Ara Güler'in Ardından

-
Aa
+
a
a
a

Ara Güler'i kaybettik. Kendisini 2010 yılının Temmuz ayında  "İstanbul'u Dinliyorum" kitabı hakkında söyleşmek üzere Açık Radyo'nun Harbiye stüdyosunda ağırlamıştık. Eraslan Sağlam'ın gerçekleştirdiği bu söyleşiyi tekrar yayınlayarak anmak istedik usta fotoğrafçıyı.  Güler’in fotomuhabirliğini, mesleki ilkelerini, çağdaş fotoğrafçılık hakkındaki görüşlerini paylaştığı söyleşi, Ara Gülerce fotoğraf öğütleri ile sona eriyor.  Toprağı bol olsun.

Açık Dergi: Ara Güler'le bir Kayıt
 

Açık Dergi: Ara Güler'le bir Kayıt

podcast servisi: iTunes / RSS

Eraslan Sağlam: 94.9 Açık Radyo Açık Dergi programı devam ediyor, benim için son derece heyecan verici ve biraz da telaşlı bir söyleşi var şu anda. Çünkü konuğumuz Ara Güler, hoş geldiniz!

Ara Güler: Merhabalar.

ES: Hakikaten benim için son derece zor ve demin de söylediğim gibi heyecan verici sizi burada ağırlıyor olmak. Sizi ‘İstanbul’u dinliyorum’ kitabıyla ilgili olarak ağırlıyoruz burada; 1950-2010 arası çektiğiniz fotoğraflardan oluşan bir kitap yayınlandı, bununla ilgili ağırlıyoruz. Benim çok merak ettiğim bir şey var; ilk fotoğraf çektiğiniz anı hatırlıyor musunuz?

 

AG: İlk fotoğraf çektiğim anı hatırlıyorum ama onlar mühim şeyler değildi çünkü insanların evinde herkesin her zaman bir fotoğraf makinesi vardı. Hani zaten bu fotoğraf makinesi ile çekilenler de fotoğraflar sayılmaz, bunlar hatıra sayılır, böyle resimler zaten çekiliyordu. Yalnız başka bir şey var, herkes zannediyor ki benim fotoğraf ile başladı, halbuki ben sinema ile başladım. Çünkü ben sinema stüdyolarında çalıştım yazları filan, ondan sonra Muhsin Ertuğrul’un tiyatro kurslarına filan devam ediyordum. Yani ben aşağı yukarı tiyatronun içinde büyüdüm, tiyatroyu hep arka sahneden, yani kulisten seyreden adam olmak isterdim. Hayatımda da hem piyes yazarı olmak isterdim yahut da rejisör olmak isterdim, hep böyle fikirlerim vardı. Sonra ben çok iyi hikaye yazardım o zamanlar, bilmem bilir misin?

 

ES: Hayır bilmiyorum.

 

AG: Bilmiyorsun işte, yani hiç o düşündüğün fotoğrafçı değilim ben bir kere! Aslında şu anda bile değilim, fotoğrafçı da hiç olmadım, ben bir gazeteciyim, foto muhabiriyim. Bize hep ‘foto muhabiri’ derler, biz yaşadığımız devri görsel olarak kaydeden adamlarız. Şimdi fotoğrafçının böyle bir endişesi yoktur, fotoğrafçı hoşuna giden şeyi çeker, onu da gider sergi açar falan, gösterir, fiyaka yapar ‘ah ne güzel!’ filan anladın mı? Halbuki bizim işimiz bir vazifedir, o da bu yaşadığım asrın kaydını görsel olarak tutmaktır. Bütün bunlar o kadar mühim şeylerdir ki ileride, sen şimdi bir televizyon ve görsel sanat şeyi olduğuna göre yani öyle yani artık herşeyi de öğreneceğiz, bizden sonraki bütün nesiller bunlara bakarak öğrenecek, nasıl şimdi mesela o Yahudilerin katliamını o dönem filmlerden falan görüyoruz, vs. bütün ilerlemelerin eğer bir görsel kaydı yoksa onlar yarım kalıyor aslında. Öyle değil mi?

 

ES: Evet evet.

 

AG: Atom bombasının patlayışını eğer havadan çekmeselerdi veya o koskocaman global bilmem nesinin verdiği etkiyi tarif edebilir misiniz?

 

ES: Mümkün değil görmesek.

