Sonunda Lewis Hill arkadaşlarına diyor ki: “Biz savaştan sonra radyo istasyonları kurmalıyız! Amacımız, şu ya da bu ideolojiyi yaymak değil. Tam tersine, birbirinden tamamen farklı düşünce yapılarındaki insanları tam da bu farklılıklarını dile getirebilmeleri ve tartışarak giderebilmeleri için aynı yerde ve aynı zamanda bir araya getirmek olmalı”.

Onun radyo konusundaki vizyonu böyleydi ve ben şu anda bunu, hâlâ bugün bile izini sürdürmeye değer bir vizyon olarak görmekteyim. Hatta, dünyanın bugünkü haline bakacak olursak bunun bugün dünden bile daha geçerli, daha gerekli olduğunu düşünüyorum.

ÖMER MADRA: Biz de Açık Radyo’da son altı yıldır “Democracy Now!” radyosunun günlük yayınına yer veriyoruz – İngilizce olarak tabii.

MATTHEW LASAR: “Democracy Now”, Lewis Hill’in 1990’larda ortaya çıkan “Pacifica Radio Ağı”nın bir parçasıydı. New York'taki WBAI'da yayınlanan özgün bir radyo programıydı. En şaşaalı günlerinde, ABD’de “serbest formatlı” radyo istasyonu olarak adlandırılan istasyonlardan biri, hatta onların en önde geleniydi. Bunlar “Top 40” (İlk Kırk Şarkı Listesi) denen tarzdaki radyolara karşı geliştirilmiş bir tepkiydi ve radyonun gerçekten bu denli kategorize edilmemesi taraftarıydılar. İşte Amy Goodman’ın Democracy Now’ radyosu  da WBAI’de başlamış oldu ve başlamasıyla birlikte tüm Amerika Birleşik Devletleri’ni bir bozkır ateşi gibi sarması bir oldu. Ardından şu anda da tüm dünyaya yayıldı ve işte şimdi sizin burada da yayınlanmakta.

ÖMER MADRA: Evet, Amy Goodman, David Goodman ve Denis Moynihan ile birlikte birkaç ay önce Democracy Now! Twenty Years. The Movements that Changed America adlı önemli bir kitap yayımladı. İnsanı sarsan, oldukça etkileyici bir kitap...

MATTHEW LASAR: “Democracy Now”un en sevdiğim yanlarından biri –galiba şimdi radyonun reklamına geçmiş oldum ama olsun– Amy’nin kendisi bir solcu olmasına rağmen belli bir görüş açısını ağırlıklı olarak yansıtmama konusundaki ödün vermez ısrarcılığı. Amy her türlü görüşün yansıtılmasını ister. Bütün görüşmelerinde ve tartışma programlarında sağ görüşlüler de olur, görüşlerin hepsi birbiriyle harmanlanmıştır. Tartışmalarda neler söyleneceğini, ileri sürüleceğini önceden bilemezsiniz ! Kendisi her türlü görüşün savunulması taraftarıdır ve bence işte o nedenle herkes onu bu kadar ciddiye alıyor ve böylesine muhteşem bir program çıkıyor ortaya. Ayrıca TV’de de yayınlanıyor, evde “ses kutumuzda” seyrediyoruz biz onu...

Gülüşmeler...

KUTAY KUĞAY: KPFA radyosunun başardığı önemli birşey daha var: Duyulmamış, dinlenmeyen dünya müziklerini “günışığına çıkarmış” olması. Elimizde şöyle bir istatistik var mesela: Radyoların yüzde O.05’i (yani onbinde beşi) böyle müzikler çalıyormuş ABD’de. Geri kalanın çoğu “Top 40” denen liste müziklerini çalan radyolar... KPFA, bu dünya müziklerini kamuya erişilir kılıyor, bu bakımdan da çok önemli bir işlev görüyor...

