Kapitalizm yeryüzünü yok ediyor. Gelecek kuşaklar için bize yeni bir insan hakkı lazım

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

İklim grevine giden çocuklar haklı: Açgözlülüğümüzü tatmin etmek uğruna onların hayatı feda edilemez

İllüstrasyon: Flood Wall Street

George Monbiot / (Guardian - 15 Mart 2019)

İklim grevine gitmek üzere sokağa çıkan gençler haklı: Gelecekleri çalınmakta. Ekonomi çevresel bir saadet zinciri: pasifini ve borçlarını gençlerin ve henüz doğmamış olanların omuzlarına yıkıyor. Ekonominin şu andaki büyümesi kuşaklararası bir hırsızlığa bel bağlamış durumda.

Kapitalizmin yüreğinde devasa ve neredeyse hiç ele alınmamış bir varsayım yatıyor: Dünya kaynaklarından paranın satın alabileceği kadar büyüklükte bir hisse almaya hakkın olduğu varsayımıdır bu. Paran yettiği kadar arazi, atmosferde yer, maden, et ve balık satın alabilirsin – karşılığında bundan kim mahrum kalırsa kalsın farketmez. Eğer parasını ödeyebiliyorsan yekpare sıradağlara, münbit ovalara sahip olabilmen işten bile değildir. Canının istediği kadar yakıt harcayabilirsin. Sahip olduğun her bir sterlin ya da dolar, dünyanın doğal zenginlikleri üzerinde belli bir hakka sahip olmanı sana garanti eder.

Peki ama neden? Hangi adalet ilkesi senin banka hesabındaki para miktarını Yeryüzü kumaşına sahip olma hakkına denk kılar? Bunu sorduğum insanların çoğu, soru karşısında düpedüz afallayıp kalıyor. Herkesin aklındaki cevap John Locke’un 1689 yılında yayınlanmış 'Yönetim Üzerine İkinci Tez' risalesine kadar geri gidiyor. Locke, kendi emeğini katarak doğal servetine sahip olma hakkını kazandığını iddia ediyordu: Yani dalından topladığın meyva, kazıp çıkardığın maden ve sürdüğün toprak, ona kattığın emek sayesinde münhasıran senin mülkün olur.

Bu sav, 18'inci yüzyılda kitapları İngiltere’de, Amerika’da ve başka yerlerde muazzam etki yaratmış olan hukukçu William Blackstone tarafından geliştirilmişti. Blackstone, bir adamın arazi üzerindeki 'biricik ve müstebit sahipliği' hakkının, o araziyi yiyecek üretmek üzere ilk işgal eden kişi tarafından tesis edilmiş olduğunu iddia etmekteydi. Bu hak, daha sonra para karşılığında trampa edilebilirdi. Büyük saadet zinciri dalaveresinin altında yatan izah tarzı işte budur. Ve hiçbir anlamı da yoktur.

Bir kere, bir 'Sıfır Yılı' ön kabulüyle başlar. Bu keyfi noktaya dayanarak herhangi bir kişi bir arazi parçasına ayak basabilir, emeğini o toprağa katabilir, sonra da arazinin kendisinin mülkü olduğunu ileri sürebilir. Locke, insanların hak tesis edebilecekleri beyaz sayfa örneği olarak Amerika’yı gösteriyordu. Ama toprağın (Blackstone’un da itiraf ettiği üzere) boş bir beyaz sayfa olabilmesi, ancak o topraklar üzerinde yaşayanların imha edilmeleri suretiyle mümkün olabilmişti.

Sömürgeci kendisinden önceki tüm hakları silip atabileceği gibi, geleceğe ilişkin tüm hakları da silebilirdi. Araziye bir kere emeğini kattın mı, hem sen hem de senin soyundan gelen herkes bu hakka ebediyen sahip olmaktaydı – ta ki sen araziyi satmaya karar verene kadar. Böylelikle, ileride hak iddia edebilecek tüm kişilerin aynı yöntemlerle doğal servet sahibi olmalarını önlemiş oluyordun.

Daha da kötüsü, Locke’a göre 'senin' emeğin, senin için çalışanların emeğini de kapsıyordu. Peki ama işi yapan, emek harcayan insanlar neden haklara da sahip olmasınlardı ki? Bunun anlaşılabilir olması ancak bir şekilde, Locke’un 'adam' (ya da 'insan') derken tüm insanlığı değil, yalnızca Avrupalı mülk sahibi erkekleri kasdettiğini farkettiğin zaman mümkün olabiliyordu. Avrupalı mülk sahibi erkekler için çalışanların böyle hakları filan yoktu. 17'inci yüzyıl sonlarında bunun anlamı şuydu: Geniş çaplı arazi hakları, Locke’un sisteminde, ancak köle sahipliği ile meşrulaştırılıp savunulabilirdi. Belki kasıtlı değildi, ama Locke köle sahiplerinin insan hakları için bir sözleşme hazırlamış oluyordu.