 

AG: Ancak onun büyüklüğü hakkında, bilmem neler hakkında o zaman fikri olacak. Mesela ben sana söylerim, bugünkü mitingde 5 bin kişi vardı. Şimdi senin 5 bin kişin başkadır, fotoğrafçının gördüğü 5 bin kişi başkadır ama senin gördüğün imajiner bir rakamdır, fakat icap ederse fotoğraf içinden negatifini çıkarırsa sayabilirsin.

 

ES: Evet.

 

AG: O tarihi hakiki dökumantasyonu ancak görsel şeyler bırakıyor. Şimdiki vaziyette o da değildi, şimdi yalan tarih de yaratılabiliyor, görsel yalan tarih de yaratılabiliyor. Şimdi senin resmini çıkıp da New York’ta yürüyormuş gibi gösterebilirler, milli emniyet de yakalar seni!

 

ES: Bunu da çok merak ediyorum şundan ötürü, Henri Cartier-Bresson’la sizin ilişkinizi biliyorum, dolayısıyla sizin şunu tercih ettiğinizi de biliyorum, fotoğrafa müdahale etmek değil gördüğün kareyi anında çekip sabitlemekten bahsediyorum. Şu anda da fotoğrafa çok ciddi müdahaleler var çektikten sonra. Siz hem Henri Cartier-Bresson özelinde, hem de kendi fotoğrafa yaklaşımınız özelinde, hem de genel olarak fotoğrafa müdahale ve dijital fotoğrafçılıkla ilgili olarak neler söylemek istiyorsunuz?

 

AG: Şimdi aslında bütün bunlardan başka ortada bu Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, vs. var ya! İnsan haklarına yok efendim tecavüz edilirmiş de bilmem ne! Sen düşünsene artık böyle gördüğün birşeyi habersiz çekmek, herşeyi izin alıp da sonra resim çekeceksin. Böyle fotoğrafçılık olmaz yahu! 4 tane salak yanyana geliyor bilmem Birleşmiş Milletler … komisyonunda, efendim ondan sonra bunlar kendilerini herhalde bir … zannediyorlar, böyle kanunlar çıkacak! Kim dedi bunlara bunlar vardır diye? Yani biz şimdi bu … var oldu diye yalan mı konuşacağız, yani yalan mı yazacağız tarihimizi.

 

ES: Tabii ki değil. Bizim görevimiz tam tersi asıl olan, var olan gerçeği tam göbeğinden işaret ederek yapmak.

 

AG: Ama işte bunlar şimdi ‘büyük hukukçular’ küfür etmemek için söylemiyorum anladın mı kendilerinde bu yetkiyi nereden buluyorlar? Kim verdi bunlara, bunlar kim be?

 

ES: Peki şunu nasıl halledeceğiz Ara bey? Hem izin almak zorundayız fotoğraf çekerken etik olarak,

 

AG: Hayır almayacağız! Cartier-Bresson idama mahkum olurdu hiçbir zaman hiç kimseden izin almadı.

 

ES: Peki nasıl çözeceğiz bunu? İzin de almayacağız, peki çektikten sonra mı diyeceğiz

 

AG: Yahu benim bir arkadaşım vardı adı Bruno Barbey, Magnum’da çalışıyordu, iki kere büyük tazminat ödedi bunun yüzünden. Ne olmuş? İki tane salak karar almış diye.

 

ES: Şunu da çok merak ediyorum Ara bey, ilk çektiğiniz fotoğraflarla ilgili dediniz ki “ben fotoğrafçı değildim, ben basın fotoğrafçısıyım, ben tiyatro ile ilgilendim” dediniz. Çok güzel, peki onlar ilk çektiklerinize dönecek olursak “hatıra idi, fotoğraf değildi” dediniz. Fotoğrafla hatıra arasındaki farkı nasıl ayırabiliriz?

AG: Şimdi aslında hepsi dokümantasyona giriyor onu düşünürsen, düşün ki 1870’lerde çekilmiş bir grup fotoğrafında bir kere oradan neler çıkarabilirsin biliyor musun? Bir kere kostüm çıkarabilirsin, en azından kostüm çıkarabilirsin, o zamanki giyimi, örf-adetleri, vs. de çıkarabilirsin. Buna fotoğrafın arkeolojisi deniyor, bunlar fotoğraf okumaktır. Fotoğraf düşündüğümüz kadar enayi bir olay değildir yani, çok da ciddiye alınacak bir olaydır fakat şimdi bizim millete sorsan ne anlar, sokağa çıkıp sorsan fotoğraf nedir diye, hiç umursamıyor yani. Onun için nüfus kağıdındaki fotoğraf mühimdir.