MATTHEW LASAR: Evet, doğru…

SHARON WOOD: Öyle görünüyor ki, on yıllardır dinlediğim KPFA –ve belki Pacifica’ya bağlı diğer istasyonlar da, ama özellikle KPFA– dünya müziğini tanıtma konusunda bayağı öncü rol oynadı. Hatırlıyorum da, mesela 70'lerde Suzan O’Haury’nin yaptığı bir dünya müziği programı vardı. Vokal polifoni (çok seslilik) ile ilgili birkaç program yapmıştı ve bunlar harika programlardı. Ben de kaydetmiştim bunları ve çalışırken onları dinlerdim. Tüm dünyadan müzikler vardı orada. Şarkıların sözlerini anlamazdım ama insan sesiydi işte! Üstelik müzikler de muhteşemdi. Ben de kendimi tüm insanlıkla sarılıp sarmalanmış hissederdim.

KUTAY KUĞAY: Evet, müzik uluslararası, çok-uluslu bir şey…

SHARON WOOD: Ama benim dikkatimi dağıtmazdı hiç, çünkü sözleri anlamıyordum, sadece yaptığım işe odaklanabiliyordum.

ÖMER MADRA: Peki, başa dönersek, ... En iyi Mona Lisa ödülünü kim kazandı?

MATTHEW LASAR: Salvador Dali hafiften oportünist biriydi – hani bunu bilmiyor idiyseniz, ben söylemiş olayım. En iyi Mona Lisa, uzayda uçuşan süper kahraman olarak resmedilmiş bir varyasyondu ve muhtemelen de bunun seçilmesinin nedeni de, o sıralarda Dali’nin New York’un doğusundaki bir resim galerisinde açtığı pop sanat sergisinin PR’ını yapıyor olmasıydı. Tabii bu Mona Lisa meselesini de duruma gayet uygun düşen bir halkla ilişkiler vesilesi olarak görmüştü.

Aslına bakarsanız, sonuç olarak kimin kazandığının bir önemi olduğunu sanmıyorum. Bence nihayetinde herkes kazandı, çünkü herkesin bir şekilde katılımı sağlanmış oldu ve herkes, toplumsal olayın bir parçası oldu.

ÖMER MADRA: Bunu gündeme getirmek ilginç: Çünkü bir bakıma çılgınca bir şey bu –  çılgın bir fikir ve epeyce de kitsch. Ne var ki, senin dediğine gibi ben de tamamen katılıyorum: İnsanları bir araya getirmenin ideal yolu bu. Tatminkâr bir sohbet yani, insanların birbirine dokunması... Bir radyo istasyonu için bundan daha uygun bir fikir zor bulunur.

MATTHEW LASAR: Radyo yayıncılığı son derece dolaysız bir aracılıktır: Son derece erişilebilir, ayrıca maliyeti hiç de yüksek olmayan bir şeydir. Oysa, internet radyosu öyle değildir. İnsanların pek bilmediği bir konu, internet radyosunun aslında gayet pahalı bir şey olduğu.

İlk zamanlar herkes, “Oo, bu ücretsiz! Harika bir şey olacak!... ” diye düşündü ama sonradan hemen anlaşıldı ki bu öyle sanıldığı kadar ucuz bir şey değilmiş. Çünkü insanlar keşfettiler ki “data” (veri) denen birşey varmış, data maliyetleri oluyormuş... Sonra telif (fikrî mülkiyet) hakları ödemeleri gibi şeyler de varmış. Oysa, karasal yayın yapan radyoda her yeni dinleyiciyle birlikte maliyetlerin artması diye birşey olmaz. İşte bu fikrî mülkiyet hakları, veri meseleleri filan yüzünden karasal yayın radyoları internet radyolarına göre çok daha uygun, hesaplı ve erişilebilir şeylerdir. Sosyal medyanın aksine, bir nevi aracılık işlevi gören bir araçtır karasal radyo, ayrıca, insanın dikkatini de dağıtmaz. Neler olup bittiğini öğrenmek için cep telefonunda sürekli bakmak zorunda olduğun bir ekran da yoktur.