Fotoğraf: Reuters

Buna karşı geliştirilebilecek olan itirazlar bir şekilde giderilebilmiş olsaydı bile, emeğin dokunduğu herşeyi sihirli bir şekilde özel mülke dönüştürebilmesini nasıl izah edebilecektik ki? Doğal varlıklar üzerinde hak tesis etmek için neden onların üzerine işemeyelim ki mesela? Ekonomik sistemimizi savunmak üzere ortaya konan argümanlar entipüften ve saçma sapan şeyler. Kabuklarını ayıklamaya görün, tüm yapının yağma ve talana dayalı olduğunu görürsünüz: Başka insanları, başka türleri, geleceği yağmalama ve çalıp çırpmaya.

Ne var ki, bu saçmalıklara dayanarak zenginler, başkalarının hayatının bağlı olduğu doğal zenginlikleri küstahça kendilerine mal etmekteler. Locke, kendi gerekçelerinin ancak 'başkalarının müştereklerinde yeterli miktarda ve nitelikte varlık kalmışsa' işlerliği olabileceği konusunda uyarıda bulunmuştu. Bugün, ister topraktan, ister atmosferden, ister canlı sistemlerden, ister zengin mineral yataklarından, isterse doğal zenginliklerin diğer biçimlerinin çoğundan bahsediyor olalım, müşterekler olarak ortada 'yeterli' ve 'nitelikli' miktarda bir şey kalmadığı apaçık. Kendimiz için edindiğimiz her şeyi bir başkasından alıyoruz.

Bu sistemi eğip bükebiliriz. Sistem üzerinde değişiklikler yapabiliriz. Ama onu adil hale getiremeyiz.

Peki o zaman yerine neyi koyacağız? Bana öyle geliyor ki, herhangi bir adil sistemin kurucu ilkesi henüz doğmamış olanların, doğdukları zaman, bugün yaşamakta olanlarla aynı haklara sahip olmalarıdır. İlk bakışta bu pek birşeyi değiştiriyormuş gibi gözükmüyor: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin birinci maddesi “Tüm insanlar özgür doğar, haysiyet ve haklar bakımından eşittir” der. Ama bu ifade adeta tümüyle anlamsızdır; zira bildirgede bir neslin öteki nesilden çalamayacağını öngören hiçbir şey yoktur. Eksik olan madde şöyle bir şey olabilirdi mesela: “Her nesil, doğal zenginliklerden yararlanma konusunda eşit haklara sahip olacaktır.”

Tartışılması bile güç olan bu ilke, aslında her şeyi değiştirebilecek gibi görünüyor. İlk ağızda bize şunu söylüyor: hiçbir yenilenebilir kaynak, yeniden bütünlenme hızının ötesinde kullanılamaz. Yenilenebilir olmayan kaynaklardan hiçbiri, tümüyle yeniden dönüştürülüp yeniden kullanılma imkânı olmadıkça kullanılamaz. Bu da bizi, kaçınılmaz olarak başlıca iki büyük değişime götürür: Malzemenin hiçbir zaman yok olmadığı döngüsel bir ekonomi; ve fosil yakıt yakılmasına son verilmesi.

Peki Yeryüzünün kendisi ne olacak? Bu yoğun nüfuslu dünyada bütün toprak sahipliği zorunlu olarak başkalarının sahipliğini dışarıda bırakacaktır. Evrensel Bildirge’nin 17'inci maddesi kendi kendisiyle çelişir haldedir. 17'inci madde der ki: “Herkesin mülk edinme hakkı vardır.” Ama bir kimsenin sahip olacağı miktar konusunda bir kısıtlama getirmediği için, herkesin bu hakka sahip olmamasını da garanti eder. Ben olsam, maddeyi şu şekilde değiştirirdim: “Başkalarının mülk kullanma hakkını çiğnemeksizin herkesin mülk kullanma hakkı vardır.” Buradan yapılacak çıkarım şudur: Bugün doğmuş olan herkes, eşit kullanım hakkına sahip olur veya dışarıda bırakılmış olmasından dolayı tazminat alma hakkına sahip olacaktır. Bu ilkeyi uygulamanın yöntemlerinden biri, majör arazi vergileridir; bunlar devlet varlık fonuna ödenir. Bu yöntem, mülkiyet kavramını değiştirecek ve kısıtlayacaktır; ayrıca ekonomilerin yoğuşma (temerküz) yerine dağıtıma yönelmesini garanti edecektir.

Bu basit binlerce soru doğuracaktır elbette. Bütün cevapları bildiğimi de söyleyemem. Ama böyle meseleler her yerde canlı sohbetlerin kaynağını oluşturacaktır. Çevre yıkımını ve sistem çöküşünü önlemek, en derin ve en az ele alınmış inançların sorgulanması anlamına gelir çünkü.

Çeviren: Ömer Madra

* Yazının 15 Mart 2019'da Guardian'da yayımlanan orjinaline buradan ulaşabilirsiniz.