 

ES: Vesikalık fotoğraf. Peki tam da bu anlamda müdahale ve fotoğraf çekimiyle ilgili olarak bienallerde alternatif işler izliyoruz. Sizin bakış açınız ne bienallerdeki alternatif işlerle ilgili?

 

AG: Bienal demekle neyi kastediyorsun?

 

ES: İşte İstanbul’da düzenleniyor, bu yıl da pek çok yerde, İstanbul Modern’de bir ayağı vardı, Tütün Deposu’nda bir ayağı vardı, yani İstanbul Bienali’nden bahsediyorum. Burada sergilenen işlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

 

AG: Valla gidip görmedim ki bir şey düşüneyim. Sonra bunlar bana biraz palavra geliyor bienalmiş, yok bilmem neymiş, kreatif bilmem ne! Bunlara inanmıyorum.

 

ES: Peki o zaman şunu da çok merak ediyorum tam da bu anlamda, son 10 yılda belki de 20 yıla yayabiliriz, küratörlük diye bir kavram var, nedir bu?

 

AG: O nefret! Bu aptallığın bir neticesidir bana sorarsan. Şimdi dünyada hiçbir şey olmayan bütün adamlar küratör olur! İşte o kadar!

 

ES: Peki tamam biz kitaba dönelim; ‘İstanbul’u dinliyorum, 1950-2010’ kitabını yayınlamaya nasıl karar verdiniz ya da yayınlanma süreci nasıl oldu?

 

AG: Onlar karar verdi ben vermedim! Bir de baktım kitabı basıyoruz, ne yapıyorsunuz, kitap basıyoruz dediler, kitap benim yahu dedim, güzel işte biliyoruz diyor! Böylelikle kitap çıktı, şimdi bunun imza günü yapılacak, vb. filan bir sürü şey.

 

ES: Çok güzel olmuş ama hakikaten yani büyük bir zevkle baktım, izledim, inceledim, okudum.

 

AG: Sen biliyor musun bu benim kaçıncı kitabım?

 

ES: Çok olduğunu biliyorum ama sayısını bilmiyorum.

 

AG: Vallahi 50!

 

ES: Nice 50’lere.

 

AG: Hepsi de böyle büyüktür ama bu biraz daha büyüktür, yani bu 4 parmak daha büyüktür ötekilerden. Aslında benim bütün kitaplarım böyle yanyana konduğu zaman aynı yerde durması, onun için bu kitap bazı dik kitap, bazı yan kitap istemiyorum hepsi aynı şekilde olsun istiyorum.

 

ES: Aynı hizada olsun istiyorsunuz.

 

AG: Çünkü o zaman külliye olarak kalabilir senin işler. Çünkü birgün biz gideceğiz, biz öldükten sonra ne olacak? Onları yanyana koymak isteyene, çünkü bir kitap bu kadar olursa, öbür kitap şu kadar olursa yanyana dizemeyecek, bir zorluk çıkaracak. Onun için bunlara dikkat ederek baktım ama hiç ses çıkarmadım böyle basmışlar.

 

ES: Çok güzel basmışlar. Benim için de en güzel özelliğinden biri aynı zamanda çok da hafif olmuş. Sizin dikkatinizi çekmiş miydi?

 

AG: Ne, birinin kafasına düşse adam ölür be!

 

ES: Yok yani hacimli ama hafif olmuş, o yüzden de gayet iyi. 1950-2010 tarihine neye göre karar verildi?

 

AG: Bir karar verilmedi, bana sordular ki bunları ne zaman çektiniz diye, en eskisi bindokuzyüz bilmem kaçta dedim, en son bu filan dedim. Yani en son zamana uysun diye en son bir iki tane yeni çektim ki 2010’a kadar gelsin.

 

ES: Hepsi tabii ki bunu tartışmak ya da söylemek haddime bile düşmez benim, birbirinden müthiş fotoğraflardan oluşan bir kitap ama içinde tabii ki benim izleyici olarak da tav olduğum fotoğraflar var. Bunlardan birini size dışarıda göstermiştim “evimin penceresinden çektim” demiştiniz. O fotoğraftan biraz söz eder misiniz? Yakamoz görüntüsü.