ÖMER MADRA: Biraz da dinleyici destek projeleri gibi önemli bir kavramdan bahsedebilir miyiz? Bizim 14 yıldır her sene gerçekleştirmeye çalıştığımız dinleyici destek projesi ve yılda 1 hafta canlı yayın destek programı mesela. Epey iyi gidiyor diyebilirim

MATTHEW LASAR: Bu olay San Francisco Körfez Bölgesi’nde (SF Bay Area) ortaya çıktı: Yani canlı yayında dinleyici desteği istemek için yayın yapma (drive) kavramı burada icat edildi. Bunu icat edenler Berkeley’deki KPFA radyosu ile KQED adlı bir San Francisco TV istasyonudur.

KQED 1953'te San Francisco’da yayın hayatına son vermek üzereydi –  çünkü televizyon denen olay, radyodan çok daha pahalıdır.  Yönetim kurulu TV yayınını yayını durdurma kararı aldığında, çalışanlardan şöyle bir öneri geldi: “Neden bütün frekansları halka açmıyoruz ki? Büyük bir açık artırma başlatalım ve herkesten katkıda bulunmasını isteyelim!”

Öyle de oldu. Özellikle çok sayıda tanınmış şahsiyet KQED'nin yardımına koştu. Bunların arasında sağ ve sol kesimden insanlar, hidrojen bombasının babası Edward Teller bile vardı, hattâ o KQED'nin en büyük destekçilerinden biriydi o. Kimin aklına gelirdi ki Hidrojen Bombasının babası bağımsız tv’ye destek kampanyasına katılacak?...

Son derece kapsamlı bir açık artırmayla bir çok şey sattılar. Ve sonuçta başarılı oldular: Dinleyici destekli ya da izleyici destekli istasyon maratonu fikri işte böyle doğmuş oldu. Bu dönemde bir çok kamu radyosu ile kamu televizyonu aşağı yukarı bu şekilde ayakta kalmayı başardı.

Şunu da unutmayalım ki, ABD'de 1949'da KPFA radyosu, 1950'lerin başlarında da KQED televizyonu yayına başladığında, ABD’de kamu yayıncılığı diye bir sistem mevcut değildi. Halk desteği diye bir şey yoktu, devlet desteği diye bir şey de söz konusu değildi.

Tüm bu kavramlar ABD’ de 1960'ların sonlarında başladı. Anladığım kadarıyla Türkiye'de de 1964 - 65’lerde oldu bu. ABD’de kamusal radyo başlayıncaya kadar yayınların çoğu eğitim ağırlıklıydı, büyük bir kısmı okulların desteğiyle oluyordu. Kamusal yayıncılık, gerçek anlamıyla ancak 1960’ lardan sonra, halkın desteği artınca gerçekleşti.

SHARON WOOD: Bu Başkan Lyndon Johnson’ın yaratmış olduğu kamusal yayıncılığın bir sonucu. Sonunda Ulusal Kamu Radyosu (NPR/National Public Radio) ve Kamusal Yayıncılık Sistemi (PBS/Public Broadcasting System) diye adlandırdığımız kurumlar çıktı ortaya. Ama biz şimdi KPFA ile KQED’ye  dönersek, Televizyon kanalının radyo modelini benimsemesinin bir nedeni de, aslen KPFA’li olan Dick Moore’un KQED'de program müdürü olmasıdır. Böylece, tam bu noktadan kalkarak devam etti her şey.

MATTHEW LASAR: İnişler çıkışlar, tekrar tekrar işe almalar ve tüm bunların sonucunda da diğer bütün televizyon ve radyo istasyonları ortaya çıktı.