 

AG: Mesela evin penceresinden o gözüküyor, yani deniz görüyorum, adalar filan da gözüküyor. Çünkü ben en üst katta oturuyorum, teyyare gibi bakıyorsun. Fakat orada oturmakla bitmez o iş, orada o kadar çok ışık değişir ki bir günün içinde; onun tadını almak, onu hissetmek, onu beklemek lazım. Ben orada 35 senedir oturuyorum, o görüntü belki 5 kere olmuştur. Çünkü bütün bulutlar kapanmış, sadece bir yerden bir huzme geliyor orayı patlatıyor, o arada bir gemi geçiyor! Bak, bak, bak! Detaya bak, gemi geçmese o kadar mühim değildi, o zaman refleksiyon çekmiş olacağız ama gemi oradan gittiği için bir canlılık geldi. Onun ağırlık merkezi o gemidir, o gemiyi çıkarsan hiçbir şey değildir, nedir bir deniz çekiyorsun, parlamış bir deniz.

 

ES: Anlamayabiliriz bile gemi olmasa.

 

AG: İnsan zanneder ki, a çektim içeride vardı işte, gemi vardı filan ama öyle değil, onların hepsi hesaplıdır biliyor musun?

 

ES: Elbette tabii ki, estafurullah tabii ki.

 

AG: İşte bazısı onun farkında değil.

 

ES: Dediğim gibi hepsi birbirinden muhteşem fotoğraflar ama yine başka bir fotoğrafa dikkat çekmek istiyorum, o da benim için en cazip olan, hatta şu anda tiyatroda yapmış olduğumuz çalışmada da arkadaşlara gösterdiğim, çünkü İstanbul üzerine bir proje yapıyoruz tiyatroda, sizin çektiğiniz bir Beyoğlu fotoğrafı var, İstiklal caddesi fotoğrafı var, herkesi gölge olarak görüyoruz ve biz açtık o fotoğrafı kendi aramızda arkadaşlarla “yahu ışık nerede, nereden çekmiş?” diye bunu biz açıkçası şavullayamadık. Biraz ipucu verir misiniz?

 

AG: Tamam o ışık tam karşıdan gelir, kontromiyerdir o, baksana gölge ne tarafta? Gölge sana doğru, objektife doğru demek ki ışık karşıdan geliyor ama ben ışığın ana şeyini bir şeyin arkasına getirmişimdir, yani onun tam olmasını istememişimdir. İşte bunu istemek mi lazım istememek mi lazım, yapmak mı lazım yapmamak mı lazım? Onu kim veriyor? İşte o senin sanat duygundur anladın mı?

 

ES: Elbette.

 

AG: Odur ama işte bu bazılarında eksik olan odur, fotoğrafta eksik olanlar bütün böyle acayip şeylerdir, en ufak şeylerdir. Bak mesela güzel bir filmin içinde, eski filmleri düşün, bir kedinin buradan çıkıp buraya gitmesi olaydır.

 

ES: Müthiş bir andır, gerçek bir andır.

 

AG: Mesela benim için hayatımdan çıkmayan sokaklar vardır, mesela Rumeli Hisarı’nda bir tane sokak vardır Amiral bilmem ne sokağı, eskiden Arnavut kaldırımıydı şimdi oraya tutmuş asfalt yapmış. Şimdi orada bir sürü tahta konaklar mesela birisi öyle olur birisi böyle olur, ona göre güneş alır orası; bütün onlar da beton apartman olmuş. Yahu o sokağa eski yağan yağmur yağsa bile yağmur kendisi ağlar be! Yani yağmur oraya zor düşer, yağmurla ıslanmayan tabiatın gücünün içinde onu hazmedemeyen bir toprak parçası, kuru bir beton şarkı söyleyemez benim için. Bitmiş yani böyle bütün şehirler. Bak gazete ilanlarına, inşaat ilanlarına bak; bana satmak istediği apartmanın içinde yahu bir Osmanlı orada oturmaz! O binanın içinde sıkılır, bir Osmanlı ölmüştür o zaman, o zaman öldürür, yaşayan bir Osmanlı’yı öldürmek ya da yaşayan bir Türk’ü öldürmek ancak orada yaşamakla olur. Bu pis Amerikan mimarisini buraya sokan büyük bir cinayet işlemiştir. Çünkü aslında kendi folklorunu sevmiyor hep dışarıdaki folkloru seviyor o adam, mimarlık fakültelerinde bu mimari öğretimi verilemezdi, verilmemesi lazımdı, verilse bile bilgi olarak verilmesi lazımdı. Çünkü bütün şeyler verilmelidir o başka ama tatbiki nasıl, mesela herif bana diyor ki benimle geziyor turizmciymiş üstelik “ah burada bir otel olsa 20 katlı, altında da yüzme havuzları olsa” diyor, böyle bir Boğaz düşünüyor herif! Allah belasını versin böyle turizmcinin yani!

 

ES: Korkunç bir şey!

 

AG:  Eğer İstanbul’u o kıyafete sokacaksan ben seni öldürürüm ulan!

 

ES: Aynen öyle! Şunu da sizi bulmuşken konuşmamak olmaz, Henri Cartier-Bresson’la olan dostluğunuz, sanatsal anlamda yakınlığınız, bunu Açık Radyo dinleyicileri için nasıl anlatmak istersiniz? Nasıl başladı tanışıklık ve nasıl devam etti?

 

AG: Çok eski bir şey söylüyorsun taş devrinden beri, 1952-53’lerden beri tanıyorum. Onlar o ajansı kurdular, ben eskiden Cartier-Bresson’la ‘Kamera’ dergisi çıkarırdı, o dergide bunların fotoğraflarını takip ederdim, Werner Bischof vardı, daha başka adamlar vardı, Capa vardı onu da tanırım, hepsini tanırım yani.

 

ES: Peki Muhsin Ertuğrul ve tiyatroyla ilişkinizi siz anlattığınız için biliyoruz, tiyatro fotoğrafı çekmeye yöneldiniz mi hiç?

 

AG: Çook, yahu Küçük Sahne’nin bütün fotoğraflarını ben çekiyordum.

 

ES: Sadri bey, Çolpan hanım.

 

AG: O Heyecan Başaran’ın zamanında, vs. hepsi, sorsana Mücap’a [Ofluoğlu] o da bu sokakta oturur!

 

ES: Evet o da komşumuz burada oturur, hemen karşımızda oturuyor Filiz [Karabey Ofluoğlu] Hanım’la birlikte.

 

AG: Filiz öldü!

 

ES: Evet.

 

AG: Filiz çok mühimdir, Filiz John Steinbeck’leri filan tercüme etti.

 

ES: Evet çevirileriyle.

 

AG: O Koç Holding’deydi, biz onunla çalıştık.

 

ES: Şu anda üstüne gittiğiniz bir proje var mı? Yapmak istediğiniz bir iş var mı?

 

AG: Ben proje filan yapmıyorum yahu! Canım ne istiyorsa onu yapıyorum. Proje dediğin nedir ki, dünyayı mı kurtaracaksın? Harp mı var yani? Ne oluyor yani? Herkes bir proje yapıyor! Proje ah! Şimdi bir proje yapacak dünya kurtulacak! Türkiye en çok proje üreten yer ve hiçbir yere gelmiyor.
 

ES: Peki bu söyleşiden referansla şunu da sormak istiyorum, dinleyicilerimize de ilgisiz gelebilir size de ilgisiz gelebilir; bu söyleşide inanılmaz müthiş dakikalar geçirdim sayenizde çok teşekkür ediyorum, Türkiye’deki meddahlık kavramıyla ilgili olarak neler düşünüyorsunuz? Sizce meddah ne?

 

AG: Meddah aslında tenkitçidir, tenkit eder yani bir şeyi anlatır, zamanını anlatır, zamanını hicveder, işte odur meddahlık. Karagöz’le Hacivat da öyledir, bütün o orta oyunlarında hikaye budur. Bunlar aslında tiyatroda şeyde vardır, Elizabeth devri tiyatrosunda, müthiştir o kitap.

 

ES: Türkiye’de Metin And’ın bununla ilgili çalışmaları var.