ÖMER MADRA: Amy Goodman ile 2011’de yaptığımız mülakatta, ona dinleyici destekli radyonun önemini sorduk. Kendisi, “bağımsız yayıncılığın tek garantisi budur” demişti. Aynı şekilde, şu sırada the Intercept adlı internet gazetesinin kurucu ve yöneticilerinden olan uluslararası gazeteci Glenn Greenwald Guardian gazetesine yazarken kendi okurlarının desteğini de beraberinde getirmişti ve okur desteğinin bağımsız gazeteciliğin temel şartı olduğunu söylemişti. Yayıncılığın söylemini demokratlaştıran en önemli unsur olduğunu da eklemişti.    

MATTHEW LASAR: Evet, bir yere kadar doğru bu. Öte yandan, bence dinleyiciler, izleyiciler ve de okuyucular bazen kurumun bağımsızlığını biraz riske de atabilirler.

ÖMER MADRA: Nasıl yani?

MATTHEW LASAR: Kurumu bir çok bakış açısını, hatta bakış açılarının tümünü yansıtmak yerine tek bir bakış açısını benimsemeye zorlamaya başladıklarında ortaya çıkabilir bu durum. Belirli bir takım toplumsal hareketlere katıldıklarında, o hareketin tutkulu savunuculuğunu yaparlarken, başka bir fikre ya da başka bir düşünce sistemine karşı tolerans gösteremediklerinde olur bu. Bilindiği gibi, bu solda çoklukla olagelen bir durumdur. Geriye dönüp baktığınızda bazen sorarsınız kendinize: “Gerçekten de böyle mi olsun istiyorduk, bunu böylesine dar kalıplar içinde sıkışmış bir şekilde mi düşünüyorduk?” dersiniz. Ama şöyle bir baktığımızda, etrafımızda kabul gören düşünme tarzının da bu olduğunu görüyoruz. Sonuç itibarıyla, bir şeyi bağımsız bir biçimde desteklemenin belli bir yolu yoktur. Ama kanımca, sonuçta dinleyici destek modeli bu bağımsızlığı sağlamanın en iyi yolu. Mükemmel olmasa da, en iyi yolun bu olduğu kesin bence.

SHARON WOOD: Bizim KPFA filmimizde de yer alan felsefe profesörü Roy Finch, Lewis Hill ile beraber tecrit kampına kapatılmış olanlardan biriydi. Ona göre Lew Hill’in dinleyicinin sponsor olması fikri delilikti. Finch şu kanıdaydı: “Eğer ben herhangi bir ücret ödemeden radyo dinleme şansına sahipsem ne diye para gönderecekmişim? Şunu söylemeliyim ki, muhtemelen para göndermem. Ama, öte yandan, doğru cevap da şöyle olmalı: Eğer göndermezsen, dinlemek için bir radyon da olmayacak. Ve eğer gerçekten iyi bir radyoysa, onun yerine başka bir şeyi de koyamıyorsan hayatında, o zaman insanlar da onu destekleyecektir”.

ÖMER MADRA: Doğrusunu isterseniz, Açık Radyo olarak bizim de 14 yıllık dinleyici destek projesi deneyimi içinde yaşadığımız şey, tam da bu oldu. Elbette bunun doğrusu-yanlışı, eksiği-gediği konusunda bir yığın tartışma yaşadık. Önce 2 yıl sadece 2 gün süren “kampanya” gibi şeyler yaptık. Derken, yılda 1 hafta boyunca destek yayınına geçtik. Hatta, hafta sonlarını da içine alarak 9 günlük  yayınlar yapıyoruz. “9 Gün, 99 Saat!” diye bir slogan bile icat ettik. Ve, biliyor musunuz, işe yaradı!

MATTHEW LASAR ve SHARON WOOD: Harika!...

ÖMER MADRA: Oldukça başarılı oldu…

KUTAY KUĞAY: Ben özellikle KPFA radyosundaki kriz dönemini hatırlıyorum da. Zorla kapanmıştı. Bizzat yönetim tarafından radyonun kapısına kilit vurulmuş, çalışanlar içeri sokulmamıştı. Ve KPFA halkın baskısıyla yeniden açıldı! Personeli de geri almak zorunda kaldılar. Kamuoyu ya da dinleyici baskısı müthiş olmuştu. Özellikle müzik programlarına... Mesela benim “Music of the World” programıma çok sayıda özel destek geldi. Özellikle müzisyenlerden destek yağdı diyebilirim. Kimisi bayağı tanınmış müzisyenlerdi. Mesela Joan Baez müthiş destek attı. Aslında, dinleyici desteği radyo istasyonunu daha güçlü kılıyor ve sağlam bir tabana oturtuyor bence – topluluk (community) tabanına... Daha sonra, KPFA radyosunda olup bitenler tartışmaya açık tabii, ama bu kapatılma sırasında halkın desteği gerçekten etkileyiciydi.

MATTHEW LASAR: Esas ilginç olan ne biliyor musunuz, dünyanın birçok yerinden radyo istasyonlarından, 1999'da kapatılan KPFA için dayanışma ve destek söylemleri idi… Bunlardan biri Sırbistan'daki B 92 radyosundan gelmişti, bağımsız bir istasyondu. Onların destek/dayanışma mesajı şöyleydi: “Kahrolsun medya sansürü! Berkeley’den Belgrad'a kadar her yerde medya sansürüne hayır!”

ÖMER MADRA: Biz de Açık Radyo olarak bu olayı takip etmeye çalışmıştık. O sırada Belgrad'da bir nevi devrim olmaktaydı. Halk [Başkan]Miloşeviç’e karşı ayaklanmıştı.

SHARON WOOD: Evet, aslında istasyonların yapabilecekleri bir diğer şey de bu gibi “davalar” için kaynak yaratmak. Tabii, burada belirli bir davanın körü körüne taraftarlığını yapmamaya dikkat ederek. Bunun için elinizden geleni yaparsınız. Ama mesela daha önceki bir tarihte KPFA'in yaptığı bir şey de bayağı kayda değer: Otobüsün siyahlara ayrılmış olan arka tarafında oturmayı reddeden Rosa Parks adlı aktivist kadınla ilgili. Parks, Berkeley’e gelmiş, KPFA de kendisi ile söyleşi yapmıştı. “İnsanlar artık yürümekten ve ayakkabı eskitmekten bıkmış usanmış durumda” demişti. Dinleyiciler radyoya inanılmaz sayıda ayakkabı yolladılardı. Sonradan bunlar grevcilere destek olmak amacıyla güneye, Rosa Parks’la öteki aktivistlere gönderildi.

ÖMER MADRA: Rosa Parks yalnız değildi elbette. Örgütlü, koskoca bir aktivist grubunun üyesiydi. Ama sanırım bir şeyleri başarabilmenin yolu da bu.

SHARON WOOD: Evet, aynen öyle.

KUTAY KUĞAY: KPFA radyosu deneyimi ile ilgili olarak iki önemli noktanın ön plana çıktığını söyleyebilirim. Birisi eğitim meselesi. KPFA’in eğitim bölümü hep yeni programcılar getirirdi istasyona. Yayına çıkmak isteyen yeni insanlar getirir ve onlara eğitim verirdi. Bu insanlar, daha sonra, Matthew’un biraz önce söylediği gibi NPR radyosuna ya da KQED televizyonuna geçerler, başka işlere girerlerdi. Bu, bayağı kritik bir işlev görürdü sanırım.

SHARON WOOD: Evet, özellikle aranıp bulunmuş karşıt, etnik gruplardan insanlar getirdiler, radyoda sesi normalde pek de duyulmayan diğer insanların sesini kattılar ve onlara eğitim verdiler. Bu gayet hoş bir şeydi.