 

AG: Metin And filan yenidir, onlar benim jenerasyonum, sen eskilere bak yahu! Mina Urgan’ın Elizabeth devrinde tiyatrolar, mesela o moralityler oynuyor, bütün bunlar din tiyatrolarıdır. Yani Hristiyanlığın içinde din propagandasıyla ilgilidir. İlk Hindistan’da aynısı Ramayana oyunları vardır, Dionyssos falan bunlar hep din dersi veriliyor tiyatroda dikkat etsene! Sonradan tiyatro olmuşsa ne bileyim daha sonra Baboeuf gibi filan bilmem ne gibi şeyler çıkmış. Daha evvel bunlar hep din, neden bütün Yunan şehirlerinde küçük de olsa büyük de olsa bir tiyatro vardır? Çünkü mabeddir tiyatro, Elizabeth devrinde de öyledir, o moralityler devrinde de öyledir, eski Yunan’da da öyledir, Roma’da da öyledir, Tanrıların hikayesini anlatır. Hindistan’da da öyledir, işte dedim sana Ramayana oyunları, 6 saat sürüyor! Seyredeyim dedim baygınlıklar geldi! Anladın mı olacak iş değil.

 

ES: Bir şeyi daha merak ediyorum çok yormayacağım sizi, basın fotoğrafçılığı alanında bir tartışma yürüyor, o da taraf mı olunmalı tarafsız mı olunmalı? Diğer taraftan da bir anı belgelemekten bahsediyoruz fotoğrafla ilgili olarak. Siz bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz? Yani bir basın fotoğrafçısı size göre neresinden çeker ve neresinden bakmalıdır meseleye?

 

AG: Yahu taraf olmamalıdır kardeşim! Hür olmalıdır, basın her zaman hür olmalıdır, basın istediğini de yapabilmelidir, kimseden de korkmamalıdır.

 

ES: Yani fotoğrafçı kendi politik vizyonuna göre, görüşüne göre fotoğrafa istediği yerden bakabilir mi?

 

AG: Hayır! Gazetecinin politik vizyonu olmaz, olmaması lazım! İstemiyorum onları gazeteci olarak. Bak ben hakiki gazetecilik yaptım Türkiye’de çünkü benim çalıştığım gazetenin adı Time’dı, ben Time’da yetiştim, Stern’de yetiştim, Paris Match’de yetiştim. Evet Hürriyet gazetesinde çalıştım, Hayat Mecmuası’nda çalıştım, onlarda çalıştım ama gazeteciliği ben oradan öğrenmedim, orada bizim gazeteciliğin raconuna ayak uydurdum biraz ama ben hakiki gazeteciliği başka yerden öğrendim. Anladın mı ben hakiki gazetecilik yaptım.

 

ES: Son olarak çok klişe bir soru soracağım size hoşlanır mısınız hoşlanmaz mısınız bilmiyorum ama fotoğraf çekmek isteyenlere ya da fotoğraf sanatçılarına yahut basın fotoğrafçılarına ne tavsiye edersiniz?

 

AG: Evinde otursun hiçbir şey yapmasınlar! Boşver yani bunlar, bir takım şeyleri geçmeyen adamlar böyle şeylerle uğraşmamalı.

 

ES: Geçilmesi gereken şeyler ne?

 

AG: Bir nokta vardır ki onu geçmesi lazımdır, o nokta da tarif edilemiyor zaten! Onu tarif ettiğin zaman zaten başka bir dünya var gelir karşına, o ne gazeteciliktir, ne bir …, … anladın mı?

 

ES: Çok teşekkür ederim misafirimiz olduğunuz için.

 

AG: Merhaba, bak kahveyi bir fırt başlarken çektim bir de şimdi çekiyorum arada bu konuşma

 

ES: Çok konuşturdum kusura bakmayın, tekrar tekrar teşekkür ederim.

 

AG: Eyvallah!

 

ES: 94.9 Açık Radyo Açık Dergi programında bu akşam Ara Güler’le sohbet ettik, ‘İstanbul’u dinliyorum 1950-2010’ kitabıyla birlikte pek çok meseleyi ben dilim döndüğünce sormaya çalıştım ve Ara bey de tabii ki müthiş bir belagatle bunları anlatmış oldu bize.

 

Seçil Türkan: Evet Açık Radyo burası ve Açık Dergi’yi dinlemektesiniz şimdi. Foto muhabiri Ara Güler 90 yaşında hayata veda etti. Ölümünün ardından Ara Güler’le ‘İstanbul’u dinliyorum 1950-2010’ kitabı vesilesiyle 2010 yılından Temmuz ayında Açık Radyo Harbiye stüdyolarında Eraslan Sağlam bir söyleşi yapmıştı, o söyleşiyi arşivden çıkarıp sizlere yeniden sunduk.