MATTHEW LASAR: Ve muazzam bir kendiliğindenlik (spontanlık) vardı! Bakın şimdi: 1950'lerin başında, KPFA'in müzik direktörü, Bela Bartok’un piyano, vurmalılar ve çelesta için yazdığı eserin icrasını radyoda canlı yayınlamaya karar verdi. Yayını yaptılar ve sonra bir sürü insan radyoyu aradı ve “n’olursunuz tekrar çalın!” dedi. Onlar da “Tamam, çalıyoruz!” deyip stüdyoda tekrar canlı olarak çaldılar. Hem de iki kez!

Bu, yalnızca böyle bir yerde olabilecek o basit anlardan biriydi işte: Başka hangi radyo istasyonunda böyle bir şeye rastlayabilirsiniz? Bir yığın dinleyici radyosunu arıyor ve “tekrar çalın!” diyor. Çalınan da Bela Bartok ha! Bayağı zorlu bir müzik. Parçanın ABD’de Batı Sahili Prömiyeri idi bu.

KUTAY KUĞAY: KPFA ile ilgili söylemek istediğim ikinci önemli nokta da işte böyle canlı performanslara alan açmış olmalarıydı. Yerel müzisyenlere ve ziyaretçi ya da konuk olarak gelmiş müzisyenlere canlı yayın alanı açıp, sonra da bunları Pacifica Arşivleri’nde saklamaları... James Baldwin, Nusrat Fateh Ali Khan vb gibi isimlere. Muazzam bir çeşitlilik (spektrum) var burada. Bu, gerçekten de bir hazine.

ÖMER MADRA: Doğrusu biz de bunu, yani böyle bir arşivciliği daha küçük ölçekte bile olsa, yaklaşık 20 küsur yıldan beri yapmaya çalışıyoruz.

SHARON WOOD: Radyoda yaptığınız röportajların, stüdyolardaki performansların ve yaptığınız okumaların listesi muhteşem, akıllara durgunluk verici... inanılmaz!

MATTHEW LASAR: Gerçekten şaşırtıcı zenginlikte!

ÖMER MADRA: Çok teşekkürler. Şimdi ben bir an için başa dönmek istiyorum. Çeşit zenginliğinden söz ederken, radyolarda bir yandan Bela Bartok çalarken, bir yandan da Conway Twitty’den Mona Lisa çalıyorlar! Ya da Nat Cole’dan, öyle değil mi?...

MATTHEW LASAR: Evet, aynen.

Bir başka alana geçelim şimdi de. Pacifica Vakfı'nın karşılaştığı en önemli sorunlardan biri de, radyonun sık sık “Ulusal Güvenlik Devleti” ile başetmek zorunda kalması idi.  Örneğin 1954’te KPFA dört marihuana içicisi ile bir mülâkat yayınladı. Bunlar stüdyoya gelmeden önce biraz kafayı tütsülemişlerdi anladığım kadarıyla ve durum böyle olunca da marihuananın ne kadar iyi bir şey olduğuyla ilgili epey konuştular. 1954’te oluyor bu, düşünün ! Ve ânında Kaliforniya Başsavcısı telefonun öbür ucundaydı! Polisler de radyoyu basıp programa el koydular!

Bundan sonra 1950’ler ve 1960’lar boyunca radyo sürekli izlendi FBI tarafından. Pacifica Vakfı’nda hemen herkes izleniyor, radyoda çalışan, yayın yapan hemen herkesin dosyası tutuluyordu. Radyoda ajanlar bulunduruluyordu! 1962’de Pacifica’nın New York şehrindeki istasyonu WBAI, halinden pek de hoşnut olmayan eski bir FBI ajanıyla FBI’daki deneyimleri ile ilgili olarak bir söyleşi yapmaya karar verdi. Ve birdenbire bütün FBI, istasyonun üstüne çullanıverdi: tehditler yağdırmak için seferber oldular.

ÖMER MADRA: Kimse oyunbozanlık yapamaz, düdük çalamazdı yani?

MATTHEW LASAR: Düşünsenize, çalışanlar için ne kadar korkunç bir durum bu. Ve de bu hal, radyoda gündelik hayatın doğal bir parçasıydı!

SHARON WOOD: Ama yayınladılar programı.

MATTHEW LASAR: Evet yayınladılar. Bayağı çarpıcı bir yayındı. Şimdi internetten bile dinleyebilirsiniz o mülakatı. Ama Pacifica'nın ulusal güvenlik konusunda çok çok uzun bir hikâyesi vardır zaten...

ÖMER MADRA: Belki Ku Klux Klan hikâyelerini de bunlara eklememiz çok iyi olur. Irkçı KKK örgütü bu radyoyu bombalamış; anten sistemini havaya uçurmuştu. Hem de iki kere!!!

MATTHEW LASAR: Evet. Houston Teksas'tan söz açılmışken, orada biraz duralım bakalım!

MATTHEW LASAR: Houston’daki KPFT radyosu ABD’de Ku Klux Klan’ın iki kez havaya uçurduğu tek radyo istasyonu olma şerefine nail olmuştur. Hattâ patlattıkları vericin stüdyonun içinde kendine özgü özel bir yerde sergilenmektedir halen de. Stüdyodan içeri girip sola doğru başınızı çevirdiğinizde mahvolmuş vericiyi oradaki küçük kulübesine yerleştirilmiş halde sergilenirken görebilirsiniz. Bunu havaya uçuran adama, oralarda başka Pacifica istasyonları da olduğunu söylemişler. Herifin tepkisi, “Amanın, onları da havaya uçurmalıyım hemen!” olmuş.

Herif en sonunda yakalandı. Ama yakalandığında, görüldü ki, Los Angeles’taki KPFA ile KPFK istasyonlarını bombalamak üzere Batı sahillerine doğru yola çıkmış bile! Gerçekten! Neyse ki yakalandı.

ÖMER MADRA: Evet, gerçekten korkunç!

MATTHEW LASAR: Evet...

SHARON WOOD: Kutay’la KPFA krizinden bahsediyordunuz ya demin, o sırada biz de Veronica Silver ile “Priority” adlı filmimize başlamıştık. Filmin montajını henüz tamamlamak üzereydik. Ve istasyon işte tam o sırada kapatıldı, iyi mi?!

KUTAY KUĞAY: Tarih yazılıyordu yani!

SHARON WOOD: KPFA’in tarihi ile ilgili bir çalışma olacaktı, ama kapadılar işte. Biz de bir yıl daha zaman harcamak zorunda kaldık. Yıl boyunca yeni çekimler yaptık, yeniden kurgular yaptık filan...Sonuçta bambaşka bir film çıkmadı ortaya tabii ama, biz de ‘içinde bulunduğumuz kriz’ diyerek onu bağlam ekseni olarak kullandık: Film onunla başlayıp onunla bitti yani. Ancak, bizim hatamız da şu oldu: Bir krize doğru yol almakta olduğumuzun farkına varmış olmamız gerekiyordu; çünkü işin zaferle sonuçlanacağını düşünüyorduk. Ne var ki, sonuçta gerçeklik bize meydan okumaktaydı.

MATTHEW LASAR: İşin en komik tarafıysa, eğer komik olduğunu düşünmek isterseniz, programın adı “KPFA yayında” idi ve de radyo kapatıldığında “KPFA yayın dışı” oldu. Sonra, yeniden açıldığında, filmin adı “KPFA yeniden yayında” oldu.


ÖMER MADRA: Bu arada ben de başka birşey sorayım bari, hatırıma gelmişken: 1960’ların başlarında Lüksemburg Radyosu (Radio Luxembourg) diye bir istasyon vardı Avrupa’da. Onu biliyor musunuz?

MATTHEW LASAR: Evet, biliyorum...

ÖMER MADRA: Ben gençken o radyoyu büyük bir hayranlıkla dinliyordum sürekli olarak. Sanırım radyo aşkım da ordan geliyor. Lüksemburg Radyosu bir çeşit korsan radyoydu. Aslında Birleşik Krallık dinleyicisine hitap eden bir radyoydu. Ama tabii BBC vardı, kamu yayıncılığı yapan radyo olarak. İngiltere’den yayın yapmalarına izin olmadığı için onlar da küçücük Lüksemburg ülkesinden yayın yapmaktaydılar. Bütün disk cokeyler, rock’n’roll grupları, Liverpool istilası filan o radyodan izlenebiliyordu. Tabii AM frekansından yayın yapıyordu. FM yoktu o zamanlar. Zaman zaman parazitten iyi işitilmezdi de... Ben o zamanlar bir pop müzik hayranı olarak “Top 40, Top 20” (“En Baba 40 şarkı”, Haftanın En baba 20 Şarkısı” gibi listeleri kendim için de tutardım. Bir keresinde o radyoda “hayatımda duyduğum en müthiş sadayı, sound’u yakaladım. Ama parazit yüzünden, çalıp söyleyen grubun adını yakalayamadım. Dolayısıyla, ilk 20 listemin başına, yani 1 numaraya  küt diye o şarkıyı yerleştirdim ama grubun adını işitemediğim için onu soru işareti ile belirttim sadece. Grubu bilmiyordum, ama şarkı “Love Me Do” diye bir şeydi.

MATTHEW LASAR ve SHARON WOOD: Tamam, anlaşıldı!

ÖMER MADRA: Yani, Beatles’ı dünyada ilk keşfedenlerden biri ben olmuştum, bu korsan Lüksemburg Radyosu sayesinde.    

SHARON WOOD: Sen meseleyi can damarından yakalamışsın yani!…

MATTHEW LASAR: başka bir çok korsan istasyon oldu daha sonra: Radyo Caroline mesela...

ÖMER MADRA: Evet o da korsandı.

MATTHEW LASAR: Korsandı. Bu istasyonlar, kanımca Avrupa'daki geleneksel yayıncılığı değişmeye zorladı, daha az “devlet kafası” olmaya, daha deneysel olmaya, devleti popüler müziği daha ciddiye almaya zorladı. Belki de kamu yayıncılığının ilk dönemlerindeki en büyük zaafı buydu işte. Biraz da züppece bir tavırdı bu doğrusu. 1950’ler sonu ile 60’lar başında popüler müziğin ne kadar canlı, ne kadar güçlü titreşimleri bulunan birşey olduğunun katiyen farkında değillerdi. Herkesin klasik Batı müziği ve belli caz tarzlarını dinlemesi gerektiği gibi bir kanı vardı devlet yayıncılığında. Bu korsan radyolar gerçekten de bir şeylerin önünü açtı ve spontanlığa, kendiliğindenliğe olanak sağladı.

KUTAY KUĞAY: Toplumun önündeki setleri yıktılar... Şimdi artık biraz da Sharon’ın Evliya Çelebi projesini konuşmaya başlayalım mı?


ÖMER MADRA: Yoo, biz iyiyiz! Bu radyo muhabbetiyle çok eğleniyoruz şurada!

 

Bu sohbetin ikinci bölümünde Sharon Wood'un Evliya Çelebi hakkındaki belgesel film projesini konuştuk. Dinlemek ve okumak için tıklayın.

 

 

 

Şarkıcı / YorumcuParça AdıAlbüm AdıSüre
Edwin Starr War
Joan Baez Joe Hill
Bela Bartok Music for Piano, Percussion and Celeste
Nusrat Fateh Ali Khan Musst Musst
The Beatles Love Me Do
Conway Twitty Mona Lisa